Diğer varlıklarla çeşitli yönlerden etkileşim ve iletişim boyutu bulunan insanın bu süreçteki sınırlılıklarını, ahlak özelinde din tayin etmiştir. Bu devamlılıktaki tecavüzler ise dinî literatürde “kul hakkı” olarak karşımıza çıkmaktadır. Çoğu zaman farkındalık sahası dışında vuku bulan bu davranış türü, gündelik hayatta değişik kategorilerde vücut bulmaktadır. Ailedeki bireyler arası ilişkilerde uç verip, sonrasında diğer etkileşim alanlarının hemen hemen hepsine sıçrayan bu kontrol edilemeyen duygu, ilerleyen aşamalarda toplum dinamiklerini yangın yerine çevirmektedir. Dozunda verildiğinde sevgi ve saygıyı temin eden, ölçeği aşıldığında ise ilişkileri yozlaştırıp anlamı bozan bu tutum, modern zamanlarda özelde tekil ilişkileri, genelde de toplumu bozulmaya götüren sosyal bir hastalık olarak göze çarpmaktadır.
Bir eylemin olgun netice olarak zihin dünyasında anlamlandırılabilmesi için onunla ilintili olan bütün vasıfların doğal ortamında müdahale edilmeksizin meydana gelmesi gerekir. Aksi takdirde olası bir hamlenin, Şubat ayında yalancı bahara aldanarak çiçek açan erik ağacının, Mart ayazında don trajedisiyle karşı karşıya kalması gibi, psikolojide “hayal kırıklığı” olarak isimlendirilen bir akıbete kapı aralaması imkân dâhilindedir. Örneğin, her türlü iş ve işlemi çocuğu adına iyilik/güzellik maksadıyla gerçekleştirerek, onun kendi yaşantısı yoluyla meydana getirip şekillendireceği iyi/kötü öğrenmelerine ket vuran ebeveyn, ileride edilgen bir bireyi topluma kazandırma adına, aslında her türlü çabayı sarf etmiş demektir. Diğer taraftan eşler arası ilişkilerde, karşısındaki hayat ortağını birey olma hazzından mahrum edip ona mekanik bir varlık anlamı yükleyen taraf, karşısındakinin sistemine girmiş ve onun insani bütünlüğünü altüst ederek kendini gerçekleştirmesine mani olmuştur. Dolayısıyla, bilinçli/bilinçdışı ortaya çıkan mezkûr neticeler, ideal olanı her yönüyle idrak etmeyi imkânsıza sürüklemektedir. Buna göre, hür tercihleri itibarsızlaştıran ve sosyal çözülmenin ilk adımlarının atıldığı muharrik mesabesindeki bu davranış kalıbını, toplumdaki menfi etkisi açısından doğrudan görülmeyen/hissedilmeyen kanser hücresi olarak değerlendirmek isabet dairesindedir.
Bahse medar olan tezahürler analize tabi tutulduğunda, bu durumun dominant kişilik özelliğine sahip bireylerde daha çok karşılık bulduğu gözlemlenmektedir. Bu otokratik tavır, esasen kontrolü sürekli elinde bulundurma arzusunun en bariz yansımasıdır. Özgüvensizliğin dışavurumsal tepkisi olarak çoğu zaman zorbalık boyutuna ulaşan ve “ben ne diyorsam o” şeklinde vücut bulan bu reaksiyon, Kur’an-ı Kerim’de Firavun özelinde konu edilmiştir. Nitekim halkının sistemine girerek hâkimiyeti elinde tutmaya çalışan Firavun, son raddede krizi yönetemeyerek kontrolü kaybetmesinin dile dökülmüş hali olarak kendini ilah ilan etmiş (bkz. Şuarâ, 26/29; Kasas, 28/38; Nâziât, 79/24) ve böylelikle Yaratıcının da sistemine müdahil olmuştur.
Bir başkasının sistemine müdahalede bulunma, çoğu zaman sevginin bir tezahürü olarak görülmekte ve sahiplenilmektedir. Bireyin en savunmasız mahrem alanlarına temas etmeyi sevgi saikiyle gerçekleştiren kişi, aslında karşısındakini rahatsız ederek şerit ihlali yapmakta ve izni olmaksızın o kimsenin öznel yaşam alanına cümle kapısından girmektedir. Hal böyleyken, tüm bu olan bitenin yalın bir sevgiden kaynaklandığının da ısrarla altı çizilmektedir. Çoğu zaman müstakim niyetle, bilgiden ziyade duygunun şekillendirdiği bir alt kültür refleksi olarak vücut bulan bu tablo, kırsalda bir kimsenin cebindeki maddi varlığı bilmekten, aile içi ilişkilerin vasıf, unsur ve boyutlarını zorlamaya kadar uzanan kötü bir fotoğraf vermektedir. Sözü edilen yaklaşımın kent kültürüyle eklektik bir yapıya büründüğü durumlarda ise nesebi sabit olmayan bazı olgunlaşmamış neticeler ortaya çıkabilmektedir. Nitekim meskûn mahalde çoğu zaman şahit olduğumuz gecenin koyu karanlığını delen müzik sesiyle, örfî kodlarımızda karşılığı bulunmayan havai fişek gösterisiyle ve bu doğrultuda zikredilebilecek birçok nevzuhûr toplumsal tezahürle, kundaktaki bebekten beli bükük ihtiyara kadar herkesin sistemine tacizde bulunulmakta ve üzerinde tartışılmaya bile gerek duyulmayan enikonu bir kul hakkı meydana gelmektedir.
