İnsanoğlunun anne rahmine konuk olmasından, ilahi hakikat olan göklerin kapısının açılmasına kadar geçen süre zarfında en çok ihtiyaç duyduğu histir güven duygusu. Kişinin içkin ve aşkın dünyasını anlamlandıran bu duygunun ilk istasyonu ise hiç şüphesiz bağlanma refleksidir. Zira İngiliz psikolog John Bowlby (ö. 1990), insanın güven ihtiyacının ilk kez anne ve çocuk arasında gündeme geldiğini ve sonraki süreçleri de bu başat aşamanın tayin ettiğini belirtir (bkz. John Bowlby, Bağlanma, çev.: Tuğrul Veli Soylu, Pinhan Yayıncılık, İstanbul 2012, s. 233). Buna göre, anne ve çocuk arasındaki ilk etkileşim ve iletişim süreci, bireyin eşyaya, âleme ve Allah’a yönelik bağlanma kalitesini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, güven duygusunu içselleştirmiş bireylerin; kendisi, çevresi ve Yaratanla güvenli bağlanma yaşantıları kurabileceğini söylemek imkân dâhilindedir. Aksi bir durum ise kişiyi dünya ve ahiret işlerinde kaçınan yahut saplantılı bir bağlanma yönelimine sürükleyebilir.
Güven duygusunun ilk muharriki, kişinin bizzat kendisidir. Dolayısıyla bir kimsenin kendisine mâl etmediği güven/özgüven hissi, başkalarına sirayet edemez. Bu itibarla, toplumsal zeminde nefes gibi alınmadan verilemeyen güven duygusunun topyekün ma’kes bulmasının yeter sebebi, bireyin tikel düzlemde inşa ettiği güvenli yapıdır. Zikredilen bu husus temin edilmediğinde oluşacak sosyal paranoyanın, toplumun tüm kalelerini zapt etmesi ise kaçınılmazdır. Bu noktadan hareket edilecek olursa, sistematik ve tutarlı bir biçimde yönetilen güven kimliğinin, kişinin kendi paradigmasının dışında kalan unsurlardan da müspet tepkiler alarak idealize edilmiş bir güven ahlakı oluşturacağını söylemek muhal olmaz. Bu meyanda, Hz. Peygamberin (s.a.s.) muhaliflerinin bile teslim ettiği “Muhammedü’l-emîn” sıfatını, yaşanan toplumun dinamikleri açısından bu doğrultuda anlayıp kavramak isabetli olacaktır.
Güven duygusu analiz edilip bileşenlerine ayrıldığında, bu hissin artı ve eksi iki zıt kutup olmak üzere sevgi ve korkuyla entegre olduğu görülür. Diğer bir ifadeyle, sevgiyle beslenip korkuyla kilo kaybeden güven hissi, beşerin varlık sahnesine adım atmasından bu güne, sözü edilen ikili çekim alanında asimetrik seyrine devam etmektedir. Öte yandan korkuyla kabz hâli yaşarken, sevgiyle uç verip yeşeren bahse konu duygulanım, tahkiki boyutta kalp atışlarını yavaşlatıp nefesleri derinleştiren sekînet ve tuma’nînet hissiyle taçlanmaktadır. Nitekim afakî ve enfüsî boyutları bulunan insana, dünya ve ukbâ süreçlerinde sağlam bir kulpa tutunması neticesinde, korkmama ve mahzun olmama şeklinde verilen ilahi garanti (bkz. Yûnus, 10/62), Yaratanla güven ilkesi üzerine kurulmuş muhkem bir akdin varlığını gözler önüne sermektedir.
Duygu, davranış ve tutum boyutuyla varoluşsal bir alan kaplayan güven hissi ile önyargı, önceki yanlış öğrenmeler ve kaygı arasında negatif bir korelasyonun varlığından söz etmek gerekir. Güven sağlığı açısından üzerinde hassasiyetle durulması gereken bu hissiyat, dinî literatürde “defu’l-mefsedet” bağlamında “şerden emin olma” şeklinde vücut bulmuştur (bkz. Buhârî, Edeb, 29; Müslim, İman, 73 [46]). Bir doğruyu bulma yerine dört yanlışı tespit etme şeklinde tezahür eden bu genel geçer kaide, kişisel ve toplumsal düzeyde tüm unsurlarıyla özümsendiğinde, toplumdaki yerleşik önermelerin; “Babana bile güvenme!”, “Sana güveniyorum ama başkalarına güvenmiyorum” formülasyonlarından çok farklı hüviyetlere bürüneceğini göstermektedir.
Diğer taraftan güven ile zihin arasındaki münasebet gözlemlendiğinde, geçici belleğe konu olan ilişkiler, güvenin daha soğuk yüzlü tarafı olan vadeyle kayıtlanmış birtakım yazılı sözleşmelerle güvence altına alınırken, kalıcı hafızaya konuk olan ilişkiler, açık çek hükmündeki kalbî safkalarla mün’akit olur. Söz konusu boyutu anlamlı kılan yegâne unsur ise eşya ve hadiseleri formatlayan zaman olgusudur. Zira üzerinden belli bir zaman geçen trajedi nasıl komediye dönüşüyorsa, zamanın besleyip büyüttüğü güven hissi de algı ve olguları sıradan olmaktan çıkarıp kalıcı bir marka hâline getirmektedir. Nitekim insanların güvenini kaybetmektense para kaybetmeyi yeğleyen malum anlayışın, sözü edilen mefhumun neticesinde meydana gelmiş olması muhtemeldir.
