Tarihimizde şiirlere, hikâyelere ve hatta müstakil kitaplara konu olan o kadar aşk hikâyeleri var ki, hala canlılığını sürdürmekte ve varlığını korumaktadır. Onlardan birçoğu ya dilden-dile yahut yazılı kaynaklar vasıtasıyla günümüze kadar gelmiştir.
Bu aşk hikâyelerinde; birbirinin aşkından deli divaneye döneni mi, aklını kaybedeni mi, sersefil hayat yaşayanı mı, kendini dağlara çöllere vereni mi, bütün varlığını heba edip gözlerini kaybedeni mi, sevdiğinin hangi dişinin kırıldığını bilmediği için aşkından bütün dişlerini çektireni mi? Hangisini ararsan var.
Dillere destan olan, okuyanı kendine hayran bırakan, kimini okurken gözyaşı döktüğümüz, kimini okuyup etkilendiğimiz, kimini hüzünle, kimini ise gülerek okuduğumuz veya dinlediğimiz çok değerli âşıklar ve aşk hikâyeleri var ki anlatmakla bitmez.
Onlardan bilinen birkaçı: Yusuf ile Züleyha, Mevlana ile Şems, Leyla ile Mecnun, Tahir ile Zühre, Memu ile Zîn gibi nice bilinen ve bilinmeyen âşıklar ve onların hikâyeleri var. Her birinin insana verdiği farklı duygular var.
Tüm bunların ötesinde aşağıda; seksen yıllık ömrünü verdiği dinini değiştirecek kadar âşık olan, aşkından yollara düşen, gıyabında Güller Gülünün selamına mazhar olan, kokusunu alınca da ruhunu teslim eden gerçek bir aşığın hikâyesini Feridüddin Attar’ın kaleminden aktarıyorum.
GERÇEĞİN PEŞİNDE
Şam’da çok yaş yaşamış güngörmüş bir ihtiyar vardı. Tevrat okurken,
Peygamberin adına rastladı mı, ya silerdi yahut orasını keserdi.
Yine bir gün Tevrat’ı açtı, orada Peygamber’in adını görünce,
Yine o adı silmeye başladı, ama ertesi günü o yazılmış adı tekrar buldu.
Gönlü daraldı. Bir gün bu halde kaldı. Gölünden dedi ki: Güneşi balçıkla sıvamayayım.
Olsa olsa bu meydana çıkan yol gösterici gerçek olacak. Kalktı doğruca Medine’ye geldi.
Pek sıcak bir zamanda Medine’ye ulaştı. Ama yol iz bilmiyordu.
Peygamberin mescidine gönlü yanarak varınca Enes’e rastladı.
Dedi ki: Ey yüreği temiz kişi, bana yol göster, beni Peygamber’e götür.
Enes ağlayıp inleyerek onu mescide götürdü. Mescitte sahabeyi hayran bir halde oturur gördü.
Sıddıyk* mihrapta ridasını* sırtına almış oturmaktaydı. Tahkik erleri olan sahabe de çevresinde oturuyordu.
O yaşlı adam mihrapta onlara karşı oturan Sıddıyk’ı Peygamber sanıp.
Ona, ey Tanrı dergâhının hası dedi, bu yol yitirmiş ihtiyar sana selam vermede.
Hepsi de Peygamber’in adını duyunca yarı kesilmiş kuş gibi çırpınmaya başladı.
Gözlerinden kanlı gözyaşları boşandı, ne tufandı o dostların yağdırdığı tufan.
Topluluğun arasından bir coşuştur koptu, sanki yüzlerce mum yanmış dersin.
O ayağı bağlı garibin de onların ağlayışlarından yüreği parçalandı.
Onlara, ben garibim dedi; Yahudi’yim, şeriattan bir nasibim yok.
Söylenmeyecek bir söz mü söyledim, gizli tutulması gereken bir laf mı ettim?
Böyle bir şey yoksa ne diye bu kadar ağlarsınız? Benim dinin bu töresinden haberim yok.
Ömer ona dedi ki: Sen hiçbir şey yapmadın, bu ağlayışın sebebi düşündüğün şeyler değil.
Yalınız a zora düşmüş kişi, bir hafta oldu ki Peygamber dünyadan gitti.
Dilinden onun adını duyunca canım gibi bütün canlar gamla ıstıraba düştü.
Onun iştiyakıyla kimi vakit ateşler içindeyiz, kimi vakit ağırlığıyla zemheriye uğramadayız.
Yazıklar olsun ki âlemi aydınlatan o göz nuru gitti de biz bugün onsuz zerrelere döndük.
Yazıklar olsun ki öylesine bir ulu denizden ayrıldık, onsuz bir katreden de aciz bir hale düştük.
O ihtiyar bu sırrı anlayınca birden elbisesini paramparça etti.
Baharları bulut yağmur yağdırır ya, onun gibi değil, daha fazla ağladı, gözyaşları döktü.
Ah ayrılık, ah musibet diye yanıp yakıldılar, yeni baştan yaslara battılar o gün.
Derken sonunda o coşkunluk yatışmaya başlayıp akılları başlarına gelerek elemleri azalınca
Yahudi dedi ki: Bir dileğim var, onu yerine getirin, Peygamberin bir libasını verin bana.
O yüzü görmek nasip olmadıysa, bari kokusunu alayım.
Ömer, libasını veririz ama Zehra’dan istemek gerek dedi.
Ali, ona başvurmak kolay, ama kapısını tamamıyla kapattı.
Bir haftadır başı önünde, onun hasreti herkesten fazla.
Yastan başka bir şeyden bahsetmiyor, bir ânı bile ağlamadan geçmiyor dedi.
Sonunda bütün dostlar o gamla, o dertle Cennet Hatun’unun evine vardılar.
Birisi kapıyı vurdu; gündüzümüz geçti, gece gelip çattı bize
Benim gibi bir yetimin, benim gibi köhne bir kilimin ardında kalanın kapısını çalan kim?
Benim gibi eski bir hasır üstünde oturmuş esirin kapısını kim çalıyor?
Benim gibi hüzünlere batmış birisin kapısını çalan kim?
Ölüm canıma bir pusu kurmuş diye içerden ses geldi.
Vakıayı tamamıyla anlattılar. Zehra dedi ki: Peygamber doğru söyler.
Adalet sahibi Tanrı’ya can verirken dudağının ucuyla bu halden haber vermişti;
Yoldan bir aşığım geliyor demişti, fakat o iyi niyetli kişi yüzümü göremeyecek.
Bu hırkayı ona bağışla; güzellikle, hoşlukla selamımızı da ilet ona buyurmuştu.
Hırkayı o adama verdiler, giyindi, Peygamber’in kokusu kendisine gelince bir hoş coştu.
Kokusu gerçekliğine delil oldu. İslam’a geldi, Mustafa’nın kabrine gitmek istedi.
Aldılar kabre götürdüler. Gönlü taştı, kabardı, o temiz kişi orada yere oturdu.
O Müslüman, Peygamber’in kabrinin kokusunu alınca yere yıkıldı, tertemiz canını verdi gitti.
O gamlar yiyen ihtiyar yüzünü Peygamber’in toprağına koyup can verdi. Sen de âşıksan bu çeşit bir yol yordam tut; sevgilinin iştiyakıyla mum gibi eri, böylesine ol.
- İlâhiname; Feridüddin Attar; T. İş. B. Kültür Yayınları; S.327-330
- SIDDIYK: Şeksiz şüphesiz doğrulayan anlamına gelen bu kelime Hz. Ebubekir’in sıfatıdır.
- RİDA: üst giysi, gömlek