Dale Carnegie’nin “DOST KAZANMA ve İnsanları Etkileme Sanatı” kitabını lise yıllarımda okumuştum. O yıllarda bende ciddi tesir bırakmıştı. Yakın geçmişte bir kez daha okudum. Birçok konferans ve seminerde bu kitaptan örnekler verdim.
Bu kitabı gündeme getirmemin sebebi oradaki bir örnektir. Hafızamda kaldığı kadarıyla olay şöyleydi: Makine imalatı yapan bir fabrikatör pazarlamacısına satış için bir firmaya gitmesini ister. Talimatı alan pazarlamacı ilgili şahsa gitmeden önce kişinin tüm özelliklerini en ince detayına kadar öğrenir. Adamın hobi ve fobilerini, sevdiği ve sevmediği, beğendiği ve nefret ettiği hemen her şeyini.
Kendince bütün hazırlıkları yaptıktan sonra ilgili firmaya gider. Patron ofisinde kabul ettiği misafirine ne içersiniz diye sorar. Pazarlamacı kendinden gayet emin bir şekilde; patronun sevdiği içeceği söyler. Adam dikkatle şahsın yüzüne baktıktan sonra; “demek ki bu konuda yalnız değilmişim” der.
Muhabbet ilerledikçe muhatabını iyi tahlil eden pazarlamacı, sevdiği ve beğendiği konudan konuya geçerek, iş sahibini iyiden iyiye kendinden geçirir. Güzel bir muhabbet olur. Fabrikatörün istediği kıvama geldiğini gördükten sonra da; “efendim şöyle bir makinemiz var. Tam da aradığınız ölçülerde…” diyerek makinaların tanıtımına geçer. İlgili patron ihtiyacı kadar, hatta ihtiyacından daha fazla makine satın alır.
Bu örnekten hareketle her alanda olduğu gibi başta Diyanet alanında olmak üzere görev yapan/yapacak olan din gönüllüsü kardeşimin, başarılı olabilmesi için tayininin çıktığı il, ilçe, köy, mahalle ve mezraya gitmeden orada yaşayan insanların meşrebini, mezhebini, örfünü, âdetini iyi öğrenmelidir. Gittiğiniz yerdeki insanların halleriyle halleşmeden, dilleriyle dilleşmeden başarılı olunmayacağını bilinmeli.
Gene bilmeliyiz ki, her hangi bir meselede başarının yolu;
Kişinin; kendi gücünü,
Rakibinin gücünü,
Mücadele ettiği ortamı iyi bilmekten geçer.
Yıllar önce tebliğ konusunda yaptığım bir araştırmada Efendimizin İslam’a davet mektupları ve gönderdiği sahabeleri nasıl seçtiğini çok merak etmiştim. Gördüm ki, yapılan elçi seçimi hiç te öyle sıradan değilmiş.
Elçiler, gideceği ülke yöneticilerinin dinini, dilini; örf ve âdetini iyi bilenlerden seçilmiş. Diplomatlar belirlendikten sonra Peygamberimiz gönderilecek mektupları kâtiplerine özen ve dikkatle yazdırırdı.
Gönderirken de şu hatırlatmayı yapıyor: “Hz. İsa’nın davet ettiği hususa, ben de sizi davet ediyorum. Ama siz Hz. İsa’nın havarileri gibi yapmayınız. Hz. İsa onları, mektuplar yazarak padişahlara ve valilere göndermişti. Bunlar, Hz. İsa’nın ülkesi civarındaki hükümdarların yanına çıkmak ve mektubu verme cesaretini gösteremediler. Siz böyle yapmayınız. Sizleri elçi olarak göndereceğim, mektuplar yollayacağım, fakat siz bunları götürecek ve muhataplarına ulaştıracaksınız.”
Bu hatırlatmanın ardından yazacağı mektuba; “Allah’ın Resulü Muhammed’den” diyerek başlardı. Ardından da mektubu yazdığı şahsın ismini yazardı. Mektupların hemen tamamı “…İslam’ı kabul edersen selamet bulursun, şayet Allah’ın bu mesajından yüz çevirirsen bütün tebaanın (halkın) günahı senin üzerine olacaktır” diye devam ediyor, sonuna da “Allah Resulü Muhammed” mührü basılıyordu.
ÖRNEK
HATIB BİN BELTA İLE MUKAVKIS ARASINDA GEÇEN MÜKÂLEME
Mısır hükümdarı Mukavkıs gelen mektubu okuduktan sonra gülümseyerek şöyle dedi: “Eğer Muhammed gerçekten peygamber se isterdim ki bana mektup yazıp tebliğde bulunmak yerine, benim aleyhime ‘Ya rabbi, beni Mukavkıs’a musallat kıl’ diye Allah’a dua etseydi. Hatıb bin Belta; “Sizin itirazınız doğru olsaydı, o zaman Hz. İsa’da kendi muhaliflerine beddua ederdi. Hâlbuki o, bunu tercih etmemiştir.”
Mukavkıs buna cevap vermedi ama “kendisin Hristiyan olduğunu, bunu terk etmesinin mümkün olmadığını” söyler.
Mukavkıs’ın bu açıklamasına Hatıb; “Biz de böyle iman eder, böyle düşünürdük. Fakat artık delillerle sabit oldu ki, İslam’dan daha iyi ve daha üstün bir din yoktur ve olmaz. Ayrıca biz kendi dinimizi diğer dinlerden yüksek ve kendi Peygamberimizi de üstün saymakla beraber, daha önce gelip-geçmiş Peygamberlere ve onların getirdikleri kitaplara da iman ederiz. Biz, Hz. İsa da dâhil Peygamberler arasında ayırım gözetmeksizin hepsine iman ederiz.”
Sükûnetle dinleyen Mukavkıs başka bir konuyu değiştirerek; “düşmanlarınız sizi vatanınızdan çıkardılar. Niçin Peygamberiniz onların aleyhine dua edip de helak olmalarını Allah’tan istemedi.”
Hatıb bin Belta; “Bizim düşmanlarımız, Peygamberimizi ve O’na inananları yalınız memleketlerinden çıkardılar. Fakat Hz. İsa’nın düşmanları onu önce yakaladılar sonra da öldürmeye ve çarmıha germeye teşebbüs etmişlerdi de Allah onu ellerinden kurtardı. Fakat O yine onların helak olması için beddua etmedi.” (Sünnetin Işığında Tebliğ ve Davet; Doç. Dr. Fikret Karaman s. 191-192)
Mukavkıs bu mükâlemenin ardından sükûnete erdi. Erdi ermesine ama maalesef iman etme şerefine nail olamadı. Fakat elçiye çok saygılı davrandı. Önce Peygamberimize bir mektup yazdı. Ardından iki cariye ve muhtelif giyim eşyasıyla beraber, binmesi için bir de katır hediye etti.
Görülüyor ki; Hatıb bin Belta’ da İslami bilgi kadar Hıristiyanlık bilgisi de mevcutmuş, ayrıca ciddi bir özgüveninin bulunduğu anlaşılıyor. Diğer elçiler de aynı hassasiyetle tespit edilmiştir.
O halde Peygamberin varisi olan din gönüllüsü kardeşim, görev yaptığın yerde insanların gelmesini beklemeden gitmeyi, istemeden vermeyi, denemeli ve uygulamalısın. Nasıl Allah’ın Resulü;
*Anarşiyi, kanun ve nizamla,
*Kabilevi kan davalarını, bütünlük ve disipliniyle,
*İç bölünme ve çatışmaları, kardeşlik bağıyla,
*Zulüm ve katli, adalet ve insan hayatına hürmetle,
*Müstehcenliği ve zinayı, edep ve iffetle,
*Fıskı, fazilet ve takvayla,
*Sınıf ayrımını, kardeşlikle,
*Putlara tapmayı, Allah’a iman ve itaatle değiştirdi ise siz de, biz de birçok kötülüğü yok edip, iyilikleri ikame edebiliriz.