Buna yüz milyonlarla ifade edilen prokaryotik/basit türler dahil değildir. Teknolojinin ilerlemesiyle her yıl ortalama on beş bin yeni canlı türünün keşfedildiği ifade edilmektedir. Maalesef tarihi süreçte gezegenimizdeki canlı türlerinin büyük çoğunluğunun neslinin yok olduğu da bilinmektedir.
Her canlının ekosistemde bir görevi, kendine özgü yetenekleri ve özellikleri vardır. Yeryüzünde milyonlarca canlı türü içerisinde bir varlık olan insan ise akıllı, özgür ve irade sahibi oluşuyla öne çıkmaktadır. Ancak insanı hem kendisi ve hem de dünya için önemli ve anlamlı kılan şey, bunların ötesinde onun “sorumluluk sahibi bir varlık” olmasıdır. İnsanın kendine, Rabbine, ailesine, topluma, insanlığa, tabiata karşı sorumlulukları vardır. Tüm canlılar biyolojik olarak üreme, beslenme, solunum gibi ortak özelliklere sahiptir. İnsanı bu döngünün üstüne çıkaran yönü onun varlıkla, eşyaya ilişkisinde bir “değerler” sistemine bağlı oluşudur. Bu boyut göz ardı edildiğinde insanın yetenekleri tüm yeryüzü için büyük bir tehdide dönüşebilmektedir. Nitekim yeryüzündeki milyonlarca canlı türünden sadece biri olan insan, yaptıklarıyla gezegende var olan canlı türlerinin yaklaşık yüzde sekseninin, bitki türlerinin ise yüzde ellisinin yok olmasına sebep olmuştur. Dolayısıyla insanın, sahip olduğu değerler dünyası ve sorumluluk bilinciyle kıymet kazandığı gerçeğine kayıtsız kalan düşünce ve anlayışlar hayata huzur getirme imkanından da mahrumdur.
Son üç asırdır, insanı anlam ve değerler dünyasından bağımsız ele alan bir yaklaşımın öne çıkması, modern dönemi bir krizler ve bunalımlar çağına dönüştürmüştür. Maalesef modern dönemde bilim, felsefe, mantık, bilgi oldukça öne çıkmasına rağmen insanın varlık alemindeki konumuyla ilgili tutarlı ve kapsamlı bir bakış geliştirilememiştir. Söz konusu dönemde Batı merkezli gelişen ve tüm yeryüzünü etkileyen tasavvura göre insan, canlılar döngüsünün sıradan bir üyesidir. Bu döngüde güçlü olan hayatta kalır, zayıf olan yok olmaya mahkumdur. Bu yaklaşımın doğal neticesi; güçlü olanın haklı kabul edildiği bir anlayıştır. Hal böyle olunca hukuk ve ahlak dahil her şey güç esas alınarak belirlenmekte, güçsüz ve zayıf olanın haklarını koruması gereken yasalar güçlü olanın davranışlarını meşrulaştıran bir mekanizmaya dönüşmekte, ahlakın niteliği davranışın sahibine göre tanımlanmaktadır. İşte parlak hayallerle başlayan modern dönemi acı ve hüzünle bütünleştiren bu çelişik, tutarsız ve bencil yaklaşımdır. Ayrıca insanın biyolojik kökeni ile ilgili geliştirilen teoriler de değerler dünyasını öteleyen, önemsizleştiren bir bakışa en büyük desteği vermektedir. Nihayetinde insanın evrenle ilişkisinin ve hayatın merkezine kavga ve çatışmayı koyan bu anlayış insanı vahşi yaşam belgeselinin bir figürü gibi ele almakta, insan insanın kurdudur önyargısını bilimsel/tutarlı bir aforizma gibi düşünmektedir. Oysa hayatın merkezine erdemler ve sorumluluk bilinci yerleştirildiğinde insan insanın yurdu, imkânı ve sığınağı olacaktır.
Elbette materyalist felsefe insanın akıl varlığını dikkate almaktadır. Yetenekleri olan ve hayal kurabilen bir varlık olarak insanı öne çıkarmakta, uygarlığın mimarı kabul etmektedir. İnsanın yasa yapma özelliğini işlevsel tutmaktadır. Ancak varlığın anlamı ve hayatın gayesi bağlamında içine düştüğü çıkmaz ve yaşadığı krizler insana, varlığa ve hayata dair tüm süreçleri alt üst etmektedir.
İslam inancına göre insan yaratılmışların en değerlisidir. Kâinatın göz bebeğidir. Üstün özelliklerde donatılmış ve ulvi bir gaye ile yeryüzüne gönderilmiştir. Halife sıfatıyla aklın ve dinin güzel gördüğü her şeyi içine alan bir kavram olarak marufun yeryüzünde egemen olması için gayret etmekle yükümlüdür.
