Osmanlı da uzun yıllar medreselerde ders kitabı olarak okutulan “Mültekâ’l Ebhûr = Denizlerin Buluştuğu Yer” adlı eserin yazarı İbrahim Halebi ile ilgili şöyle bir hâdise anlatılır:
İbrahim Halebi gençlik yıllarında, bekâr, evde tek başına ve gecenin ilerleyen saatlerinde mum ışığı altında ders çalışırken veya herhangi bir eseri mütâlaa ederken kapısı çalınır. Kalkıp kapıyı açar, karşısında genç bir hanımefendi, kendisine; “filânca yerden gelirken yolumu kaybettim. Bu civarda da sadece sizin evin penceresinden dışarıya ışık yansıdığını gördüm. Falanca paşanın kızıyım ben, eğer biliyorsanız beni evime götürünüz ya da beni evinizde misafir ediniz. Gecenin bu karanlığında sokakta kalmaktan ve başıma bir fenalık gelmesinden korkuyorum” der.
İbrahim Halebi evde yalnızdır ve yalnız başına bir hanımefendiyi evine almak ve onu misafir edip etmemekte bir müddet tereddüt geçirir. Sonra, “buyurun” der, hanımefendiye evde müsait bir yer gösterir ve kendisi yeniden kitaplarının başına döner.
Misafir kızımız herhalde çekinmekten olacaktır ki, gece uyuyamamış, tedirgin bir vaziyette köşesinde ikamet etmekte iken, İbrahim Halebi’nin aralıklarla masasının üzerinde yanmakta olan mumun alevine elini uzatıp bir süre beklettiğini ve geri çektiğini görür. Öyle ki, sabah olduğunda İbrahim Halebi’nin elinin bir parmağının yanmaktan kararmış vaziyette olduğuna şahit olur. Ama aralarında herhangi bir konuşma geçmediği için çekinir, kendisine bir şey soramaz. Gün ağarıp aydınlanır. Misafir kızımız izin ister, evden ayrılır ve kendi evinin yolunu tutar. Eve varınca, evde merakla bekleyen babasına başına gelenleri ve durumu anlatır. Babası merakından olacak ki, İbrahim Halebi’yi ziyarete gider. Kızının kendisine anlatmış olduğu bu garip hadisenin sebep ve hikmetini merak etmektedir ve İbrahim Halebi’den öğrenmek ister. Hazret;
Efendim, ne yalan söyleyeyim, ben sağlıklı ve genç bir insanım, bir delikanlıyım. Kızınız da genç ve güzel bir hanımefendi. Gece aralıklarla şeytan ve nefsim aklıma bir takım kötü düşünceler, vesveseler sokmaya çalıştı ve ben her defasında elimi mumun alevinin üzerine koydum. Kendi kendime dedim ki:
“Ey nefsim, bu mumun alevi, cehennemin nârıyla mukayese edilemeyecek kadar hafif, basit ve önemsiz bir ateştir. Dayanabiliyor musun? Baktım ki parmağım mumun alevine dahi dayanamıyor, cehennemin ateşine nasıl tahammül göstersin? Dolayısıyla, nefsimin ve şeytanın beni hayâsızlığa, şerre sürüklemesine îmânım, edebim, aklım ve kalbim rıza göstermedi, kendimi sakındırdım” diye cevap verir.
İmam Şiblî’nin rivayet ettiği ve hadis olarak literatürümüze geçen bir nasihatte “Ateşe dayanabileceğin kadar günah işle” diye tavsiyede bulunulur. Tâbir yerindeyse işlediğimiz her günah, bir bakıma vücudumuzu ateşe arz etmektir. Rabbimiz, inkârcıları kuşatacak olan azaptan bahsederken bir ayet-i celilede;
“Âyetlerimizi inkâr edenleri pek yakında korkunç bir ateşe sokacağız. Onların derileri kızarıp kavruldukça, yerlerini başka derilerle değiştireceğiz ki, azabı hiç aralıksız tatmaya devam etsinler. Şüphesiz ki Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.” (Nisâ, 4/56) buyurulur.
Bu mübârek mesajdan, Rabbimizin azâb etmekten hoşlandığı anlamını çıkarmamalıyız elbette. “Yaratan, yaşatan, rızık veren, bütün nimetleri önümüze seren, cümle hayvanâtı emrimize musahhar kılan, bilumum eşyayı işlerinize âmâde kılan Benim. Karşılığında, kulluk yapmanızı istiyorum. Beni tanımanızı ve sizden beklediğim kulluk vazifelerinizi yerine getirmenizi, aksi takdirde karşılığını böyle alacağınızı bilmenizi istiyorum” diye anlamak gerektir. Ateşe dayanmayı göze alamayacaksak eğer, korktuklarımızdan, vahşî ve yırtıcı hayvanattan kaçtığımız gibi, semâvî ve ârazî afetlerden sakındığımız gibi haramlardan ve Allâh’ın, işlediğimiz haramlar sebebiyle bize gönderebileceği gazâbını üzerimize çekmekten son derce sakınmalıyız.