Dergimizin ismi Din ve Hayat olsa da, mahiyet bakımından bu ikisinin birbirinden ayrı düşünülemeyeceğinin farkındayız. Allah katındaki yegane “din” olan İslam aynı zamanda, yaşama biçimimizin esaslarını, varolmanın manasını, mahlukatın bu dünyayla öte alem arasındaki irtibatını kurabilmenin imkanını vermesi bakımından hayatın kendisi.
Diğer taraftan dinin muhatabı melekler değil insan ve o, bu dini melekut aleminde değil dünyada yaşamakla mesul; kendisi ve diğerleri, zaman ve mekan gibi pek çok bileşenle irtibatlı bir şekilde “hayat”la muhatap olduğundan tesirlere de son derece açık. Nizam böyle.
Efendimizin vefatından sonraki günler ve ilerleyen çağlar boyunca onun teklif ve tebliğ ettiği İslam’ın muhafazası, her dem ve halde tatbikinin devamlılığını sağlayabilme gayesi müslümanların ferdî ve içtimaî cehdine medar olmuş... Ezberlemişler, yazmışlar, nakletmişler, araştırmışlar... Buna mukabil bazen yanılmışlar, hatta düşmana benzemişler bazen de doğru işler yapmışlar, güzele güzellik katmışlar.
Neticede farklı coğrafyalarda ve iklimlerde İslam’la teşerrüf edip teslim olanlar, teslimiyetlerine kendi renklerini vermişler, kendi rehgüzarlarında, kendi mişvarlarıyla yürüyüp gelmişler. Nitekim Peygamberimiz aleyhisselamın dizi dibinde oturup ondan aldıkları feyz u bereketle imanın zevkine varmış ashabı olduğu gibi geçen bunca yılda onu görmeden sevip kendine rehber edinen milyarlarca müminin varlığı şüphesiz. Aksi de...
Seven sevdiğinden uzak düşmek ister mi? Sevdiğine benzemeye, onun sevgisine layık olabilecek işlerde bulunmaya gayret etmez mi? Sevenin sevdiğine teslim olmaması mümkün mü? Seven sevdiğini kandırır mı? Kimileyin yorulsa, zorlansa, “kendine” yenik düşüp başarısız olsa da sevenin gönüllülüğü tüm bunları aşıp geçmez mi? İnsan için her şey mümkün. Ama nihayetinde seven yolda kalmaz, tutup kaldırırlarmış. Ümitsizlikse şeytandanmış.
O halde selefin de halefin de hatasıyla sevabıyla Rableri katındaki yerlerini biz eksik kulların sorgulaması nezakete pek sığmayacak. Hataları ve sevapları görebilmek, uyanık müslüman olmak başka; kendi değerlendirmesini mutlak doğru bilmek, birini karalarken diğerini yüceltmek bambaşka. Birinin diğerine üstünlüğü olsa olsa takvada; takvasının kıvamını, nispetini bilebilmekse Cenab-ı Hakk’ın ilmi dahilinde. Bizim bilip görebileceğimizse belki selefle halefin birbirini tamamladığı, tarihi birlikte inşa ettikleri ve bu inşanın kıyamete kadar süreceğidir.
Tarihte de nüksettiği gibi modern zamanlarda İslam’dan “uzaklaşıldığı” kaygısıyla selefle halef
arasındaki bu denge bozulmuş gibi görünüyor. “Kur’an’a dönmek” adına tek tip “selefi/lik”ler icat ediliyor.
Biz de bu sayımızda “selefî” kime denir, “Selefilik” nasıl bir harekettir, “Ehl-i Hadis” ile “Selefî” arasında ne türden irtibatlar vardır gibi soruların cevabını aradık. 20. asırda kendisine “selefi” diyenlerin hususiyetlerini inceledik. Tarihin farklı dönemlerinde farklı ilim dallarında “selef” hassasiyetinin” ne anlama geldiğini anlamaya çalıştık. Bunları yaparken de birbirinden farklı düşünen ama temelde hassasiyetleri aynı olan yazarların yazılarını bir araya getirdik. Böylece meselenin tamamı olmasa da pek çok cephesini göstermeyi hedefledik.
İlmî faaliyetlerini büyük ölçüde Selefilik ve onun irtibatlı olduğu dinî-siyasî meselelere hasreden hocamız Mehmet Ali Büyükkara ile de mevzunun mahiyetini, aktörlerini, tarihini ve bugününü, sosyolojik ve psikolojik arka planını, menfi ve müspet veçhelerini konuştuk.
Ümit ederiz ki bu sayımız da tefekkür hayatımıza bir ivme kazandırsın, ötekileştirmeden, kırıp
dökmeden yeni sorular, yeni cevaplar üretmeye, bir tür muhasebeye vesile olsun.
48. sayıda görüşmek üzere, sağlıcakla kalın.
Fulya IBANOGLU
Editör