“Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah'a iman edersiniz. Kitap ehli de inansalardı elbette kendileri için hayırlı olurdu. Onlardan iman edenler de var. Ama pek çoğu fasık kimselerdir. (Âl-i İmrân, 110)
Melekler nefs sahibi bir varlığın yeryüzünde halife olacağını öğrendiklerinde: “Ey Rabbimiz biz seni hamd ile tesbih edip takdis ederken yeryüzünde bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? diye sormuşlardı. Cenâb-ı Hak ise onlara: "Hiç şüphesiz ben sizin bilmediğinizi bilirim" buyurmuştu. (Bakara, 30)
İnsanın, varlığının henüz başlangıcında meleklerin böyle bir sorgusuna konu olması ve bu sorgulamanın Allah tarafından Kur’an-ı Mübîn’de bize haber verilmiş olması, esasında insana ve dünya hayatına dair pek çok hususu anlamamızı sağlayacak ipucunu vermektedir. Öyle ki inançsızlık felsefesinin temel argümanlarından biri olarak sıklıkla karşımıza çıkarılan kötülük problemi, (teodise) ayette verilen perspektiften bakıldığında ciddi bir karşılık bulmaktadır. Bu perspektif öncelikle insana, insanın iradesi ve tercihinin konusu olan kötülüklere dikkatlerimizi çekmektedir. Dünya hayatının kötülüğe de elverişli bir ortam olacağı, üstelik bu kötülüklerde insanın fiilleri ve seçimlerinin belirleyici olacağı, meleklerin bu sorularından anlaşılabilmektedir. Dahası aynı insana – ilim verildikten sonra- Cenâb-ı Hakk tarafından “halifelik vasfı” verildiği, dolayısıyla Allah’ın rahmeti ilke edinen iradesinin (En’am, 54) tezahürlerinin yeryüzünde gerçekleştirilmesi görevinin insana verilmiş olduğu ayetten anlaşılabilmektedir. (Ayr. bkz. Mülk, 2) Bir başka açıyı da buraya eklememiz herhalde mümkündür. İnsanın dünyada iyilik ve kötülükle karşı karşıya olması ve bu ikisi arasında tercih imkânı bulması, (Şems, 7-10 ) insanın kendisini gerçek anlamıyla gerçekleştirmesine imkan sağlamaktadır. Bu ise insanın kendini görebilmesi, hayatı ve özgür iradesinin sonundaki iyilik ve kötülük tercihinin karşılığını bulmasını (ahiret hayatı) daha da anlaşılır kılmaktadır. Zira özgür irade ile gerçekleşmiş bir iyilik ve kötülüğün aynı seviyede ve değerde görülmesi düşünülemez. (Sâd, 28) Aynı şekilde ciddi ve zor bir tercihle yapılmış iyilik ve kötülüklerin karşılıksız kalması da kabul edilemez. Dolayısıyla dünya hayatında insana –kendi iradesinin konusuna giren iyilikler ve kötülükler alanında- başrol verildiğini söylememiz rahatlıkla mümkündür. Burada peki insan neden ve niye böyle bir durumun öznesi olmuştur? sorusu akla gelmektedir. Burada aradığımız cevabın başka bir ayette karşımıza çıktığını söyleyebiliriz:
“Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.” (Ahzâb, 72)
İnsanın yeryüzü serüveninin başat unsurları diyebileceğimiz söz konusu gerçeklikler, insanın bizzat öznesi olduğu “kötülük problemi” açısından bulunduğumuz durumu gözler önüne sermektedir.
Kur’an-ı Kerim’de ortaya konulan bu çerçeve, kötülüğü ve kaynağını merak eden insanın öncelikle dünyadaki konumu ve sorumluluğunun ne kadar farkında olduğu ve dünyada kendisini konumlandırdığı yerin ne kadar isabetli olduğunu sorgulamasının önemini bize göstermektedir. Dünyada savaşların, kimyasal, nükleer ve biyolojik silahların, aşırı tüketim anlayışının, adaletsiz gelir dağılımlarının, tabiata karşı basit gerekçelerle işlenen feci cinayetlerin, ayrımcılık ve bencilliklerin sebep olduğu kötülüklerde insanı ve iradesini görmezden gelmek kötülüğü düşünmede yapılabilecek en büyük hata olacaktır. Hatta bunlara birtakım menfaatlerden dolayı kötülüklerin parçası olmaya can atma durumlarını, kötülüklere sessiz kalma ve kötülüklerden herhangi bir rahatsızlık duymama tavırlarını eklemek de gerekecektir. Bugün kötülük problemini, zayıflara neden gıda ve elbise gibi zorunlu ihtiyaçlarının değil de daha çok silah gönderildiğini sorgulayarak tartışmak gerekmektedir. Bugün kötülük problemini insanlığın, daha çok kan akıtılması ve daha çok gözyaşı dökülmesi konusunda neden bu kadar hırslı davrandığı, terör yapılanmaların bu kadar imkânı nasıl bulabildikleri, savaş ve çatışmaların nasıl bu kadar uzun sürebildiği gibi gerçeklikleri sorgulayarak ele almamız gerekmektedir. Kötülük problemini, çevre ve iklim felaketlerinde, açlıktan ölümlerde, kıyılara vuran çocuk cesetlerinde, pervasız katliamlarda, kimlerin veya hangi gerekçelerin etkili olduğunu; bu hususta yapılabilecekleri, neden yapılmadıklarını irdeleyerek düşünmek zorunludur.
Rahatlıkla söyleyebiliriz ki insan kendini, gücünü, iradesini, aklını, gönlü ve vicdanını önüne Allah tarafından konulan hidayeti (vahy) yaptıkları ve yapmadıkları ile birlikte düşünebildiğinde ancak kötülüğün de iyiliğin de kaynağını bulmuş olacak ve belki de bu şekilde hep şikayet ettiği kötülüklerle mücadele için kollarında esaslı bir güç bulabilecektir. İnsanın kendi tercihi ve iradesi ile alakalı olan, -sonucunu ve mahiyetini de bildiği halde- yaptıkları ile ortaya çıkan olumsuzluklar ve kötülüklerde suçu başka yerlere yönlendirmesi, kendisi için bir nevi “afyon etkisi” oluştursa da sonuçta bu palyatif çözüm, insanın fiillerinin sonuçları ile er ya da geç karşılaşması gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır. Şu ayet-i kerime ile bu anlamda tekrar yüzleşmek konuyu daha iyi anlamada önemlidir:
“İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde fesad/ düzensizlikler ortaya çıktı, ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler. (Rûm, 41)
Sözün burasında bütün insanlık için sağlam bilgi ve temiz bir kalple işletilmesi çok önemli olan bir müessese -evrensel mahiyetli bir görev tanımı ile- karşımıza çıkmaktadır. Allah azze ve celle kötülüklerin kol gezeceği dünyaya “en hayırlı ümmet olma” şeklinde bir görev tanımlamasını, son peygamberi Hz. Muhammed’e (s.a.s.) indirdiği Kur’an’da yapmış ve Hz. Muhammed (s.a.s.) ümmetini iyiliği emretme kötülüğe de karşı çıkma vasfıyla özdeşleştirmiştir. Bugün insanlığın her zamankinden daha çok ve daha güçlü bir şekilde “en hayırlı ümmete” ve en hayırlı ümmet misyonuna sahip çıkmaya ihtiyacı vardır. Aksi takdirde kötülüklerin yayılması, iyilikleri de ortadan kaldırması mukadder olacaktır. Dolayısıyla insanlığın her şeyden önce kötülükler karşısında çaresiz olmadığı bilincine ulaşması ve iyiliği yaygınlaştırmak için güçlerini ve iradelerini gerçek bir samimiyetle birleştirmesine ihtiyaç/ zaruret söz konusudur. Unutulmamalıdır ki Allah azze ve celle yeryüzünde halifelik görevi verdiği insanı yeryüzünü imar etme çabasında asla yalnız bırakmayacaktır.
Yazıyı şu ayetle tamamlamak uygun olabilir:
“Semûd kavmine de kardeşleri Salih'i peygamber gönderdik. Dedi ki: "Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin ondan başka hiçbir ilahınız yok. O sizi yeryüzünden (topraktan) yarattı ve sizi oranın imarında görevli (ve buna donanımlı) kıldı. Öyle ise ondan bağışlanma dileyin; sonra da ona tövbe edin. Şüphesiz Rabbim yakındır ve dualara cevap verendir. (Hûd Sûresi, 61)