Kaynağını aşkından alan dinin bireyde makes bulmasının yeter sebebi zihin boyutudur. Dolayısıyla, metafiziğin fizik âlemde karşılık bulabilmesi için öncelikle duyu organlarıyla algılanması ve zihinde örgütlenip tasavvura dönüşmesi gerekir. Bilfiil boyutun önceki aşaması olan bu süreç zihinsel kabul anlamına gelmektedir. Bu sebepledir ki İslam, öncelikle bireyin zihin dünyasına konuk olan bir sistemdir. Sonrasında ise kalp ile ünsiyet kurup ondaki iman cevherini harekete geçiren bu nizam, mümin şahsiyetini taçlandıran yegâne hayat rehberidir. Buradan yola çıkacak olursak, dindarlığı dünyevileşme çıkmazına sürükleyen diğer bir sebep de bahse konu zihin ve kalp birlikteliğinin arasına derin mesafelerin ve soğukluğun girmesidir. Hâl bu olunca, sadece zihin boyutuyla eşya ve hadiseyi algılayan, irfan ve hikmete dayanmayan dinî davranış ve yaşayış biçimini modelleyen dindar birey, yüzünü sadece dünyaya dönmektedir. Nitekim “Bedevîler ‘iman ettik’ dediler. De ki: ‘iman etmediniz.’ (Öyle ise ‘iman ettik’ demeyin) ‘Fakat boyun eğdik’ deyin. Henüz iman kalplerinize girmedi…” (Hucurât, 49/14) ayetiyle müsellem olan bu husus, kalbin devreden çıkarıldığı bir ikrarın sadece şekil şartlarını yerine getirdiğini, bunun da yalnızca şehadet âlemine kapı araladığını açıkça ortaya koymaktadır.
Dindarın dünyevileşme serencamının bireysel çıkış noktası, külli bir anlam sorunu yaşaması ve kendini gerçekleştirememesidir. Onun varlık problemini gün yüzüne çıkaran bu tespitte, geçmiş yaşam yoksunluklarının fevkalade büyük pay sahibi olduğunu söylemek mümkündür. Bu da bilinçdışı boyutun dünyevileşme ve sekülerleşme realitesine kaynaklık ettiğini göstermektedir. Dolayısıyla, dindarın ihya edil(e)meyen düşüncelerine veya yarım kalan yaşanmışlıklarına kutsaldan arındırılmış mecralarda can suyu aradığını belirtmek gerekir. Mazinin öznel yaşam kırıklıklarının sebep olduğu bu tablonun derinliklerine inildiğinde; pasifize oluş, engelleme, bastırma, baskılama gibi problem alanları ya da geçmişte olup biten olumsuz dinî tecrübenin artçıları olan birtakım düzensiz yansımalar gözlemlenmektedir. Zikredilen salim fıtrata muhalif süreçler, dindarın aşama aşama ilerleme kaydeden özgüven problemi yaşamasına ve nihayetinde benlik saygısını yitirmesine sebebiyet vermektedir. Durum böyle olunca, sözü edilen menfi tablodan doğal olarak kurtulmak ve tüm negatif alanları pozitife taşımak isteyen dindar birey, ödünleme düşüncesinin tetiklediği hayattan rövanş alma psikolojisiyle hareket edip maruf, meşru ve makul havzalara zorbaca girerek dünyevileşebilmektedir.
