Kulluk gibi değerli bir sorumluluğa dair yüce Yaratıcıya verdiği sözle yeryüzü serüvenine adım atan insanoğlunun ideal ve gerçek menzili ahirettir. Bu ebedi karargâhı anlamlı kılan boyut da hiç şüphesiz dünyadır. Bu bakımdan, dünya biletini almadan ahiret yolcusu olmak imkân dâhilinde değildir. Zira dünya, iyi/kötü davranışların ekim-dikiminin yapıldığı; ahiret de bunun hasat edildiği yerdir. Kulluk düzleminde “ne ekersen onu biçersin” şeklinde zihin ve gönüllere nakşedilen nebevi öğreti de (bkz. Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, IX, 105) bu hususu teyit etmektedir. Öte yandan; “…Dünyadan da nasibini unutma…” (Kasas, 28/77) emr-i ilahisi, ideal manada ahirete odaklanan müminin, dünyaya da yönünü çevirmesi gerektiğini hatırlatması açısından değerli bir tekliftir. Aksi takdirde yaktığı meşaleyle anlam dünyamızı aydınlatıp önümüzü gösteren yüce Kitabımızın, bizi tek yönlü bir yola sevk etmeyeceği izahtan varestedir. Bu açıdan, dünyalı olmanın ilk bakışta menfi bir yönünün bulunmadığını ifade etmek gerekir.
Yiyip tükettiğinden, giyip eskittiğinden ve kalıcı yurt olan ahirete kendi eliyle yaptığı yatırımdan başka, dünyaya dair bir aidiyet numunesi bulunmayan insanoğlu (bkz. Müslim, Zühd ve Rikâk, 3 [2958]) için bu dünya, esasen ideal konforun bulunmadığı bir mekândır. Dolayısıyla temelde acıktığı için yiyen, çıplak kaldığı için giyinen, kendini güvende hissetmediği için destek unsurlarına sarılan insanın dünyayı vatan-ı aslî addetmesi, yaman bir çelişki olarak göze çarpmaktadır. Zira doğumundan ölümüne değin kişisel yolculuğunda, kulluk serüveninde ve dahi kabir hayatında insanoğlunu meşakkatli bir yaşamın beklediği göz önüne alındığında, altı çizilen husus calibi dikkattir. Manzara bu iken kişinin tüm yatırımını, akşam vakti gelip çattığında denizin hırçın dalgasıyla yerle yeksan olan gündüzün özenle imar edilmiş kumdan kalelerine yapmasının iler tutar yeri olmadığı aşikârdır.
Modern zaman dindarının yaşadığı asimetrik savrulmaların başat sebeplerinden biri olan ve dinî literatürde zemmedilen bir ifade olarak karşımıza çıkan dünyevileşme realitesi, kategorik açıdan kulun her türlü iş ve işleminde ahiretin hakkını eksiltip dünyayı besleyerek onu şımartması olarak tebarüz etmektedir. Bu olguyu gündeme taşıyan değişkenler analiz edildiğinde, dindarın kulluk yolculuğundaki en değerli hazinesi olan iman ile münasebeti tebellür etmektedir. Zira Allah ve ahiret inancını merkeze alarak söz, tutum ve eylemlerini bu doğrultuda düzenleme mükellefiyetindeki dindar bireyin, kutsal olandan seküler koşullara doğru yol aldığı söz konusu durum temelde inanç sistematiği ile doğrudan ilintilidir.
Bu noktadan hareketle ifade edelim ki, modern dindarın dünyevileşme serencamının temelinde kökleşmiş bir inanç krizinden bahsetmek mümkündür. Dolayısıyla, dindarın iman noktasında yaşadığı yörünge ve eksen kaymalarının bu süreci derinden etkilediği varsayılabilir. Çünkü bireyin, kendini dinin değer ve katkılarından soyutlayarak ondan vareste bir hayat tarzı kurma çabası, Allah’a iman, kulluk ve yeryüzünü imar etme sorumluluğuyla doğrudan örtüşmemektedir. Bu da en başta dindarın kime, nasıl ve ne şekilde iman ettiğine dair zihin ve algıları beklenenden çok farklı cevaplarla buluşturmaktadır. Bu manada dünyevileşme, dindarın hayatında domino etkisi yaratarak imanın taklit seviyesinde kalıp tahkiki boyuta ulaşamamasına, imanda motivasyon kaybına, imanın anlam ve fonksiyonunu kaybetmesine, hayata kattıklarının yitirilmesine ve son raddede dinin etki boyutunun örselenmesine sebebiyet vermektedir. Sözü edilen inanç krizinin pratik sonucu ise imanın kişide var ettiği en önemli psikolojik tecrübelerden olan sabır, teslimiyet, tevekkül, şükür, kanaat ve sekinet hâlinin dindarın yaşantısından uzaklaşıp bunlardan boşalan pozisyonlara stres, panik, korku, anksiyete ve depresyonun yerleşmesinde müşahede edilmektedir. Nitekim modern zamanın formatladığı insanın düşünce, söz, tutum, tavır ve eylemleri gözlemlendiğinde bu durum hakkı teslim edilen bir analiz olacaktır.
