İstanbul Müftülüğü’nün bir yayını olarak İstanbul’un her semti, her hususiyeti için müstakil sayı hazırlasak dahi bunun sadece “bir şehir olarak İstanbul” namına yapılmış bir iş olmayacağı idraki ve iddiasındayız. Zira mânâ ile maddenin asırlar içinde kıvam bulduğu, İslâm’ın belki de en naif, en zarif biçimde tebellür ettiği bir ayna sayıyoruz İstanbul’u. İstanbul’u gözümüzde, gönlümüzde öyle büyütüyor ve evet, ona çok mânâ yüklüyoruz. O mânânın, İstanbul’a layık olabilmek, orada yaşamayı hakedebilmek, İstanbullu olmak gibi dertlerin altında eziliyor, küçülüyoruz. Öyleyse ne yapmalı?!
En iyisi Boğaz’ın kimi zaman hırçın kimi zaman nazlı akışı ve rüzgarın getirdiği denizin kokusuyla karışan baygın çiçeklerin rayihasında mest olarak bir kez daha düşünelim: Boğaziçi nedir? Paşalarla ağaların yalılarda bazen çatışan bazen yakınlaşan serencamı mı? Yoksa balıkçının, dervişin, aşığın, annenin, haminninenin kimileyin sevinçle, kimileyin iç geçirerek hayatını idame ettiği suyun iki yakası mı? Asude bir hayal ülkesi mi, fakirle zenginin ayrıştığı bir acı hayat mı? Sazla sözün, rindâne sermestliğin hayattan kaçtığı bir inzivagâh mı, tefekkür ve teemmülün harmanlandığı bir uzletgâh mı? Bizans havası mı, müslüman Türk’ün rüyası mı? Tarihte yaşanan ve orada kalan hatıralar yumağı mı yoksa dünden bugüne, bugünden yarına söyleyecek çok sözü olan ulu bir kitap mı? Boğaziçi’ni Boğaziçi yapan, ona ruhunu üfleyen ne, kim? Her cevap bir başkasının önünü açarken, bir diğerini kapatacak. O zaman cevapları değil, soruları çoğaltalım.
Yusuf Mardin ailesinin Sarıyer’deki Kocataş Yalısı’ndaki hikayelerini anlattığı Kocataş Yalısı Anılarım isimli kitabına Ruskin’den şöyle bir iktibasla başlar: “Eski bir yapıya özenle bak, onun üstüne titre; elinden geldiği kadar ve ne pahasına olursa olsun onu bakımsızlığın, yıkkınlığın etkilerinden koru. Bir tacın mücevherlerini sayar gibi onun taşlarını say! Kuşatılmış bir kentin kapısındaymışçasına ona bekçiler, gözeticiler koy; gevşeyip oynadığı zaman demir kemerlerle perçinleyip pekiştir; çökme tehlikesi karşısında payandalar dik; bu şefkatle, saygıyla, sürekli olarak yap ki, gelecek bir çok kuşak onu görüp gölgesi altından yürüyüp geçsin!” Ne kadar özlü, ne kadar yerinde bir çağrı! Ruskin sadece bir “yapı”nın muhafazasını mı kastediyor bu satırlarda?! Belki. Ama biz buradan bir şehri, İstanbul içre Boğaziçi’ni muhafazayı da anlayamaz mıyız? Asırlar içinde binlerce hadise, binlerce insan tarafından inşa edilmiş, ilahî kelâmın ilhamıyla hallihamur olmuş bir coğrafyayı?.. Renk renk, desen desen, ses ses, taş taş, çizgi çizgi, ışık ışık serpilen, yayılan, her darbeye, her ihmale rağmen güzelliği hatırlatmaya devam eden, serâpâ gönül olmuş bir coğrafyayı?.. Ki zamanın imbiği süzmüş süzmüş de sanki, ev sahipliği yaptıkları ve bağrında sakladıklarıyla hepsinin birden adı olmuş nihayet: Cemâl’in aynasında bir efsunlu Boğaziçi…
Ezcümle, Kitab-ı Kadim’den Efendimiz’in sözlerine, tarihten edebiyata Boğaziçi’ni nasıl anlatabilir ve anlayabiliriz diye düşündük bu sayıda. Kimler gelmiş, kimler geçmiş… Hepsini anmak ne mümkün?! Boğaziçi’nin tüm güzellikleri olmasa da camileri, tekkeleri, yalıları, mezarları, gemileri, ağaçları ve şarkılarını yâd ettik. Kandilli’de doğmuş büyümüş üç hanımefendinin hayatlarına misafir olup bir parça da onların pencerelerinden baktık Boğaz’a.
Konuştuk, dinledik, okuduk… Bir tatlı huzur bulduk. Bakalım sizler neler bulacaksınız?
46. sayıda görüşmek dileğiyle…
Fulya İbanoğlu
Editör