Miladın yedinci asrının başlarında Allah, o zamanki dünyanın merkezinden oldukça uzakta, Hicaz yarımadasında kabileler hâlinde yaşayan bir cahiliye toplumuna, risalet zincirinin son temsilcisi olarak Hz. Muhammed (sas) i peygamber seçti ve ona İslam’ın son vahyini gönderdi. 610 yılında Mekke’nin sert kayalardan oluşan tepelerinden Hira’da Hz. Muhammed büyük melek Cebrail’in getirdiği ilk vahiy ile buluştu.
Allah, melek, peygamber inancı konusunda soru işaretleri olanlar için varlık tasavvuru ve hakikatin kaynağı üzerine bir akıl ve tefekkür yolculuğuna çıkmak gerekecektir. Ancak burada vahyin ontolojik gerçekliğinden ziyade sosyolojik etkilerine, insanı ve toplumu dönüştüren yönüne işaret edilecektir.
İslam’ın son vahyi, şirkin kuşattığı, putların esir aldığı, kabile asabiyetinin ön plana çıktığı, insani değerlerin hiçe sayıldığı, güçlünün zayıfı ezdiği, kölelik düzeni içinde insanların alınıp satıldığı, zayıflara, yetimlere, mazlumlara hayat hakkı tanınmadığı bir cahiliye toplumuna gelmişti. Cahiliye anlayışı sadece Mekke ve civarını değil tüm insanlığı kuşatmıştı. İnsani değerler bakımından Roma’da, Sasani coğrafyasında ve dünyanın diğer bölgelerinde durum Mekke’den farklı değildi. Yani topyekûn insanlığın yolunu ve yönünü kaybettiği bir çağa Mekke’den bir rahmet gönderilmişti. Peygamber Efendimiz ilk vahiyden itibaren Mekke’de yaklaşık 13 yıl insanları İslam’a davet etti. Bu zaman dilimi tebliğin en zorlu süreciydi. Kurdukları sosyal, ekonomik, siyasi düzen ile halkı sömüren statü sahipleri, müşriklerin önde gelenleri, Peygambere karşı çıktılar. Onu ikna etmeyi denediler, dünyalıklar teklif ettiler, tehdit ettiler, bir sokağa hapsederek tecrit ettiler, öldürmeye teşebbüs ettiler, ona inananlara çok kötü işkenceler yaptılar. Peygamber Efendimiz ve Müslümanlar, Müşriklerin zulmünden kurtulmak ve inandıkları şekilde yaşayabilmek için, evlerini, eşyalarını, tüm varlıklarını bırakarak şehirlerini terk etmek zorunda kaldılar. Bazı Müslümanlar Habeşistan’a gitti. Kalanlar da Medine’ye hicret ettiler.
Mekke döneminde Hz. Peygamber ve ona iman edenlerin gösterdikleri azim, sabır ve mücadeleyi, zalimin ve zulmün karşısında yalçın dağlar gibi sapasağlam duruşu anlatmak için her güne bir destan yazılsa yeridir. Yine bu dönemde Müslümanlara yapılan kötülük ve işkenceleri anlatmak için her güne bir ağıt yakılabilir. Her günün içinden hak, hakikat mücadelesinde nebevî metoda dair nice ilkeler ve örneklikler çıkarılabilir. Nitekim bunlarla ilgili ileri okumalar ve ayrıntılı bilgiler için tarihten günümüze yapılan pek çok araştırma ve yazılan pek çok eser vardır. Ancak genel olarak bu zor dönemde Müslümanların duruşunun ve mücadelesinin iki boyutu olduğu dikkat çekmektedir.
Birincisi, inkarın ve şirkin karşısında iman ve tevhide dayalı bir duruştur. Yaratan, yaşatan ve alemlerin rabbi olan Allah’a inanmaya ve O’nun gönderdiği vahye teslimiyete davettir. Bu aynı zamanda gerçek özgürlüğe çağrıdır. Kula kul, eşyaya esir, nefse köle olmaktan kurtuluşa davettir. Mekke müşriklerinin kendi elleriyle yaptıkları ve taptıkları putlar, bir yönüyle de ilah edindikleri heva, kibir, asabiyet, üstünlük gibi insanlık dışı duygularını temsil ederdi. Herkesin kendine ait putu ve o puta yüklediği bir anlam ve misyon vardı. Dolayısıyla tevhide çağrı, insanı putlarından ve putlaştırdığı duygu, düşünce ve davranışlarından arınmaya çağrıydı. Putlarının, statüleriyle bile ilişkisi vardı. Bunun için putlarından vazgeçemediler ve Müminlere düşmanlık etmeyi tercih ettiler.
