Anlamın iyiden iyiye yozlaştığı kerahet vaktini yaşayan insan gerçekten hüsranda. “Çokluk hiçliktir” tecrübesinden hareketle, eskiye kıyasla her şeye malik olan yaratılmışların en seçkini, algı körlüğüne yakalanmıştır modern zamanda. Geçici iyilik hissiyatıyla tatmin-mutluluk sarmalında ilerlemeye çalışan modern insanın hâlihazırda yaşadığı bu psikoloji, tüm iş ve işlemlerde kendisini en bariz şekliyle ortaya koymaktadır.
Bu noktadan yola çıkarak modern zaman tezahürlerini teşhis, tespit ve tenkit kabilinden resmetmek gerekirse, öncelikle bu rüzgârdan insanın ve ondan sadır olan eylemlerin etkilendiğini ifade etmek izahtan varestedir. Dolayısıyla, güncel insanın kendisiyle ve çevresiyle ilişkisindeki en büyük ve onulmaz yarayı “anlam” almıştır. Neticede bugünkü gelinen noktada, öznesi insan olan tüm davranışların üzerini gri, puslu ve anlamsız bir bulut kütlesi kaplamıştır. Bu açıdan, modern çağın insan özelindeki en büyük kaybı samimiyet olmuştur. Böylelikle çevreye karşı duygu ve düşüncelerimizi perdelemeye imkân sunan maske kullanımı, insani muamelelerin moda aksesuarı hâline gelerek günümüzde oldukça revaç bulmuş ve emin insan ideali, bu nifak dalgası sebebiyle sahihi sakîminden ayrılamayacak biçimde girift bir hâle bürünmüştür. Etrafımızdaki olanca sevgi pıtırcığı karaktere rağmen, karamsarlık ve kötülüğün başının alınamaması bu bakımdan oldukça düşündürücüdür.
Diğer taraftan bizzat kendiliğiyle merkezde olması gereken insan; titr, unvan ve diğer destek unsurlarının istendik bombardımanına maruz kalmıştır fesâd-ı zamanda. Örneğin, sıcak bir pazar sabahı çayı ile iyi kavrulmuş bol susamlı bir simit samimiyetindeki “kapıcı” ifadesi yerine, buz kesiği nevzuhûr bir kelime olan “blok görevlisi” fütursuzca girdi gündelik hayatımıza. Yine imkân sahiplerinin telefonlarına “alo” diyerek karşılık veren mütevazı sekreterler tedavülden kalkıp, aslında aynı işi gören fakat mahrecinden çıkararak büyük harflerle telaffuz edilen nur topu gibi yönetici asistanlarımız oldu son zamanlarda.
İçinde var olma mücadelesi verdiğimiz ahir zamanın dirsek temasındaki resmi ilişkileri de esaslı analize muhtaçtır. Bu çerçevede, tarafların gözlerini kırpıştırarak ellerini benzinlik pompası pozisyonuna getirip, rakiplerini peşrevde yoklayan pehlivanlar gibi verdikleri fotoğraf calibi dikkattir. Kısa süren ılıtılmış diyaloğun ardından belki işe yarar düşüncesiyle arşive eklenecek ya da sondaj vurmaya gerek duyulmadığından çöp kutusunda yerini bulacak kartvizit takdimiyle bu derin(!) sohbet nihayete erecektir. Hem zamanı hem de mekânı bereketsizleştiren bu ilişki tarzı, ne yazık ki insandaki cevheri madde konumuna indirgeyerek insanlığı her geçen gün mekanikleştirmektedir.
Analojik bağlamda, bir cihazın oldukça kısa bir sürede şarj olmasının, aslında onun ömrünün bittiğine delalet etmesi gibi, hâle dair mutluluk makinası insanın hızlıca elde ettiği her kazanım, haddi zatında onun ruhunun, hafakanların baskınına maruz kaldığını ve su aldığını göstermektedir. Bu azılı çarkın dişlileri altında un ufak hâle gelen merkezdeki insanın, çevresinden haz/tat alma duyusu körelmekte ve esasında “ibnü’l-vakt” olması gereken beşer, bu aşamadan sonra dünyayı ev ödevi hissiyatıyla idrak etmeye başlamaktadır. Böylesi bir dünyada insanın biriktirdiği en iyi edinim ise maddenin aksine artık hiçbir şekilde yeni sürümünün olmadığı ve maziden bin bir zahmetle omuzlarda taşınarak getirilen kadim dostluklardır.