Güven hissi ancak düzen ve istikrarın bulunduğu ortamlarda kök salarak mutlak hürriyeti temin edebilir. Dolayısıyla Amerikalı psikolog Abraham Maslow’un (ö. 1970), kişinin kendisini gerçekleştirebilmesinin aşamaları bağlamında ortaya koyduğu ihtiyaçlar hiyerarşisinde, zaruri olan fizyolojik ihtiyaçların hemen ardından güven duygusunu zikretmesi, insanın fiziki ve ruhsal tekamül sürecinde bu hissiyatın kayda değer bir pozisyon işgal ettiğini göstermesi açısından önemli bir donedir (bkz. Abraham Maslow, İnsan Olmanın Psikolojisi, çev.: Okan Gündüz, Kuraldışı Yayınları, İstanbul 2000, s. 122). Buna mukabil dinî literatürde “zarûrât-ı hamse” olarak ifade edilen dinin, hayatın, aklın, neslin ve malın korunması şeklinde tebarüz etmiş beş tümel ilkenin temelinde de insanî bir değer olan güven duygusunun varlığını derinden hissetmek mümkündür.
Kulun Allah’la olan çok yönlü irtibatı ele alındığında, kişinin vesilelere ittiba ettikten sonra tevekküle doğru yol alması gerektiği anlaşılır (bkz. Âl-i İmrân, 3/159). Bu tedrici durum, zikredilen güven duygusunun ilk gelişim aşamalarını göstermesi açısından oldukça önemlidir. Bu bağlamda, kulun Yaratanla kurduğu en hassas boyut olan namaz ibadetinin her rekatında okuduğu Fatiha Sûresi’ndeki; “Bizi doğru yola ilet” (Fatiha, 1/6) ayetinin, “Bizi doğru yolda sabit kıl” şeklinde anlaşılması mümkündür. Bu meyanda söz konusu ayetteki “hidayet” kavramının “ibtilâ'” (yutma) manası taşıması yani bir annenin yavrusunu kucaklayıp içine alırcasına koklayarak sarıp sarmaladığı gibi, kulun da ana şeridin dışındaki farklı varyantlara sapmadan dosdoğru yol içinde Rabbi ile hemhâl olup güven dağlarına sırtını yaslaması, söz konusu mefhumu temin eden mühim bir tevildir (bkz. Muhammed b. Ömer b. Hasan b. Hüseyin et-Teymî, er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb/et-Tefsîru’l-kebîr, Dâru İhyâi’t-turâsi’l-arabî, Beyrut 1420/1999, I, 218). Özetle, kulun kısa, orta ve uzun vadeli iş ve işlemlerinde güvendiği dağlara kar yağmamasının ve sürekli yazdan kalma bir hayatı yaşamasının biricik yolunun, bahsi geçen anlamlandırılmış güven duygusunda saklı olduğu unutulmamalıdır.
Hz. Peygamberin, ashabıyla bu anlamdaki ilişkisine bakıldığında ise kaliteli bir güven duygusunun varlığı hemen göze çarpmaktadır. Nitekim Kur’an’da, gerçek kişisel ilişkilerin en önemli numunesi olan Allah Rasûlünün, ashabına karşı olan tutum ve tavrı; “Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir” (Tevbe, 9/128) şeklinde gözler önüne serilirken, ashabın da Efendimize yönelik bağlılığının en somut ifadesi olarak kullandığı; “Anam-babam sana feda olsun yâ Rasûlallâh” sözü (bkz. Buhârî, Megâzî, 40; Müslim, Zekât, 30 [990]), temas edilen ilişki boyutunun kalbe dokunan şifahi göstergelerindendir. Bu anlamdaki tescil edilmiş en dikkat celbeden ders niteliğindeki fotoğraf ise güvenin en üst ve kusursuz boyutunun resmedildiği Hudeybiye’deki 1400 kişiden oluşan ashabın, Hz. Peygamberle bir an bile tereddüt etmeden canları üzerine yapmış olduğu biattir. (bkz. Râzî, Mefâtîhu’l-gayb/et-Tefsîru’l-kebîr, XXVIII, 73)
Mazideki oluş ve erişleri hâl ve istikbale taşıyacak olursak, kişiyi aşama aşama kemale ulaştıran Rabbi ile kulu arasındaki anlatılmaz yaşanır bir tecrübe olan güven hissinin, fizik ve ötesi meselelerde güvercin tedirginliği yaşayan modern insanı, Hz. Yusuf’un gömleğini koklayıp yüzüne süren Hz. Yakub’un karanlıklarının aydınlanması gibi, maruz kaldığı hafakanların baskınından çekip çıkaracağını belirtmek gerekir. Bunun için de muhtaç olunan kudretin, iman esaslarına yeniden iman etmekte saklı olduğu unutulmamalıdır.