İnsanlık kendisi için takdir edilen yaşam süreçlerini idrak edip modern zamanla buluştuğunda, yaşanan dünyada birtakım fıtri değişiklikler meydana gelmiştir. Nitekim insanoğlu bu yeni düzende; “Allah, göklerdeki ve yerdeki her şeyi kendi katından (bir nimet olarak) sizin hizmetinize verendir. Elbette bunda düşünen bir toplum için deliller vardır” (Câsiye, 45/13) ayetinin işaret ettiği ideal nizamı hayattan çekip alarak maddenin yörüngesine girmiştir. İnsan ile eşya arasında yaşanan bu otorite değişikliği neticesinde hâkim sistem, insana sus payı olarak bireysellik tacını takmıştır. İnsanı çevreden ve kâinattan soyutlayıp onlara galebe çalmasını her daim kulağına fısıldayan bu karanlık düşünce, nihai kertede insana tanrısal vasıflar atfetmeye kadar işi götürmüştür. Böylelikle ontolojik olarak ubûdeti, bilinç açısından da ubûdiyeti unutan insanoğlu gözünü yukarılara dikmeye başlamıştır. Zikredilen süreç neticesinde de insan, her şeyin merkezinde olma ve her şeye erme ihtirasını yaşam mottosu hâline getirmiştir.
Modern zamanda; “Öyleyse, bir işi bitirince diğerine koyul” (İnşirâh, 64/7) ilahi düsturunu, her hayırlı işin bitiminde yeniden Yaratıcıyla buluşmaya vesile olacak yeni bir başlangıç olarak anlamaktan ziyade dünyevi edinim sekansı şeklinde algılayan insan, dümenini daima yeni seküler hedeflere kilitlemiştir. Buna ulaşma serencamında da çevresinin farkında olmayan yahut etrafındakilere burun ucuyla klark çeken asılsız ve vasıfsız bir insan tipolojisi tebarüz etmiştir. Böylece erdemli insanın ayrılmaz niteliklerinden olan merhamet ve adalet duygusu beşeri arşivden bir çırpıda silinmiştir. Dolayısıyla öncelikle amacına ulaşmak, sonrasında oraya iyice yerleşmek için asimetrik ve nobranca tavırlar sergileyen insan, bilerek yahut bilmeyerek çevresindekileri örseleyip kanatmıştır. Büyük oranda geçmiş yaşam yoksunluklarının sebebiyet verdiği her daim vizyonda olma/kalma düşüncesini temel motivasyon edinen böylesi bir kimliğin, aslında mutlak olarak her şeyin üstünde ve merkezinde olamayacağını bilmesi gerekmektedir. Nitekim “…Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için (çeşitli alanlarda) kimini kimine, derece derece üstün kıldık…” (Zuhruf, 43/32) ayeti, bu gerçeği tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir.
Resmedilen kifayetsiz muhterisin ortaya koyduğu davranışların en menfi yansıması ise dolaşımdaki ifadesiyle “cam tavan sendromu” olarak bilinen yıkıcı bir neticeye kapı aralamasıdır. Bu tanımlama, imkân ve kabiliyet sahibi nitelikli kişilerin layık oldukları konumdan engellenmek suretiyle arzuladıkları amaca ulaşamadan çarpıp kaldıkları görünmez bir bariyer olarak betimlenmektedir. Dolayısıyla bu durum, yetenek ve karakteri aynı potada mezcetmiş bireyleri motivasyon kaybına, tatminsizliğe, fırsat eşitliğinden uzaklaştırıp soğukluğa, derin bir sessizliğe ve son tahlilde çekilme davranışına sevk etmektedir. Bireysel ve toplumsal ahengi bozan bu virüs neticesinde de münhal pozisyonları bahse konu networkün uzantısı olan vasıfsız kimlikler işgal etmektedir. Böylece niteliksiz benzerlerden oluşan bir örüntü, toplumun tüm şubelerine hâkim olmakta ve sonuçta külli bir fesat ve bereketsizlik gözün görebildiği her yeri kuşatmaktadır.
Fıtrata mugayir davranışlar sergileyen, zihin ve gönül mizanına ağır gelen “hayırlısı” ifadesini bundan sonra yalnızca dile konu eden söz konusu anlayışta, artık hedefe ulaşmak için tüm yollar mubah olmuştur. Sabitelerden taviz vererek ahlaki ilke ve değerleri sulandıran bu Makyavelist depremin ilk artçıları kişiyi kimlik, şuur ve istikamet bozgununa uğratmıştır. Hâl böyleyken, kendisine menzil tayin ettiği gayeye ulaşmak için tüm detayları hesaplayıp var gücüyle çalışan ve en sonunda muradına ulaşan insan, itaat ile kametsiz geçirilen bu yoğun, hareketli ve sancılı sürecin sonunda doğal olarak yorulmuştur. Nihayetinde istediği olmuş, fakat vizyonda geçirdiği her geçen günün sonunda çokluğun hiçlik olduğunu kavramış ve bünyeyi tehdit eden bir anlam zehirlenmesi yaşamıştır. Dolayısıyla, başlangıçta gözünde büyüttüğü her ne varsa sıradanlaşmış; gizem kalkmış, sihir bozulmuştur. Bu noktada, işgal edilen konumun omuzlarına yüklediği ağır sorumluluk günbegün belini bükmeye başlamıştır. Kişiyi asıl cevheriyle yüzleştiren imkân, ona haddini bildirmiş, ardı arkası kesilmez travmaların ayak sesleri fazlaca duyulmaya başlamış; selamet, sekinet ve sükûnet, vedanın el sallanan eski bir tanıdığı hâline gelmiştir.
