Rasûlullah (sav) Efendimiz, 622’li yıllarda 40 yaşında nübüvvet vazifesiyle şereflendirildikten sonra, yaklaşık 13 yıl kaldığı, doğup büyüdüğü, çocukluğunu, gençliğini geçirdiği Mekke-i Mükerreme’yi terkedip Medîne-i Münevvere’ye hicret etmek zorunda bırakılmıştı. Zira Mekke’nin müşrik ve kâfirleri, İslâma ve Müslümanlara hayat hakkı tanımaz hale gelmişlerdi.
Hicretten sonra Medîne’deki 8. Yılında artık vaktin tamamlanmış olduğunu düşünmüş, evlerine dönme vaktinin gelmiş olduğunu tasavvur etmiş olmalı ki, Mekke’nin Fethi için hazırlık yapılmasını istedi ashâbından ve 10.000 civarında bir ordu ile Mekke’yi fethetmek üzere yola çıktılar.
Rasûlullah Efendimiz fetih gününde Mekke’nin kapısından içeri girerken, muzaffer bir komutan edasıyla değil, başı önüne eğik, mütavâzı bir âbid edâsıyla şehre giriyordu. Bu yolculuk esnasında, yani henüz fetih gerçekleşmeden, Medine’den Mekke’ye doğru seyir halindeyken yaşadıkları bir hâdise, insanın göz pınarlarını ıslatacak niteliktedir. Yaşanan zulüm ve merhametsizlik örneklerine karşı, mutlaka zihnimizin bir köşesinde kalması gereken muhteşem bir nebevî tablodur.
Yolda giderken, yavrularını emzirmekte olan bir köpeğe rastlarlar Allâh’ın peygamberi (asm) ve ashâb-ı kirâm (r.a.)… Rasûlullah (sav), ordunun görmeden, bilmeden köpeğe ve yavrularına zarar verebilecekleri endişesiyle sahabeden birini çağırarak ona bir talimat verir. Buyurur ki; “Ordu, bu köpeklerin yanından geçişini tamamlayıncaya kadar burada nöbet tutacaksın. Farkında olmaksızın hiçbir kimse, bu hayvancıklara zarar vermesin diye.”
Bizler, annelerini emmekte olan yavru köpekler rahatsız olmasın diye ordusunun yolunu değiştiren Hz. Muhammed Mustafa (sas)’in ümmetiyiz. Hiç şu merhametsizlik görüntüleri bize yakışıyor mu? Bir köpeği boynundan aracın arkasına bağlayarak can verinceye kadar sürükleyip eziyet etmek, zulmetmek bize yakışıyor mu? Bir kediyi, kuşu, ya da başka bir canlıyı zevk olsun diye tekmelemek, ona acı vermek bize yakışıyor mu? Değil Müslüman olmak, bu acımasız haller, insan olana yakışıyor mu?
Allâh’ın Nebîsi (as), hayvanlarımızı kurban ederken bile, “boğazladığınız zaman, boğazlamayı güzel yapın” buyurmuşlar, kör bir bıçakla bir hayvanı kurban etmeye çalışan bir sahâbîyi görünce; “senin niyetin bu hayvanı birden fazla/birkaç kere öldürmek mi, ne yapıyorsun?” diye uyardığını biliyoruz.
Tüm canlılara olduğu gibi, hayvanlara da şefkat ve merhametle muâmele etmek imanımızın bize yüklemiş olduğu sorumluluklardandır. Bizler, merhamet âbidesi, âlemlere rahmet olsun diye gönderilen bir güzîde Peygamberin, onun yolunda olduğu iddiasıyla hayat süren bir ümmetiz. Elbette ona layık olmak istiyorsak, elimizden, ayağımızdan, gözümüzden, kulağımızdan, dilimizden, düşüncelerimizden bütün bir insanlığın ve varlıklar âleminin emin ve emniyette olması gerekmez mi?
“İnsanlık için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmet” (Âl-i İmrân, 3/110) olan/olması gereken bir toplumun bu hassasiyetleri göz ardı etmesi, dînî inanç ve düşünce atmosferinden ne kadar uzaklaştığını gösterir. İslâmî ve insâni hassâsiyetlerimizi, sorumluluklarımızı oturup yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor.