Yaşadığımız modern zamanda toplumumuz bir takım manevi buhran ve krizlerle karşı karşıyadır. Çocuklarımızın oynadığı oyunlardan etkilenerek hayatlarına son verecek duruma gelmesi, şiddet, dehşet ve vahşet eğilimleri, sabırsız, sinirli ve gergin insanların sergiledikleri tavırlar, bunun tipik göstergeleridir. Söz konusu tespit de içerisinde bulunduğumuz dünyada, inandığımız değerlerden ne kadar uzaklaştığımızı bizlere haber vermektedir. Bütün bu manevi ve psikolojik problemleri ortadan kaldırmanın yolu, yüce Yaratıcımızla olan bağımızı tahkim etmekten geçmektedir. Allah’ı anmak, O’nun birliğini, sonsuz kudretini ve yüceliğini dile getirmek, O’nun nimetlerini tefekkür ve tezekkür etmek, hesabımızı ve planlarımızı O’nun rızasını gözeterek yapmak, sonunda da O’na tevekkül etmek biz inananların asli vazifelerimizdendir. Dolayısıyla gündelik hayatın ruhlarımızı ve kalplerimizi yorgun düşüren meşgalelerinden uzaklaşıp Rabbimizin rızasını aramak; özümüzdeki, sözümüzdeki, gözümüzdeki, hakkı-hakikati perdeleyen her türlü örtüyü kaldırmak, her türlü gafletten kurtulmak, bizi Rabbimizden uzaklaştıracak her şeyi kalbimizden söküp atmak ancak Allah’ı anmakla mümkün olacaktır.
Kur’an’ı Kerim’de, Allah’ı anmanın en büyük ibadet olduğu ve kalplerin ancak Allah’ı anmakla huzur bulacağı vurgulanmaktadır. Zira Allah’ı anmak, gönüllere sürur verir. Katılaşmış kalplerimizi yumuşatır, donmuş gözlerimizi yaşartır. Dilimizi yalan, gıybet, iftira, “lehve’l-hadis” dediğimiz boş sözlerden arındırır. Sevap hanemize daima hayırlı bakiyeler yükler. Allah’ı anmak, akılları doğru hedefe ulaştırır. Kula; idrak, feraset ve şuur kazandırır. İnsanı gafletten, karamsarlıktan, umutsuzluktan korur, hayatı anlamlı kılar. Nitekim “Rabbini zikreden ile zikretmeyenin durumu, diri ile ölünün durumuna benzer” (Buhârî, Deavât, 66) buyuran Peygamberimiz (s.a.s.) de bu önemli gerçeği vurgulamak istemiştir.
Günlük yaşamımıza devam ederken aynı zamanda dillerimizi ve gönüllerimizi zikrullah ile tezyin etmemiz hayatımıza bereket kazandıracaktır. Peygamberimiz, her kitabın anahtarının besmele olduğunu ve besmele ile başlamayan her işin sonuçsuz kalacağını ifade etmiş, her işe bu kıymetli anahtarla başlamanın önemini bizlere hatırlatmıştır. Nitekim milli şairimiz merhum Mehmet Akif; “Besmele, ekmeğimizin bereketiydi, iki cihanda aziz ümmet Muhammet ümmetiydi” mısralarıyla, ekmeğimize bereket katan sırrın Allah’ın adını anmamızda gizli olduğunu vurgulamıştır. İşlerimiz nihayete erdiğinde, Mevla’ya şükrümüzü ifade eden “elhamdülillah” sözümüz, her sabah uyandığımızda; “ölümümüzden sonra bize hayat veren Allah’a şükürler olsun” şeklinde yaptığımız dualarımız Rabbimizle olan bağımızı kuvvetlendirmektedir. Tasarladığımız her planda “inşallah” yani “Allah izin verirse” diyerek O’nun rızasını hesaba katmamız, çevremizde gördüğümüz her güzelliği, “maşallah” yani “Allah’ın lütfuyla oldu, kuvvet yalnız Allah’ındır” diyerek beğenmemiz batıl inanç ve hurafelerden bizleri koruyan Kur’anî sabitelerdir. Hayatın zorluk ve sıkıntıları ile karşılaştığımızda “istirca” dediğimiz (İnna lillahi ve inna ileyhi raciun) yani “Biz Allah’a aitiz ve yine O’na döndürüleceğiz” diyebilmemiz Rabbimize olan sadakatimizi ortaya koyan alametlerdendir.
Üzülerek belirtmek gerekir ki, sayılarını çokça artırabileceğimiz telaffuzu küçük ve kolay ancak anlamı çok büyük olan bu cümleleri ifade etmek, günümüzde plansızlığın ve gevşekliğin, kararsızlığın ve ümitsizliğin dışa yansıması olarak algılanmaktadır. İnsanlar dünya üzerindeki tüm işlerini garantiye almak istediğinden, Allah’ı hesaba katmamak, işlerin “inşallah-maşallah” ile olmayacağını düşünmek nefislere hoş gelebilmekte, maalesef son tahlilde bizleri Allah’ı hayatımızdan çıkarmaya uzanan ve tamamen dünyevileşmeye yönelen bir anlayışa sürükleyebilmektedir. Dünya meşgalesi, istikbal kaygısı, kimi zaman kalplerimizi ve benliğimizi öylesine kuşatmaktadır ki, bizleri yaratılış amacımızdan ve Rabbimizin rızasından uzaklaştırmaktadır. Bunun neticesinde de yapılan planlar karşısında istenmeyen olumsuz sonuçlarla karşılaşıldığında ciddi buhranların ve nahoş tavırların yaşandığı görülmektedir. Yunus Emre gibi; “Hoştur bana senden gelen, ya gonca gül yahut diken, ya hilat-u yahut kefen, lütfunda hoş kahrında hoş” diyerek asil bir duruş sergileyebilmenin tek yolu, kalbimizle ve bedenimizle her daim Rabbimizin rızasını aramaktan geçer. Nitekim Hz. Peygamber duasında; “Rabbim! Beni sana çokça şükreden, seni çokça zikreden, senin azabından çekinen, sana hakkıyla itaat eden, sadece senin için eğilen, daima sana yalvarıp yönelen bir kişi eyle!” şeklinde Rabbine yakarmıştır. Bizler de Peygamberimiz duasına “âmin” derken, Allah’ın lütfettiği ömrümüzü O’nu anarak bereketlendirmek için çaba sarf etmeliyiz. Her daim Rabbimize hamt ederek, şükrederek O’nun rızasına ermek için gayret etmeliyiz. Mevla’mızın, kurtuluşa erecek müminlerin vasıflarını saydığı Mü’minûn Sûresi’nin üçüncü ayetinde belirtildiği üzere, boş işlerden yüz çevirmeli ve hayatın her anını Rabbimizi hesaba katarak dolu dolu değerlendirmeliyiz.