Dünyevileşme-kulluk sorumluluğu çerçevesinde, dindarın iman cevherini salih amel bağlamında pratik boyuta taşıyamamasında, çevresini kuşatan faktörlerle ilgili yaşadığı bağlanma probleminin yadsınamaz etkisi söz konusudur. Dindarı böylesi bir yönelime sevk eden etmen, İngiliz psikolog John Bowlby’ın (ö. 1990) temellerini attığı bağlanma kuramının bir türü olan saplantılı bağlanma hastalığıdır. Sorunun kaynağına inilecek olursa, yerde ve gökteki her şeyin emrine amade kılındığı insanoğlu (bkz. Câsiye, 45/13), özellikle son iki yüzyılda metafiziğin fizik âleme indirgeme çabalarının sonucunda Tanrı merkezli evren tasavvurundan insan merkezci evren tasavvuruna, dinî rasyonalizmden seküler rasyonalizme ve nihayetinde aşkıncılıktan dünyevileşmeye evirilerek maddenin esiri olmuştur. Bugün yaşanan bireysel ve toplumsal ölçekli krizlerin hemen hemen hepsinin altında bu çarpık, paradoksal ve hastalıklı anlayış yatmaktadır. Hâl böyleyken zerreden kürreye, habbeden kubbeye her şeyin oldukça hız kazanıp baş döndürdüğü ve eşyaya olan iltifatın tavan yaptığı günümüz kapitalizm çağında koparılan fırtına sonucunda, maddeyle samimi ilişkiler kuran dindarın bütün bu olup bitenden etkilenmemesi esasen beklenmeyen bir netice olurdu. Bu yönüyle bahse konu menfi tablo, dindarın dünyevileşme sürecinde, kendini insan, eşya, tabiat, kâinat ve nihai kertede Yaratıcıyla ilişkisi bağlamında ontolojik açıdan dünyada konumlandıramayışına doğrudan etki etmiştir.
Dindarlığın dünyevileşme neticesinde yaşadığı zayıflama ve gerilemede, insanın iç dünyasında faal bir mücadele alanı oluşturan nefis önemli bir rol oynamaktadır. İnsanı tüm donanmasıyla dünyaya çekip onu bir cazibe merkezi hâline getiren nefis, kişide fizyolojik olarak yaşlanmaya karşın, ruhî yönden ihtiyarlamayan mal edinme ve tûl-i emel arzusu (bkz. Müslim, Zekât, 38 [1047]) olarak belirginleşmekte ve bu kadim dürtü, onun oluş ve erişinin önündeki bariyer basamaklarını oluşturmaktadır. Bu doğrultuda nefis, eşref-i mahlûkat olan insanın bu özelliğini kulağına farklı bir şekilde fısıldayarak kendisini yeryüzünde dominant unsur görmesine ve metafizik boyutu unutup dünyevileşmesine sebebiyet vermektedir. Bu açıdan, dünyevileşmeye dair ortaya konan resmin arka planında, dindarın kişisel biricikliğini (k)abartıp hedeflediği mutlak hazza ulaşma düşüncesi ve asıl gizil menzili olan ölümsüzlük ütopyası yer almaktadır. Nitekim insanın bilinçaltındaki karanlık dehlizlerde dolaşıldığında, onun dünyaya yönelik aşırı muhabbetinin aslında pragmatik, göstermelik bir sevgi olduğu görülecektir. Zira sekülerleşerek hayatı bu dünyadan ibaret zanneden bireyin zihin kıvrımlarında, sonsuzluğa ulaşma yani ölümsüzlük düşüncesi yatmaktadır. Fakat insan-mal ilişkisinin detaylandırıldığı Hümeze Sûresi’ndeki; “O, malının, kendisini ebedileştirdiğini sanır” (Hümeze, 104/3) ayetiyle boşa çıkarılan bu yanılsama, yerini dünya ve ahiret birikimleri ile ilgili iflası ilan edilen derin bir pişmanlığa bırakmaktadır.