Son iki yüzyıldan beri pozitivist anlayışın körüklediği algı neticesinde metafizik boyut, stratejik hamleler kullanılarak tüm unsurlarıyla hayattan soyutlanmış ve nihayetinde din sınırlı bir fenomen haline getirilmiştir. Bu algıya maruz kalan dindarın da hesap gününe ve ebedi mutluluk karargâhı ahirete yönelik inanç ve motivasyonunda bazı kırılmalar gözlemlenmiştir. Yaratıcıyla kurduğu organik bağı, zikredilen ilgi ve algı tutulması sebebiyle örseleyen dindar birey böylelikle tüm mesaisini dünyaya hasretmiştir. Diğer taraftan, kulun Rabbine güven duyması neticesinde O’ndan da kuluna sadır olan umut duygusu, kişinin dünyada kendisine çizilen ölçünün dışına çıkması sebebiyle yok olmaya yüz tutmuştur. Çünkü dini literatürde, kalbin rahatsız olduğu ve başkalarının muttali olmasından hoşlanılmayan kötülük olarak tanımlanan (bkz. Müslim, Birr ve’s-sıla, 5 [2553]) ve koyu bir mutsuzlukla uç verip kişinin tüm benliğini kaplayan günah gerçeği neticesinde ahirete dönük umudunu yitiren dindar, Rabbinden; “De ki: “Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin…” (Zümer, 39/53) şeklindeki ilahi garantiyi elde etmesine rağmen kaçış psikolojisiyle yahut karşıt tepki göstererek dünyaya daha da çok sarılmıştır. Dolayısıyla, dindarlığı paradigma değişikliğine sevk eden dünyevileşme fenomeninde, ahirete ve onun vaat ettiklerine dair ümidi kaybetmenin etkisi oldukça büyüktür. Bununla birlikte aynı dramatik final, dindarın Yaratıcının affediciliğine kayıtsız şartsız güvenmesi durumunda da ortaya çıkabilmektedir. Buna göre, dindarlığın dünyevileşerek kulluk ve ahlak noktasındaki ideal boyuttan uzaklaşmasında, neticesi günah olan davranışları önemsememe, onlarla yüzleşmekten kaçınma ve tövbeyi öteleme gibi pasif tepkiler varlık alanı oluşturmaktadır. Bunda da imandan neşet etmesi gereken güven duygusunun buharlaşması, havf-racâ dengesinin yitirilmesi, kul ile her daim ümit, ufuk ve umut merkezi olan Yaratıcı arasında gerçekleşen ve sürekli aktif/etkin bir boyut olan tevekkülün zihin ve gönül arşivinden silinmesi etkili olmaktadır.
Sosyal varlık olan insanın tüm yapıp etmeleri din, hukuk, örf gibi üst yapılarla düzenlenip kontrol altına alınmış olsa da birey, sosyal etki sebebiyle çevresine bigâne kalamamaktadır. Bu açıdan kişi, karakter inşasında önemli bir aktör olan dinden beslenip istikamet çizemediğinde mutlaka bir başka yere angaje olmaktadır. Çünkü hayatta her zaman bir sığınak arayışında olan insanoğlu, nihayetinde kendi özgür iradesiyle mutlaka iyi ya da kötü bir tercih yapacaktır. Buradan hareketle ifade edelim ki, dindarın dünyevileşerek öz niteliklerini kaybetmesinde, söz konusu menfi tutuma dair toplumdaki hâkim kültür, algı ve yaşamın uyma davranışı sonucu modellenmesi büyük ölçüde etkilidir. Bu teşhisin elbette aksi de mümkündür. Nitekim sekülerlik karşıtı yoğun bir dindarlık etiketine rağmen sahih dinî bilgi ve doğru metodolojiye dayanmayan dinsel tezahürlere ve bu manadaki örgütlenme şablonlarına yönelik tepkisellik de dindarlığı dünyevileştirebilmektedir. Çünkü uyma ihtiyacı, olması gereken ideal boyutta ve normal yollardan karşılanmadığında, toplumdaki olumsuz dinî figürlere tepki, dünyevileşmede olduğu gibi kontra etki yapabilmektedir.
Öte yandan, insanlar arası dirsek teması neticesindeki beşerî bir çıktı olan kıskançlık, rekabet ve gösteriş duygusunun da dindar bünyeyi dünyevileşme girdabına sürüklediği belirgin bir realitedir. Bu yüzden, merkez noktanın din olmadığı veya dinin sadece yarayışlı maslahatlar için kullanıldığı zaman ve mekânlarda anlam boşluğuna düşen dindar için dünyaya dair imaj, telkin ve kabuller can simidi mesabesindedir. Bu açıdan, dindarlık-dünyevileşme ilişkisinde modernitenin zihinlere telkin ettiği tükettikçe var olma ve bu bağlamdaki yarıştan kopmama psikolojisinin etkisi yadsınamaz. Bu sebeple, tüketim ve onun toplumsal kabul gören objelerine yönelimin dünyevileşmeyi düzensiz beslediği her türlü izahtan varestedir. Esasında geçici iyilik hali olarak ifade edilebilecek bu durum, ileriki süreçte dindara uzatmalı kabz hali yaşatacaktır. Dolayısıyla, temelde kaçma ve rahatlama psikolojisinin ürünü olan bu tablo sonucunda dindar, söz konusu kötü tecrübeyle hakiki yareninin onu aşama aşama kemale ulaştıran Rabbi olduğu gerçeğini gecikmeli de olsa idrak edecektir.