Ebu Bekir Efendi, Güney Afrika’nın Cape Town şehrinde yaşayan Müslümanların talebi üzerine, din eğitimine katkıda bulunması ve Müslümanlar arasında ortaya çıkan bazı ihtilafları gidermek amacıyla 1863 yılında Sultan Abdülaziz tarafından gönderilmiş, aslen Kuzey Irak’ın Şehrizor bölgesinden bir alimdir ve baba tarafından Seyyid’dir.
Ebu Bekir Efendi, imparatorluğun bu sıkıntılı yüzyılında, sürekli toprak kaybettiği ve buna bağlı olarak o bölgelerde görev yapan ilmiye teşkilatı mensuplarının, mülâzemet sistemi gereği İstanbul’a dönerek atanma bekledikleri bir dönemde, Ahmed Cevdet Paşa’nın tavsiyesi üzerine Erzurum’daki görev yerinden çağırılmış ve Cenûb-i Afrika’ya yola çıkmasını öngören emr-i Sultani devrin Hâriciye Nâzırı Âlî Paşa tarafından kendisine tevdî edilmiştir. Neden Ebu Bekir Efendi sorusunun cevabını, yedi ay içerisinde hem İngilizceyi hem de yerel halkın konuştuğu Afrikansça’yı eser telif edecek derecede öğrenmesinde ya da vefatından yaklaşık otuz beş yıl sonra Çanakkale Savaşı'na giden ANZAK askerlerinin mola vermek için yanaştıkları Cape Town limanında, ahalinin kılık kıyafetinden şehrin Türklerin eline geçmiş olduğunu zannederek silahlarına sarılmalarında arayabiliriz.
Ebu Bekir Efendi’nin hayatı, bu bağlamda ilim ve gayret sahibi, idealist bir din görevlisinin tek başına bir toplumu nasıl dönüştürebileceğinin canlı bir örneği olarak okunabilir.
Ancak Efendi’nin ıslah adına değiştirmekte zorlandığı şeyler de olmuştur. Tarihin garip bir cilvesi olarak bu noktada kendisine zorluk çıkartan taraf sanılanın aksine İngiliz koloni idaresi değil, Müslüman toplumun önde gelen bazı imamlarıdır. Jean van Riebeeck’in ayak bastığı 1652 tarihinden, 1805’e kadar süren 152 yıllık Hollanda sömürge yönetiminde Endonezya’nın Cava Adalarından getirdikleri müslümanlara engizisyonvari bir asimilasyon politikası uygulayan Hollandalılar, din adına her türlü eğitim faaliyetini yasaklamış ve aksi davrananları ölüm cezasına çarptırmıştır. İlk mahkumlardan Şeyh Yusuf Cava’nın ileride Nelson Mandela’nın da 27 yılını geçireceği Robin Island Hapishanesinde gizlice ezberden yazdığı Kur’an-ı Kerim nüshaları, dilden dile aktarılan bazı şifâhî bilgiler ve çeşitli tasavvufî ritüeller dışında bölge müslümanlarının gelenekle irtibatları maalesef kopmuştur. Bunun bir sonucu olarak bir kaç nesil sonra, bidatler ve hurafeler türemiş, din bir kazanç kapısı haline gelmiş ve Ebu Bekir Efendi’nin kendi ifadesiyle Kaf Dağı (Table Mountain) Müslümanları bilgisi kıt imamların pençesinde bir cahiliye devri yaşamaya başlamıştır. Mahkemelik olan imamlar arası tayin kavgaları yanında, ahalinin büyük borç yükü altına girmek zorunda kaldığı yedi gün yedi gece süren cenaze ve düğün ziyafetleri sayesinde imamların senede ancak bir kaç gün evinde yemek yediğini beyan eden Efendi, bu ve benzeri birçok yozlaşmış uygulamalara karşı sesini yükseltmiş ve haliyle de bazı çıkar gruplarının menfaatlerine zarar vermeye başlamıştır. Kaynaklarda “akrepleri ve inatçı insanları ile ünlü bir şehir” olarak tarif edilen Şehrizor’da doğup büyümüş olması, mahkeme kayıtlarına düşen bu çekişmelerde ne kadar rol oynadı bilinmez ama, menfaatleri zarar gören imamların, aralarında imza toplayarak İngiliz koloni valisinden Ebu Bekir Efendi'nin geldiği ülkeye geri gönderilmesini istemeleri tarihe düşülmüş acı bir kayıttır. Samimiyetle ve ihlâsla din hizmeti yürüten insanların karşılaşabilecekleri mukadder imtihanlara bir örnektir.
