Peygamberimiz ırkçılığın ve kabile taassubunun zirvede olduğu bir toplumda doğmuştu. Kureyş’in Mekke’sinde üstünlük yarışına girenler, önce soylarıyla ve evlatlarıyla övünüyor hatta kabirlerde yatan akrabalarını sayıp dökerek böbürleniyordu. Asalet ve aristokrasi tutkusu bu toplumun damarlarında zehir misali dolaşıyordu.
Sevgili Peygamberimiz de aslında güçlü ve şerefli bir aileden geliyordu ama bunu asla çevresindekilere karşı kibir malzemesi olarak kullanmamıştı. Daima mütevazı ve zarif hâliyle tanınmış, herkese karşı sade ve alçakgönüllü davranmıştı. Çünkü o, üstünlüğün doğuştan getirdiğimiz niteliklerle değil, ancak ve ancak Allah’la kurduğumuz bağ sayesinde elde edilebileceğine inanıyor, insanları da buna inandırmaya çalışıyordu.
Bir aile zincirinde, bir zaman diliminde, bir mekânda doğarız. Kimin evladı olacağımıza, cinsiyetimize, doğum tarihimize biz değil O karar verir. Seçim yapma şansımız olmayan bu özelliklerimizle, yine seçim yapma şansı olmayan bir başkasının özelliklerine karşı övünmek kadar saçma bir durum olabilir mi? Kendi gayretinle elde etmediğin, Allah vergisi olan soy sop, miras, güzellik, dil, renk, ırk gibi niteliklerle gururlanıp başkalarını hor görmek, fıtratın istismarı değil mi?
Oysa Allah karşısındaki sorumluluğunu fark ettiğin ve niçin yaratıldığını idrak ettiğin yaşlarda başlar üstünlük fırsatı. Şimdi önünde iki yol vardır: Ya iyilikten yana yürüyecek ve gayret göstererek iyi bir insan olacaksındır ya da kötülük yoluna saparak kendine yazık edecek ve aşağıların en aşağısına ulaşan dehlizlerde kaybolacaksındır. Sağ omuzundaki deftere ne kadar çok kayıt girmesini sağlarsan o kadar yücelecek, imanını amel ve ahlâk ile ne kadar süslersen o kadar değer kazanacaksındır.
O halde, çok eskiyi, ilk insanı sıklıkla hatırlamak ve onun çocukları olarak toprağın bağrından geldiğimizi birbirimize hatırlatmak son derece anlamlıdır. Milyarlarca âdemoğlu, havva kızı geldi geçti bu yeryüzünden. Kim bilir ne güzeller, ne zekiler, ne zenginler gördü bu topraklar. Ama o tenler de o dirhemler de eridi toprak değirmeninde… Geriye sadece ruhları kaldı; takva ile yücelen ya da isyan ile alçalan ruhları…
Bugün bütün dünya, ırkı ile üstünlük taslayarak diğer bütün insanları öldürülmeye müstahak hayvanlar mertebesinde gören siyonist bir devletin zulmünü izliyor. Kendisine ait olduğunu iddia ettiği topraklarda yaşayan gerçek ev sahiplerini katlediyor İsrail. Ve bunu yaparken sözde dinî metinlerine ve soyuna dayanıyor. “Arap’tan da Türk’ten de Kürt’ten de üstünüm, ben İsrailoğluyum.” diyor. Bu kibir ve nankörlükle kanlı tarihine yeni sayfalar eklemekten hiç çekinmiyor.
Bugün toprağı, Âdem’i, tek olan Rabbi ve kulluğu unutmanın en korkunç hâline şahit oluyoruz. Küçük dünyalarda gelişen ve küçümsenen kibirlerin hangi boyutlara ulaşabileceğini görüyoruz. İnsan hakları, çocuk hakları, kadın hakları, çevre hakları… Hiçbir sözleşme, hiçbir düzenleme, hiçbir yaptırım işlemiyor bu üstünlük iddiasının karşısında.
Uyanalım!
Üstünlüğe dair takıntılarımızı, çalımlarımızı, afra tafralarımızı bir kenara bırakalım.
Huzur ve adaletle yaşamak için tek bir ihtimali hatırlatıyor Peygamberimiz, tek bir çare sunuyor: Aynı özün gerçekliğini kabullenmek, Allah karşısında haddini bilmek ve üstün olmak istedikçe takvaya sarılmak…