Modern dünyanın aldatıcı zokasını yutan görünürdeki muktedir insan, bu aşamadan sonra eskiye dönemeyeceğinin bilinç ve korkusuyla kendisini geçmişi imhaya, geleceği de sahte eşya ve dostlarla ihyaya adamıştır. Esasen anda var olup yaşaması gerekirken, dünya kartlarını durmadan karıp her daim ileriki sahneleri kurgulayan bu panik atak kimlik, yılmaz çabalarla var ettiği makamının konforlu konforsuzluğunu artık iyiden iyiye hissetmekte, farkında olmadan etrafına da ihsas ettirmektedir. Gayrimeşru yollarla inşa edilen hayri mekânların insanı içine çekip hemhâl edeceği yerde tam tersine itmesinde olduğu gibi, bu kimse de çevresindekiler için artık itici güç hâline gelmiştir. Dünyevi edinim için gerekli her türlü maddi-manevi donanımdan vareste bir figürün söz konusu kazanıma malik olup hüküm sürmesi analiz edildiğinde bu durum ancak istidrâç gerçeği ile açıklanabilir. Buna göre, hiçbir müspet kural tanımadan dünyada hoyratça yol alan insan, süreç içerisinde kendisinin bile şaşkınlıkla karşılayacağı ongun imkânlara kavuşmakta; fakat bu sürenin sonunda beklenmedik bir anda her şeyi ile birlikte yerle yeksan olup tarih sahnesinden silinmektedir.
İşte, her şeyin sonlu olduğunu yoğun gündeminden dolayı idrak edemeyen muhteris kişi, bir gün gördüğü bu derin rüyadan uyanıp ister istemez çevresinin farkında olmaya, onlara göz kırpmaya başlayacaktır. Fakat dört işlemi aşan hesaplar sonunda her şeyi olarak gördüğü hedefine ulaşan ve sonunda her şeyini yitiren bu kimse, kendini kaybettiği süreçlerden dolayı eski mahallesine konuk olamamakta ve belki de vahyin; “…Aynı şekilde bugün de sen unutuluyorsun…” (Tâhâ, 20/126) hitabının işaret ettiği bir tepkiyle karşılaşmaktan korkmaktadır. Çünkü artık insanların arızi konumuna gösterdikleri teveccüh kaybolmuş, kendiliğiyle baş başa kalmış ve hiçlik perdesinde karar vermiştir. Dolayısıyla yiyip içtiği, giyinip dolaştığı geçici imkân sağanaklarından yanına, ileride dinleyicisinin bulunması hâlinde anlatılacak hatıralar demetinden başka bir şey kalmamıştır. Sözü edilen mevsimlik konforu yaşamasaydı, muhtemelen istidadı nispetince kendisine ve çevresine faydalı bir birey olacakken, bu anlamsız durumda elinde kalan sadece zaman kaybı ve geleceğe dair karanlık, umutsuz bir bekleyiştir. Fakat onu eşikte bekleyen asıl problem, yaptığı hatalı davranışlardan dolayı diğer insanların yaşam hakkına tecavüz eden liyakatsiz bir sürücünün yaşadığı vicdani baskı nöbetlerinde olduğu gibi uzatmalı bir kabz hâlidir. Bununla birlikte, hak ettiği sorumluluğu layıkıyla deruhte eden kişi hakkında zikredilen menfi yansımaların hiçbiri söz konusu değildir. Tüm bunlar göstermektedir ki, toplumun her bir kademesinde örselenen dinamikleri ikame edecek yegâne vasıf itaatten ziyade liyakattir. Nitekim “İş ehil olmayana verilince kıyameti bekle!” (Buhârî, İlim, 2) sözüyle bütün acemi beklentileri boşa çıkaran Hz. Peygamber (s.a.s.) bu konudaki en önemli referanstır.
Bu itibarla, dünyalıklara dair maruf, meşru ve makul bir umut besleyen kimse; “Sonra o gün, nimetlerden mutlaka hesaba çekileceksiniz” (Tekâsür, 102/8) ilahi ihtarını akıldan çıkarmadan, tıpkı Hz. Musa’nın (a.s.) dilinden gönüllere misafir olan; “…Rabbim! Bana göndereceğin her hayra muhtacım…” (Kasas, 28/24) duasını kuşanarak dünyaya talip olmalıdır. Çünkü zamanın en önemli beşeri çıktısı olan tecrübeyle sabittir ki, bir arzunun hayat bulmaması kimi zaman gerçekleşmesinden daha hayırlıdır. Bu yüzden, her şart ve durumda Allah için olmak ve O’na ermek, kişiyi mâsivâdan mâverâya, fenâdan bekâya ulaştıracak ve nihayetinde son gülen olarak bu dünyadan kazançlı çıkaracak yegâne stratejidir.