En az 25 elementten meydana gelen insan vücudunun yüzde doksan dokuzu sadece altı elementten oluşur. Bunlar oksijen, karbon, hidrojen, nitrojen (azot), kalsiyum ve fosfordur. Buna göre 60 kg bir insanın vücudu 38.8 kg oksijen, 10.9 kg karbon, 6.0 kg hidrojen, 1.9 kg nitrojen ve 2.4 kg da diğer elementlerden oluşmaktadır.
Elbette insanın biyolojik ve fiziksel dünyası pek çok harikulade özelliğe sahiptir. Ancak insanı yeryüzünde öne çıkaran yönü yüklendiği misyon, duygu dünyası ve varlık âlemiyle ilişkisidir.
Şüphesiz insan yeryüzünün öznesidir. Dünya âdeta insan merkeze alınarak tasarlanmış, yaratılan her şey insanın hizmetine musahhar kılınmıştır. Bununla beraber sahip olduğu akıl, muhakeme, sorgulama yeteneği, nesneler arasında ilişki kurabilme, bilgi üretilme, teknoloji geliştirme ve mantıksal örgü oluşturabilme gibi özellikler bir taraftan insanı güçlü ve etkin kılarken diğer yandan muhtaç hâle getirmekte ve onun hayatının zor tarafını oluşturmaktadır.
Varlık dünyası içinde diğer canlılardan farklı olarak insanın en temel ihtiyacı “anlam” ihtiyacıdır. Mesela “Varlığın anlamı nedir?” sorusu düşünen insanın en temel sorusudur. Dolayısıyla insan öncelikle kendini tanımlamaya, varlığını anlamlandırmaya muhtaçtır.
Bir başka ifadeyle insan öncelikli olarak Allah’a muhtaçtır. Zira insanı yaratan, yaşatan ve onu üstün özelliklerle donatıp ulvi bir gaye ile yeryüzüne gönderen O’dur. Allah’a iman, varoluşun gayesini ve hikmetini izah eden ve hayatı anlamlandıran en büyük ve eşsiz imkândır. İnsan kendini ve yeryüzünde bulunuş amacını anlayabilmek için Allah’a muhtaçtır. Aksi hâlde anlam krizleri içinde savrulacak, gücü merkeze alarak ahlak ve hukuku ihmal eden bir yaklaşımla hem kendisine hem de yeryüzüne kötülük yapabilecektir. Diğer yandan mutlak itaat ve teslimiyeti sadece Allah’a hasreden insan, eşyaya esir olmaktan kurtulacak ve gerçek özgürlüğü yaşayabilecektir. Yani insan özgür olmak için Allah’a teslimiyete muhtaçtır.
Tüm iddialarına ve başkaldırılarına rağmen, yapayalnız, savunmasız ve çaresiz kaldığında sığınacağı yüce bir varlık olarak Allah’a muhtaçtır. İnsan, bir damla sudan dünyaya gelişini, her saniyede nefes alıp verişini, seherlerde Güneş’in doğuşunu, gecenin karanlığında gökyüzünün derinliğini tefekkür ettiğinde Yüce Yaratıcının kudretini ve O’na olan ihtiyacını daha iyi anlayacaktır.
İnsan vahye ve vahyi tebliğ eden peygambere muhtaçtır. Vahiy, insanın yeryüzü hayatı daha iyi olsun diye ilahi bir rehberliktir. İnsan, aklı ve geliştirdiği teknikler ile hayatı kolaylaştırabilme imkânına sahiptir ancak anlam ve ahlaka dair konularda ve aklı aşan alanlarda vahye muhtaçtır. Esasında vahiy, davranışlardan duygu dünyasına, toplumla ilişkilerden evrenle iletişime kadar her alanda insanın hayatına kılavuzluk etmektedir. Nitekim vahyin son ve evrensel kitabı Kur’an-ı Kerim’e bakıldığında, güzel ahlaktan hukuka, tefekkür etmekten araştırmaya, canlılar dünyasından fizik âleme kadar hayatın her alanında insanlığın ufkunu aydınlatan ayetlerin varlığı görülecektir. İslam düşüncesinde felsefeden astronomiye, tıptan biyolojiye, matematikten edebiyata kadar tüm ilimler ilhamını ve ahlakını Kur’an’dan alır.