Ancak ne İngiliz Valisi Sir Philip Wodehouse’un ülkesi ile Osmanlı devleti arasında kriz çıkartabilecek böyle bir girişimle ne de Ebu Bekir Efendi gibi bir misyon adamının bu tür işlerle kaybedecek vakitleri yoktur. Kendi geliştirdiği bazı ses ve harflerle semantik zenginlik kattığı Hollandalı dil bilimciler tarafından teslim edilen Ebu Bekir Efendi Afrikansça dînî eserler telif eder, kız ve erkek öğrenciler için din eğitimi veren okullar açar, cami ve evlerde irşad faaliyetlerinde bulunup durmaksızın nesil yetiştirir. İstanbul’dan fes imali için makinalar getirtip, kölelik sembolü olan hasır şapka yerine kırmızı fesin yaygın şekilde kullanılmasını sağlar. Kadın ve erkeklerin devrin İstanbulundakiler gibi giyinmeye başlaması, dönemin seyyahlarının gözünden kaçmaz. Ancak din hizmetine ömrünü adamış bir alim olarak Ebu Bekir Efendi’nin en büyük katkısı, bir asrı aşkın devam eden sömürge döneminden sonra İslam toplumunun kaybolmaya yüz tutan kimlik bilincini ve medeniyet değerlerine olan özgüven ve aidiyetini yeniden inşa etmesidir. Kendisinin günümüz insanına örneklik teşkil edecek diğer bir yönü ise, kısıtlı iletişim imkânlarına rağmen, abone olduğu Takvim-i Vekâyi vasıtasıyla payitahttaki gelişmeleri yakından takip etmesi, buna ilaveten bölgeyi daha iyi tanımak için sahra altındaki civar ülkelere geziler tertip etmesi ve gözlemlerini düzenli olarak İstanbul gazetelerinde yayımlamasıdır.
Ebu Bekir Efendi’nin Güney Afrika’ya giderken beraberinde götürdüğü yeğeni Ömer Lütfi Efendi tarafından kaleme alınan seyahatnamede ifade edildiği üzere, İstanbul’dan yola çıkan ikili Güney Afrika’ya İngiltere’nin Liverpool şehrinden kalkan bir gemi ile giderler. Büyüklüğünden ve hızından çok etkilendiklerini belirttikleri, Liverpool-Cape Town arasını kırkdört günde katederek Ümit Burnu Limanı'na giren buharlı gemi, aslında İngiltere’nin o dönemde Afrika’da yeni sömürgeler arayışı içinde olan asker-tüccar-seyyah ve misyonerleri ile dolu bir gemidir. Bir anlamda geminin Osmanlı tabiiyyetindeki yolcuları ile diğer yolcuları arasındaki fark, sahip olduğu ateşli silah üstünlüğü ile Afrika’da gittigi her coğrafyayı ekonomik anlamda iliklerine kadar sömürüp, kültürel anlamda genetiğini bozan Avrupa emperyalizmi ile, idaresi altına aldığı ülke halklarına dillerini ve dinlerini özgürce yaşama hakkı tanıyan Osmanlı fütûhat geleneği arasındaki farktır. Ebu Bekir Efendi merkezine adaleti ve hukuku koyan, hatasıyla sevabıyla, nomokratik bir devlet geleneğinin ehl-i İslam’a hizmet için taşraya giden bir alimini temsil ederken, gemideki misyoner din adamları, kolonyalizmin bir anlamda öncü kuvveti olan ve Emperyalizmin militer kanadıyla birlikte hareket eden oryantalist gelenegi temsil eder.