Konunun başından beri temas edilen yüksek gerilimli döngü, otomatik pilota alınmış iş hayatı ile hafta sonu mutlaka ziyaret edilen neşesi kaçmış AVM’ler arasında preslenmiş paket hayatlarda daha belirgindir. Bu meyanda, hareketin asıl ve en önemli muhatabı olan çocuk açısından hadiseye bakıldığında, akla bazı sorular gelmiyor değil esasen. Örneğin, hafta sonu mevzuatına uygun giyinmiş ebeveyninin sürdüğü market arabasının yanında istemsiz ilerleyen çocukla, yaptığı mahalle maçının ardından ağzını buz gibi çeşmeye dayandıktan sonra göğsünü göğe yaslayıp masmavi kesilen çimen kokulu çocuğun hâlet-i rûhiyesi bir midir? Öte yandan, piyasada neredeyse kilo ile satılan kişisel gelişim ve iletişim kitaplarını hatmederek eğitim açığını kapatan(!), çocuğunun yapıp ettiği her şeyi “biz” sıygasıyla aktararak rivayet eden, onun ortaya koyduklarıyla kendi hâlini ve istikbalini ihya etmeye çalışan, böylelikle de tutkulu birer veli hâline gelen ebeveynlerin çocuklarının, bu konuda eskiye nazaran nasipsiz oluşunun illeti ve(ya) hikmeti nedir acaba?
Pencere tarafında yolcusu olduğumuz bu devrin müzmin rahatsızlıklarından biri de duyu organları üzerindeki hatıraya dair hissiyatın son kullanım tarihinin oldukça erkene alınmasıdır. Tam da bu noktada, bayram günlerinde giydiği penye ve ayakkabının kendine has kokusunu, düğmesiyle frekans ararken cıvıltılı ses çıkaran radyoları, dünya kupası maçlarının izlendiği renksiz televizyonları, ucuz, hijyenik koşullarda üretilmeyen lezzetli dondurmaları, yakıcı ama hasta etmeyen yaz güneşini, yaşadığı müddetçe unut(a)mayacak bir nesil için eskinin öneminin oldukça büyük olduğunu ifade etmek gerekir.
Vurgulanmaya çalışılan ağızdaki tat bozukluğunun mühim bir sebebi de eşya ve hadisedeki anlamın kaybolması, bunun neticesinde de her şeyin sıradanlaşmasıdır. “Gizem kalkarsa sihir bozulur” önermesinin vücut bulduğu, hoyratça tüketilen görgü, algı ve anlayışın karşı konulmaz neticesidir bugün yaşanan ve hissedilenler. Buna göre mütevatir hafızamız, şehirlerarası yolcu otobüsündeki bir koltuğun yaşadığı aidiyet travmasını yaşamaktadır. Sözgelimi, komşusu bile vefat ettiğinde bir hafta boyunca evde televizyonu aç(tır)mayan bir nesilden, cenaze defninin hemen ardından bir önceki güne sistemi geri yükleyen kare kodu silinmiş bir topluma evirilmiş bulunmaktayız.
Sanatkârların kendilerini oldukça rahat hissettikleri anlarda ortaya çıkan eskiz çalışmalarında, asıl eserlerindeki hissiyat ve enerjiden çok daha fazlasının varlığını müşahede etmek mümkündür. Buradan hareketle ifade edelim ki, Hüccetü’l-İslâm Gazzâlî’nin (ö. 505/1111); “Ahlâk, nefiste iyice yerleşen bir melekedir ki, fiil ve davranışlar fikrî bir zorlamaya ihtiyaç duymadan bu meleke sayesinde kolaylıkla ortaya çıkar” (Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî, İhyâu Ulûmi’d-dîn, Dâru’l-ma’rife, Beyrut, t.y., III, 53) şeklinde tanımladığı bu nebevi değeri, her türlü eylemimizde merkeze alarak insana tasarlamadan, planlamadan dokunmanın ve gün geçtikçe yükselen bu sese kulak vermenin zamanı gelmiştir artık.
Yukarıda kara kalemle çizilen sonbahar manzarasının yanında, anlamın öznesi olan insanı ayağa kaldırarak; “Yaratan bilmez mi?” (Mülk, 67/14) diye soran, kendisine şah damarından daha yakın olduğunu fısıldayan (bkz. Kâf, 50/16) ve onu aşama aşama, tıpkı bir annenin yavrusunu son ana kadar koruyup gözettiği gibi murakabe eden Rabbimizin vahyi, nezle olmuş ruhları tedavi etmek için her dönemde olduğu gibi bugün de hazır kıta beklemektedir. Hâl böyleyken, insanı anlama kılavuzunun en önemli maddelerinden biri olan, kalplerin yalnızca Allah’ı anarak sükûnet bulacağı ilahi hakikati (bkz. Ra’d, 13/28), modern insanın kabzolunmuş ruhunu, karanlık dehlizlerden ve azgın dalgalardan çıkaracak yegâne cankurtarandır.
Bu itibarla insan, eşya, tabiat, kâinat ve son raddede Rabbimizle ilişkimizde iyi bir başlangıca niyet edip zihin ve gönül itikâfına girmek, bizi modern zaman sağanaklarından koruyacak en güvenilir sığınaktır. Söz konusu teklif, nefes aldığı dünyayı anlamlı cümleler kurup güzel resim yaparak iyileştirmeyi gaye edinen insanoğlu için anlatılmaz yaşanır bir tecrübenin bütün kapılarını açacak anahtar mesabesindedir.