Peygamber, vahyi tebliğ ve izah eden, onu yaşanan bir hayata dönüştürerek tatbikini gösteren seçilmiş kişidir. Adaletin, merhametin, insani değerlerin en güzel örneği ve en büyük temsilcisidir. Bütün peygamberler sadece Allah’a kulluk etmeyi, tüm varlığa şefkatle yaklaşmayı, muhtaçlara, zayıflara, mazlumlara yardım etmeyi, adalet ve hukuka bağlı kalmayı tebliğ etmişler ve bu değerlerin mücadelesini yapmışlardır. Dolayısıyla insan ancak peygamberlerin yolundan giderek onurlu, huzurlu, güven içinde bir hayata kavuşabilecektir. Peygamberi yok sayan ya da hafife alan insan, iyilik ve hakikat yolunda en önemli imkânlarından birine sırtını dönmüş olacak, pek çok sıkıntıya maruz kalacaktır. Zira peygamberler aynı zamanda Allah’ın hayata koyduğu sosyal yasaların canlı ve güçlü kalması için çalışmışlardır. Mesela adalet, merhamet, yardımlaşma gibi değerlerin güçlü olduğu toplum daha huzurlu ve güvenli olacak; haksızlık, bencillik ve kötülüğün yaygın olduğu toplum, pek çok bela ve musibetle kuşatılacak ve yaşanmaz hâle gelecektir. Bu âdeta sosyal hayatın değişmez doğal kanunudur.
İnsan insana muhtaçtır. İstediği her şeye sahip olsa da yalnız olan insan, mahrum ve mahkûm insandır. Konuşmaya, derdini anlatmaya, düşüncesini başkalarına açmaya, hayalini paylaşmaya muhtaçtır insan. Tek başına hayatlar ruhsuz ve heyecansızdır. İnsanı insandan uzaklaştırmak, bir nevi hayattan uzaklaştırmak, onu âdeta robotlaştırmaktır. Zira hayat canlılık ve heyecan içeren bir süreçtir. Komşu komşuya, akraba akrabaya muhtaçtır. Modern paradigmanın alabildiğine öne çıkardığı, kendi kendine yeterlik anlayışı insanın neşe dünyasını söndürmektedir. Maddi ihtiyaçları bakımından kimseye bağımlı olmama kaygısı anlaşılır olmakla beraber, duygu dünyasında insanın tek başına kalamayacağı da göz ardı edilemez bir gerçekliktir. Değil mi ki dünyadaki en büyük nimet bir samimi dosta sahip olmaktır.
İnsan iyi kalmaya ve iyilik yapmaya, merhameti kuşanmaya, kalbini sadakat, samimiyet üzere tutmaya muhtaçtır. İyilik yapmak her şeyden önce, insanın kendi kalbine iyi gelecek kendi yarasına merhem olacaktır. Kişinin başkaları için düşündüğü şeyler, kaçınılmaz olarak önce kendi kalbini kuşatacaktır. Bunun için kin, nefret, haset, suizan, her şeyden önce kişinin kendine, kendi kalbine yaptığı en büyük kötülüktür.
Elbette iyilik yapmak iyiliği hayata taşıyacaktır. Zira iyilik kendiliğinden ya da sadece istemekle değil iyilerin gayretiyle hayata egemen olacaktır. Bu bağlamda herkes, yaşadığı hayatta eleştirdiği şeylerin varlığından ya da özlediği güzelliklerin azlığından bir miktar da kendisi sorumludur.
İnsan tabiata, toprağa, ormana muhtaçtır. İnsan, sadece biyolojik ihtiyaçları ya da maddi varlığıyla değil ruhuyla da tabiatla iç içedir. Dolayısıyla doğadan uzaklaştıkça ruhuna da yabancılaşacaktır. İnsanın görevi doğayla mücadele etmek değil uyumlu yaşamaktır. Son üç asırdır dünyaya egemen olan Batı merkezli hayat tasavvurunun en talihsiz sonuçlarından biri de insanı tabiatla kavgaya tutuşturan bir mecraya sürüklemesidir.
İnsanın muhtaç olduğu her şeyle ilişkisini kendi iradesi ve tercihleri belirleyecek, muhtaç olduğu değerlere bilinç ve sorumluluk duygusuyla yaklaştığında kazanan yine kendisi olacaktır.
Elbette, kimseye muhtaç olmamak adına dile getirilen dualar ve yaklaşımlar, insanın varoluşsal ilişkisi olduğu değerlerden uzaklaşmasını, onları ötelemesini, onlara kayıtsız kalmasını değil sahip olduğu imkânları en iyi şekilde kullanma çabasını, emeği ve gayreti ile hayatını devam ettirme mücadelesini ve özellikle onur ve haysiyetini incitecek bir muameleye maruz kalmama idealini ifade etmektedir.
Sonuç olarak insan muhtaç oluşunu göz ardı ederek haddi aşar ve azgınlaşır. Kendini üstün görür, kibir ve gurura kapılır. Oysa insan muhtaçtır ve kendini müstağni gören insan kaybedişinin en açık ve hazin hikâyesinin içine düşecektir. Öyleyse şimdi A’lak suresinin altıncı ve yedinci ayetlerini tefekkür etmenin tam zamanıdır.