XIX. yüzyılın ikinci yarısında Ebu Bekir Efendi'nin öncülüğünde bölge halkıyla başlayan ikili münasebetler Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar devam etmiştir. 1875’te iflasını ilan etmesine rağmen İstanbul hükümeti bir yıl sonra Güney Afrikalı Müslümanlara yüklü miktarda kitap bastırıp göndermiş, bölgedeki bir çok caminin yapımı için maddi destekte bulunmuş, oradaki Müslümanlara Osmanlı pasaportu vererek rahat bir şekilde Hacca gitmelerini sağlamıştır. Siyasi olarak da bölge meselelerine ilgisiz kalmayan Osmanlı devleti, Güney Afrika’da İngilizlerle Hollandalılar arasında cereyan eden meşhur Boer savaşlarına askeri gözlemci göndermiş, hayatlarında silah sesi dahi duymayan Afrika yerlilerine mitralyözlerle saldıran İngilizlere karşı Zulu kabilesinin cesur askerlerini eğitmiş ve çeşitli maddi yardımlarda bulunmuştur. Kısaca Osmanlı devleti zor günler geçirdiği dönemlerde dahi bu mazlum kıtanın sorunlarına gücü nispetince ilgili kalmaya özen göstermiştir. Buna mukabil, Güney Afrika Müslümanlarının bir aidiyet duygusu içinde kendilerini Osmanlı olarak tanımladıklarını, bu kimliği sadece duygusal olarak sahiplenmekle yetinmeyip Trablusgarb Savaşı'na gönüllü asker olarak yazıldıklarını, Hicaz demiryolu inşası için ciddi miktarlarda para toplayıp İstanbul’a gönderdiklerini, Hindistan’daki ‘Hilafet Hareketi’ne benzer şekilde Milli Mücadele'ye ekonomik yardımlarda bulunduklarını, bunlara mukabil olarak da Devlet-i Aliyye’nin onlara has özel madalya bastırarak gayretlerini takdir ettiğini görüyoruz.
Ebu Bekir Efendi, bekar olarak gittiği Güney Afrika’da İngiliz asilzadesi bir hanımla evlenir. Kanada kıyılarını keşfeden meşhur İngiliz Kaptan James Cook’un yeğeni olan ve Tahire ismini alan bu İngiliz hanımefendisi, Ebu Bekir Efendi'ye beş erkek evladı verdiği gibi, Cape Town’daki Müslüman gençlere yönelik açmış olduğu iki kolejden kızlara yönelik olanında yıllarca müdîrelik yapar. Diğer taraftan Ebu Bekir Efendi, evlatlarının hepsini ilim irfan sahibi kimseler olarak yetiştirmiştir. Büyük oğlu Ahmet Atâullah Efendi Ezher’deki eğitimini tamamladıktan sonra Sultan II. Abdulhamid’in emri üzerine Güney Afrika’da politikaya atılır ve parlemento seçimlerine adaylığını koyar. Kazanmasına kesin gözüyle bakılan, İngilizce, Afrikansça, Arapça, Farsça ve Türkçe hitabeti dillere destan olan Ahmet Atâullah Efendi'nin seçimlere katılamaması için seçime çok az bir süre kala seçim kanunu değişitirilir ve böylelikle Güney Afrikadaki ilk Müslüman politikacı parlementoya giremez. Sultan Abdülhamid bunun üzerine kendisini İstanbul’a çağırır ve Singapur’a Osmanlı elçisi olarak tayin eder. Sri Lanka ve Singapur başta olmak üzere bölge ülkelerindeki Pan-İslamizm siyasetinin güçlenmesinden korkan İngilizler, düzenledikleri bir suikastla Ahmet Atâullah Efendi’yi şehit ederler. Kabri bugün Singapur devlet büyüklerinin defnedildiği mezarlıktadır. Diğer evlatları ise Güney Afrika'da kalır, kimisi babaları gibi ilâhiyat alanında eserler verir, eğitim faaliyetlerine devam eder. Torunlarından bir kısmı ata yurdu Türkiye’ye döner, bir kısmı ise Avustralya, Yeni Zelanda, Kanada ve Amerika'ya dağılır. Efendi soyismi ise bugün dahi Güney Afrika'da, özellikle Cape Town civarında yaygın olarak kullanılan bir soyisimdir.
Şüphesiz her şeyden önemlisi, Şehrizor’dan çıkan, kısa hizmet hayatına başarılı bir ihya hareketini sığdıran ve ardında kalıcı bir iz bırakarak 67 yaşında Cape Town’da Hakk’a yürüyen bu Osmanlı aliminin geride bıraktığı zengin kültür mirası Güney Afrikalı Müslümanlarının gönlünde hala yaşamaktadır.
Mekanı cennet olsun…