İnsanın karakterine, ahlaklına ters olmakla birlikte insanoğlu zıtları bir arada taşıma potansiyeli olan bir varlıktır. Zahirde hangi tarafın belirleyici karakter olduğunu tespit etmek zordur. Bir kere yaşanan tikel örnekten öte sonraki süreç galip karakteri gösterecektir. Bu süreç zarfında sözle dile getirilmesi bile zait olan, herkesçe ihtilafsız kabul edilmiş hakikatlere muarız davranış ve tutumların tekrarlanması, hatta biraz daha ileri gidilerek vicdani bir rahatsızlık duyulmadan sürdürülmesi, iki zıttan hangisinin kişinin yerleşik davranışı, karakteri olduğunu açık şekilde ortaya çıkarır. İşte bu ortaya çıktıktan sonra takınılması gereken karşı tavır da şekillenir. Zıtlıkları yaşayan bir kişideki bu galip karakteri ortaya çıkarmak herkes için mümkün olmadığı gibi hemen de çıkarılamaz. Söz konusu kişinin izin verdiği ölçüde sağlanan yakınlık veya birebir iletişime geçmek suretiyle buna muttali olmak mümkün olur. Hal böyle olunca, bozuk karakterli diyebileceğimiz kişinin bu yönünü keşfedene kadar geçen süreçte bu durumdan kaynaklı fesat yaygınlık kazanır. Bu itibarla, süreci daha baştan tedavi etmek ve zararı genele yayılmadan durdurmak icap eder.
Tevazu ve kibir, doğru söz ve yalan, sadakat ve ihanet gibi sayabileceğimiz birbirine zıt sıfatların her ikisinin birlikte bir kişide bulunması en hafif tabiriyle ikiyüzlülüktür. Sıradan bir insanda dahi örneğin tevazu ve kibir ikilisinden tevazuun, riya ve ihlas ikilisinden ise ihlasın erdemli bir davranış olduğu bilgisi bedihi olarak bulunur. Hal böyleyken insanlardaki davranış değişikliğini tetikleyen sebepleri irdelemek yerinde olacaktır. Bu sebeplerin özünde durum değişikliği bulunmaktadır. Şöyle ki insanın maddi durumu, makam mansıp durumu, tanınırlık durumu değiştikçe kendisi de en azından insani ilişkiler boyutunda değişim göstermektedir. Bunun temelinde de ahlaki olgunluktan yoksunlukla birlikte, kişinin farklı ajandasının olması gibi önceden kurgulanmış son derece samimiyetsiz bir takım menfaat sağlayan, akıllıca görünmenin yanında bayağı olan bir ruh dünyasına sahip olması yer almaktadır. Oysaki insanı değerli kılan şey erdemli ve bu erdemi uygulamada ilkeli olmasıdır. Erdemli olmanın yolu da asgari olarak “insan olma” veya karşıdakinin “insan olduğu” bilincine ulaşmakla mümkün olur. Bu bilinç aynı zamanda insanlar arası uyum için de şarttır. Zira insan olma formasyonunu kaybeden, etrafındakileri kaybeder. Ne kadar yüksekte olursa olsun kalabalıklar içinde yalnız kalır.
Meselenin bir diğer boyutu ise işaret edilen değişimler neticesinde kişide tezahür eden ait olduğu veya geldiği çevreyi görmeme, duymama, yok sayma başka bir ifadeyle var kabul etmeme halidir. İkili ilişkiler, insan olma zemini yerine kaygan zeminlerde kurgulandığından, zeminin değişmesiyle ilişkilerin şekli de maalesef değişmektedir. Bunun neticesinde psikolojik yük, sıkıntı bazen de depresyon zuhur etmekte, huzur yitirilmekte, planlar ve gizli gündemler ters yüz olmakla kalmayıp ıstıraba dönüşmektedir. Oysaki vahim sonuçlara gelinmeden Hz. Peygamber’in (s.a.s.); “Din tüm müminlere karşı samimi olmaktır...” (Buhârî, İman, 40) şeklindeki buyruğuna kulak vermek gerekir.
Kısacası elde edilen mülk, gelinen makam, yakalanan şöhret, her ne kadar insanı içinde kibir, ucub, görmezden gelme gibi insani ve ahlaki olmayan davranışlar sergilemeye sürüklese de Müslümana düşen, hayatın bu fırtınalı girdabında alabora olmadan tevazu ve samimiyet dalına yapışarak selamet sahiline ermektir. Zira musallada sıfırlanan vasıfların insana vefası, son nefese kadardır. Hâlbuki mümin, bütün nefeslerini dâr-ı bekâyı hesaba katarak alıp verendir.