İkincisi ise, köleleştirmenin, ötekileştirmenin, alın terini sömürmenin, zayıfları ezmenin karşısında; hakkın, adaletin, merhametin, vicdanın ve güzel ahlakın yanında duruştur. Mekke’de gelen ayetlerin büyük oranda iman ve tevhitle beraber, yetime sahip çıkmayı, fakiri doyurmayı, yoksulu gözetmeyi, güçsüzü savunmayı, ölçü ve tartıda adil olmayı, hak yememeyi, servet ve statüye dayanarak şımarıklık yapmamayı emretmesi dikkat çekicidir. Nitekim kendini sahip olduklarıyla ifade eden, ırkı, rengi, serveti, statüsü ile itibar devşiren Mekke’nin müstekbirleri; üstünlüğü takvaya, iyilik ve güzel ahlaka bağlayan İslam’ın mesajına tahammül edemediler ve onu yok etmek için ellerinden gelen her türlü düşmanlığı yaptılar. Çünkü Allah’ın elçisinin getirdiği vahiy inançlarını düzeltmelerinin yanında davranışlarını da düzeltmelerini istiyordu. Bu yönüyle de haksızlık ve sömürü düzenini hedef alıyordu.
Mekke dönemi, tevhide dayalı bir iman, iyilik mücadelesine dayalı bir karakter ve güzel ahlaka dayalı bir davranış inşası dönemiydi. Bu zor dönemi göğüsleyen müminler insanlığın yıldız şahsiyetleri oldular. 13 yıllık mücadelenin sonunda Mekke’de Müslümanlar için hayat tamamen yaşanılmaz hale gelince Yesrib’e hicret edildi.
Müslümanların gelişiyle Yesrib Medine oldu. Şehrin çehresi değişti. Medine’de bir toplum ve hukuk inşa edildi. Medine sözleşmesi adıyla, farklı ırk, kültür ve inançlara mensup insanların bir arada yaşamasını öngören insanlık tarihinin ilk yazılı anayasası yapıldı. Mekkeli müşrikler ve Medine civarındaki bazı topluluklar Müslümanlara düşmanca davranmaya, saldırganlık yapmaya devam ettiler. Onlarla mücadele edildi. Müslümanlar inançlarını, şehirlerini, hayatlarını korumak için savaşlar yapmak zorunda kaldı. Ama gittikçe güçlendiler ve İslam kısa sürede Arap yarımadasının tamamına yayıldı.
Medine’nin özeti, adalet ve hukuk temelinde bir toplum inşasıdır. Bu dönemde İslam’ın hayata huzur getiren ilkeleriyle birlikte ideal bir toplum ve devlet kurulmuştur. Öyle ki hicretten sekiz, ilk vahiyden yirmi yıl sonraya baktığımızda Müslümanlar çağın en güçlü devletine sahipti. Bizans gibi dönemin süper güçlerine meydan okuyan bir ordu kurulmuştu. İnsanlık tarihinin en güzel toplumu inşa edilmiş, cahiliye ile kuşatılmış bir coğrafyadan tarihin en güzel nesli çıkmıştı. Vahyin yolunda, Peygamberin ve ona inananların mücadelesiyle bir kabile toplumundan yeryüzünü kuşatan bir rahmet medeniyetinin temelleri atılmıştı. Dünya, insanlık tarihinin siyasal, sosyolojik, kültürel, ekonomik, ilmî, psikolojik vb her açıdan en köklü, en etkin, en kalıcı değişimine ve dönüşümüne şahit olmuştu. Yani yirmi yılda tarihin seyri değişmişti. Bir asır içinde ise Afrika’dan Balkanlar’a, İspanya’dan Orta Asya’ya dünyanın her yerine ulaşan bir İslam medeniyeti vardı. Şüphesiz bu büyük değişim, ilkeleri Kur’an’da açıkça beyan edilen ve Allah’ın elçisinin sünneti ve ashabının hayatı ile tarihe kaydedilen bir mücadelenin sonucuydu. Bu, herkesin görebileceği ve örnek alabileceği bir mücadeledir. Aynı inanç, ideal, ahlak ve metot ile yapılan her mücadele; Allah’ın evren, insan ve tüm canlılar için geçerli kıldığı kanunlar, fizik ve sosyal yasalar (sünnetullah) gereği başarıya ulaşacaktır.
Şimdi siyer ve tarih okumalarının en büyük sorumluluğu, bu kadar kısa bir zaman diliminde tevhit, vahdet, güzel ahlak ve hukuk zemininde tüm insanlığı kucaklayan bir merhamet medeniyetini inşa eden süreci doğru anlamaktır. İnsanlığın iyiliğine, huzur, güven ve refah içinde yaşanabilir bir dünya idealine gönül verenlerin önündeki yegâne yol ise aynı yöntem ve ilkelerle nebevî mücadeleyi bu çağa taşımaktır.