Kültürel mirasımızın büyük bir kısmını taşıyan şehirlerin başında gelen İstanbul, birbirinden değerli mimariye ev sahipliği yapıyor. Tarihin izleriyle işlenmiş kadim şehrin her köşesi ayrı bir güzellikle geleceği kucaklıyor. Eski yerleşim yeri olan semtlerde kuş bakışı bir nazara sığacak nice estetik kare bulunuyor. Bunlar içinde Cami, medrese, hamam, darüşşifa, aşevi, türbe ve imaret gibi yapıları içinde barındıran Külliyeler olmak üzere Saraylar, Kütüphaneler, Çeşmeler, çeşitli dönemlere ait Sütunlar ve Su Kemerleri olarak karşımıza çıkıyor.
İstanbul’un mimaride zengin tarihi referansları arasında kuşkusuz Ayasofya-ı Kebir Camii Şerifi yer alıyor. Tarih boyunca isyanlar, savaşlar ve doğal afetler sebebiyle sık sık tahrip olan Ayasofya üç kez aynı yere inşa edilmiş, üçüncü ve günümüze ulaşan son hali Bizans İmparatoru I. Justinianus tarafından, 532-537 yılları arasında tarihî yarımada olarak adlandırılan eski şehir merkezine bazilika planlı bir patrik katedrali olarak konumlandırılmıştır. Tarihi seyrinde pek çok değişim ve gelişime tanıklık eden Ayasofya, Osmanlı döneminde Fatih Sultan Mehmet Han tarafından İstanbul’un fetih nişanesi olarak camiye çevrilmiş ve bakım onarım işlerine önem verilmiştir. Özellikle Mimar Sinan tarafından yapılan bakım ve ekleme çalışmaları, aynı zamanda Sultan Abdülmecit döneminde İsviçre’ li iki mimar kardeşin görevlendirilmesiyle yaptırılan onarımlar bu görkemli mimarinin hâlâ ayakta kalmasını sağlamıştır.
Ayasofya-ı Kebir Camii Şerifi bir bütün olarak şüphesiz birbirinden değerli çok sayıda parçadan oluşuyor. Zemin planı, kapıları, kubbesi, sütun ve mermerleri, mozaikleri, yazıları, hünkâr ve müezzin mahfilleri, mihrabı, kürsüsü ve sekiz adet büyük hat levhasıyla eşsiz tarihi kültür mirası olma özelliğini koruyor.
İstanbul’un fethiyle birlikte zamanla Osmanlı Padişahlarının ilgi ve teveccühleriyle estetik mimarisine kadim eklemeler yapılarak geliştirilen Ayasofya-ı Kebir Camii Şerifi, görkemli mimari özelliklerinin yanında çeşitli İslam sanatları özellikle hat sanatına ev sahipliği yapıyor. Mihrabın çevresinde yer alan ve Osmanlı Sultanlarının kendi el yazılarıyla oluşturulmuş hat yazıları bunların bazıları. Yine kubbesinde yer alan Nur Suresi 35. Ayet hat sanatıyla yazılmıştır. Ayrıca kubbenin çevresine yakışan güzellikte “cami yazı takımı” olarak adlandırılan sekiz adet hat levhası bulunuyor. Kubbesinde yer alan Ayet ve diğer hat levhaları Kazasker Mustafa İzzet Efendi tarafından 1849’da celi sülüs hat tekniğiyle yazılmış olup, yazılan levhalar İslam dünyasının en büyük hat levhası olma özelliğiyle biliniyor.
Hat levhaları yedi buçuk metre çapında büyüklüğe sahip olmakla birlikte, dayanıklı ve sert bir ağaç olduğu için zeminlerde ıhlamur malzeme kullanıldığı biliniyor. Bu yazılar altın zerefşan tekniği kullanılarak altın ile yazılmıştır. Mustafa İzzet Efendi levha yazılarını önce küçük boyda kâğıtlara yazmış, sonra caminin azametine göre murabba (kareleme) tekniği ile 7,5 m. çapında daire şeklinde büyütüldüğünde kalem ağzı da 35 santimetreye çıktığı görülmüştür. Hat yazılarının küçük yazılan hali ise mihrabın üst duvarında asılı bulunmaktadır.
Hat levhalarında lafza-i celâl, ism-i nebî, ilk dört halife ve Peygamberimiz (sas)’ in torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin isimleri yer almaktadır. Levha yazıların çapı yedi buçuk metredir. Bu ölçü yaklaşık 2,5 katlı bir evin büyüklüğündedir. Levhaların yapımında Mustafa İzzet Efendi ilginç bir imza şekli kullanır.
1934 yılından bu yana müze olan Ayasofya, 10 Temmuz 2020 yılında yayımlanan Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle tekrar Cami olarak hizmete açılmıştır. Camii bünyesinde yer alan diğer bölümler gibi hat levhaları da bütün ihtişamıyla görenleri hayran bırakmaya devam etmektedir.