İnsan nefsi; vazifeyi giymek istemediğinde, ayan beyan duran hakikate kılıflar giydirir. Bir kılıfını bulup, kılıfına uydurduğu “haklı” gerekçesine kendini inandırır. İnandığı ile kendini inandırdıkları arasındaki mesafe uzadıkça kalbin berraklığı da kaybolur. Makul ve geçerli addettiği bütün mazeretleri önce zihninde süsler sonra dilinde. Diğerlerini de inandırdıktan sonra sorumluluğun azaldığı bir konfor alanı hazırlar kendine.
Halbuki Zarifoğlu’nun da dediği gibi "Bu dünya soğuk. Rüzgâr genelde ters yöne eser, limon ağaçları kurur. Bahaneler hep hazır, güzel günler çabuk geçer." Şair ne güzel dizmiştir sözlerini. Bahanelerle avunulan günler geçtiğinde dünyanın soğuk yüzü vurur insanın yüzüne. Yaprağını döken limon ağacı misali, kolunu kanadını kıran keşkelerle anlatır hayatını.
Hayat kısa, yol uzun. Yola çıkmak hakikati aralamak için sebep çokken, mazeretleri çoğaltmak zararına alışverişlerde yorulmak gibidir insana.
Rivayet odur ki; Nasrettin Hoca samanlıkta iğnesini kaybeder. Ancak dışarda ışığın altında aramaktadır. Görenler hayretle sorarlar hocaya samanlıkta kaybettiğini neden dışarda ararsın diye. Hocanın mazereti hazırdır ve içerisi çok karanlık, aydınlıkta arıyorum der. Hikmet yüklü anlatımlarıyla bildiğimiz hoca işine gelenle hareket edenin işinden olacağını ifade etmiştir aslında.
İnsan “konfor” alanından çıkmak istemeyip, mazeretine inandıkça aldanır. Halbuki vazife de yol da yön de bellidir. Neyi nerede bulacağı aşikardır. İnsan kaybettiği yerden başlamalıdır aramaya. Vazifeyi giymek isteyen bir yol bulur, yola koyulur. İsteyen çare, istemeyen mazeret bulur.
Rabbimiz buyurur ki, “O gün onların ağızlarını mühürleriz; yapmış olduklarını elleri bize anlatır, ayakları da tanıklık eder.” (Yâsîn 36/65)
O gün “haklı” olduğuna inandığı gerekçeleri sıralayacak ağızlar susacak, mazeretler menfaati temin etmeyecek, şahitliği olanlar en şeffaf ve net haliyle olanı biteni arz edecektir. Kalbin içinde sakladıkları gün yüzüne çıkıp, o gün hesap sorucu olarak kendi nefsi kendine yetecektir. (İsra, 17/14)