“Akıl sahibi; nefsini aşağılayan ve ölüm sonrası için çalışan kimsedir…” (Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 25) sözüyle dünyevileşme hastalığının panzehrini açıklayan Hz. Peygamber (s.a.s.), nefsin ontolojik anlamda yükselip yukarılara çıkmak istediğini, onun bu çıkışlarını bastırıp kontrol altına almanın akıl sahiplerinin kârı olacağını; aksi bir durumun ise kişiyi ebedi hüsrana sürükleyeceğini, koruyucu ve önleyici bir üslupla işareten dile getirmiştir. Bu itibarla, dinî pratiklerin motivasyon kaynağı olan nefis murakabesi ve(ya) muhasebesi dindarı dünyevileşmeye karşı teyakkuzda tutacak aksiyonel bir ameliyedir. Nefsin şuur üzere olmasını gerekli kılan bu durum, dindarın dünya ve ahiret mutluluğunun yegâne teminatıdır. Fakat bugün dünyaya dönük tek yönlü beslenme, dindar bireyin zihin ve gönül dünyasının can damarlarını tıkamış ve tükettikçe tükenen paradoksal bir dinî kimlik inşa etmiştir. Nihai kertede sekülerleşen dindar, bu psikozdan aslına yani selim fıtratına, vahyin ve sünnetin şekillendirdiği ana yurduna döndüğünde kurtulacaktır.
Dünyevileşmeye giden süreçte, dindar bireyin dünyayı anlamlandırmasına ve mutluluğu elde etmesine yardım eli uzatacak değer ve erdemlere gereken önemi atfetmemesinde bilgiyle olan ilişkinin vasıf, unsur, boyut ve yansımalarına dair kırılmalar oldukça önemli bir yekûn oluşturmaktadır. Nitekim modern zamanda artık bir tahakküm aracı haline gelen bilgi, imaj ve enformatik cehalet manivelasıyla kitleleri manipüle ederek yerini tümden duygusallığa bırakmış ya da insanlık, bilginin hikmet, irfan ve marifet boyutunu idrak edemeyip mekanikleşerek bilgelikten uzaklaşmıştır. Bunun neticesinde, vahiy ve sünnetin gerçek ve hayat veren bilgisiyle kulluk yaşantısını şekillendirmesi gereken dindar; aklı, tasavvuru ve fikri devre dışı bırakıp taklit denizinde vurgun yemiş ve çareyi, kendini dünyevileşme sahiline atmakta bulmuştur. Nitekim bugünkü gelinen noktada bilgiyi elde etme, güncelleme ve nihayetinde ahlaka dönüştürme konusunda yaşanan travmalar; eleştirel yaklaşımdan uzak, taassuba dayalı, bağnaz, dogmatik bir anlayışın ürünü olarak modern dindarın dünyevileşme safında yer tutmasına zemin hazırlayan parametrelerdendir.
Dindar bireyin dünyevileşmesini pekiştiren hususların başında dinî ilgi, algı, yorum ve pratiklerdeki zihinsel dinî doyum hazzının etkisini inkâr etmek mümkün değildir. Buna göre, dindarlığın dinî söylem, tutum ve sembollerin toplumda hâkim paradigma olmadığı dönemlerde daha yüksek ve kaliteli bir seyir izlediği herkesçe müsellemdir. Bugün dinin tüm boyutlarıyla yaşanmasına imkân tanıyan mülayim şartlar bulunmasına rağmen dünyevileşmenin yükseliş trendine girmesi, zikredilen dinî duyarsızlaşma düşüncesini haklı çıkaran mühim bir tespittir. Nitekim bugün bireysel ve toplumsal yaşamda kutsal sıradanlaşmış, fazlaca dinî uyaran sebebiyle azın anlamı kaybolmuş ve neticede tezekkür, tefekkür ve tedebbürsüz seküler bir hayat tarzı bireyin önüne altın tepside sunulmuştur. Dinin ve dindarın baskılandığı dönemlerdeki dinî algı ve yaşayıştaki seçkinlik ve Müslümanların söz konusu dinî yoksunluk zamanlarına özlem duyarak romantik atıflarda bulunmaları, son dönemde dikkatleri üzerine çeken “ortodoks dinsellik, heretik dindarlık” realitesini haklı çıkarmaktadır. Bu meyanda, dindarın dünyevileşmesinde dünyayı haz yurduna çeviren uyarıcıların belirli periyotlardan ziyade, birden ediniminin dinî bünyedeki olumsuz etkisinden de bahsetmek gerekir. Bir cihazın oldukça kısa bir sürede şarj olmasının, aslında onun ömrünün bittiğine delalet etmesi gibi, dünyaya dair modern zaman dindarının hızlıca elde ettiği her kazanım, haddi zatında onun ruhunun, hafakanların baskınına maruz kaldığını göstermektedir. Bugünün dindarından zaman zaman sadır olan kemale ermemiş bazı davranışların, zikredilen hızlı edinimin ürünü olması imkân dâhilindedir. Tüm bunlar, anlamın/idealin her zaman azda olduğu/yaşandığı gerçeğini bir kez daha gözler önüne sermektedir.