Bu noktada, Hz. Peygamberin (s.a.s.) Mekke’den Medine’ye yaptığı fiziki yolculuğu, kent hayatının idealize edilmesi bağlamında bir tutum ve davranış numunesi olarak görmek mümkündür. Bununla birlikte, kırsala göre esasen daha teknik adımlarla ilerleyen ve kompleks bir yapı arz eden kent hayatı davranışları, dinin de her hususta öncelediği orta yolu tutma boyutu göz ardı edildiğinde sistem dışında kalabilmektedir. Söz konusu durum, vurucu ve günümüzde çokça yakınılan bir tespit olması hasebiyle, aynı binada yaşayan sakinlerin birbirlerini tanı(ya)mama realitesini ilk olarak akıllara getirmektedir. Kentin bahse konu açmazının tam karşısında ise genelde kırsalda müşahede edilen ve insanın tüm kilitlerinin çözülerek mahremiyet duvarının aşıldığı istendik yoğun gündemler yer almaktadır. Bu çerçevede, insan insana ilişkilerde İslam’ın ortaya koyduğu değerler ikame edilerek, batının donukluğu ile doğunun aşırı sıcaklığı arası, aşırılıklardan uzak mutedil ilişki tarzının, ideali yakalama noktasında daha mülayim bir tavır olacağını belirtmek gerekir.
Yerde ve gökte bulunan her şeyin insanoğlunun emrine amade kılınmasının neticesinde (bkz. Câsiye, 45/13), insandan zaman zaman bazı eksen kaymaları sadır olabilmektedir. (bkz. İsrâ, 17/83). Zikredilen yörünge kaybı ise iyilik merkezli güzel ahlak anlayışına dair birçok değeri örselemektedir. Bu noktadan hareketle ifade edecek olursak, insanî ilişkileri yaralayan zan, tecessüs, gıybet vb. hastalıklı haller, dolaylı hak ihlali bağlamında sisteme müdahalede bulunma olarak karşımıza çıkmaktadır. Söz konusu yaklaşım Kur’an’da, ölmüş bir kimsenin dış dünyadaki olup bitene tepki verememesinden kinaye olarak “ölü kardeş eti yeme” şeklinde ifade edilip algılara sunulmuştur (bkz. Hucurât, 49/12). Bu durum, bireyi hâlihazırdaki yaşamında travmatik bir ruh haline büründürdüğü gibi, ahiret yaşantısında da çift yönlü bir iflasa sürüklemektedir (bkz. Müslim, Birr ve’s-sıla, 15 [2581]). Yeri gelmişken belirtelim ki, insan pratiklerinin özellikle kul hakkını doğuran meselelerdeki ahirete yönelik yansıma boyutu, dinin bu konuya bakış açısını göstermesi açısından oldukça önemli bir donedir.
Konuya farklı bir zaviyeden bakıldığında, kendisinde Allah hakkı olan meselelerde de zaman zaman sisteme müdahil olma marazı müşahede edilmektedir. Zira Kur’an ve sahih sünnet ölçeğinde muhkem hale gelmiş Allah-kul ilişkisini, araya farklı kişi/oluşumları dâhil etmek suretiyle aslından çok farklı bir hüviyete büründürmek, birçok sakıncayı da beraberinde getirmektedir. Nitekim vurgulanan husus, tek başına yaratılıp son tahlilde yine tek başına hesaba çekilecek müminin (bkz. En’âm, 6/94; Kehf, 18/48) en değerli ve nazenin sermayesi olan imanını heder etmeye götüren bir etmen olabilir. Bu itibarla, eşya ve hadiseyi anlayıp yorumlamada, mâsivâdan mâverâya/fenâdan bekâya yönelimde bilgi-duygu dengesini kurmak, evleviyetle temin edilmesi gereken bir husustur.
Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, kişinin Müslüman oluşunun kalitesini ortaya koyması açısından kendisiyle, diğer varlıklarla ve Yaratanla kurduğu ilişkilerinde, sistemi dâhilinde başını kaldırmadan hareket etmesi elzemdir. Kaosu dindirip taşları yerine oturtacak bu tavır, fizik ve ötesine dair ilişkiler üzerindeki gerilimi bypass edecek biricik çare olarak görülmektedir.