Diğer yandan insan iki boyutlu bir varlıktır. Bir yönüyle adaletin, merhametin teminatıdır. Şeref ve yücelik, güzel ahlak ve vicdan sahibidir. Meleklerden üstün olabilecek faziletlere sahiptir. Hakikati idrak edip yeryüzünü imar etme imkânı vardır. Diğer yönüyle insan varlık aleminin en tehlikeli üyesi olma potansiyeline sahiptir. Nankördür, acımasızdır. Gücüne ve servetine güvenerek şımarıp azgınlaşabilir. Kötülüğü alışkanlık haline getiren bir zorbaya dönüşebilir.
Geçmişten günümüze, ideal insanın peşinde koşan düşünürler insanı olumsuz duyguların pençesinden kurtarıp onun olumlu yönünü pekiştirmenin gayreti içinde olmuşlardır.
Vahyin temsilcisi tüm peygamberler de insanı değerli kılan vasıfları hayata egemen kılmanın mücadelesini yapmışlardır. Bu bağlamda tevhidin tebliği, adaletin tesisi ve güzel ahlakın temsili yolunda mücadele etmişlerdir. Tevhit sadece Allah’a kulluk etmek, eşyaya esir olmamaktır. Kula kulluk etmemektir. Tevhit, özgürlüğün zirvesidir. Tevhit bilinci aynı zamanda hakikat tekelciliği ile menfaat devşirmeye çalışanlara karşı uyanık olmaktır.
Adalet, her hakkı, hak sahibine teslim etmektir. İslam’a göre ırkı, coğrafyası, düşüncesi ne olursa olsun dünyaya gelen her insanın, canı, aklı, inancı, malı, nesli dokunulmazdır. Dolayısıyla hiç kimsenin hayatına kastedilemez, inancına müdahale edilemez, emeğinin karşılığı yok sayılamaz, düşüncesi ve iradesine ipotek koyulamaz, geleceğini tayin tercihi elinden alınmaz.
Adalet ortak iyiliğin ve huzurun teminatıdır. Aileden sosyal hayata, canlılar dünyasından tabiata kadar varlığın ortak ihtiyacıdır. Adaletin ihlali insanlığı ve huzuru taşıyan geminin altını delmektir. Bu sebeple adaletin tesisi için mücadele etmek herkesin ortak sorumluluğudur. Adaletin fotoğrafı kendinden olmayana gösterilen muamelede daha net görünür. Kendinden olmayanın haklarını ve özgürlüklerini savunmak adaletin varlığının en açık delilidir.
Adaletin zıddı zulümdür. Adalet ve zulüm sadece insanlara ait kavramlar değildir. Bilakis tüm varlık alemi için geçerlidir. Mesela havanın, suyun, toprağın kirletilmesi de büyük bir zulümdür. Çevreyi tahrip eden, ekosisteme zarar veren, hayvanların neslini tüketen, bitkileri fesada uğratan her davranış da zulümdür. Herhangi bir inancı ya da inkârı seçmek bir tercihtir ancak zulüm ve haksızlık asla makul kabul edilemez.
Güzel ahlak, kendisi için istediğini herkes için istemektir. Kendisine yapıldığında hoşlanmadığı bir şeyi kimseye reva görmemektir. Başkasının sevinciyle huzur bulmaktır. Başkasının derdiyle hemhal olmaktır. Güzel ahlak bir edebiyat nesnesi değil kuşanılan bir davranıştır.
Dolayısıyla bugün insana dair olumlu sıfatların ölçüsü, insani değerler ve ahlaki erdemler üzerinden yeniden belirlenmeye muhtaçtır. Serveti, şöhreti, gücü, ırkı, rengi, dili, coğrafyayı, statüyü, cinsiyeti merkeze alarak yapılan tasnifler ve oluşturulan üstenci yaklaşımlar tam anlamıyla bir cahiliye ifadesidir. Ve yeryüzünü yaşanmaz hale getirmektedir.
Gerçek tasnif adalet ve ahlak temelli bir ayrımdır. Dolayısıyla haktan yana duruş sahibi olmak, güçlünün değil haklının yanında olmaktır. Zalimin değil mazlumun yanında olmaktır. Ezenin değil ezilenin yanında olmaktır.
Algı operasyonlarıyla kitlesel nefretler oluşturulabilen bir çağın içinden geçenler için adalet, merhamet, güzel ahlak gibi değerler daha büyük hassasiyet gerektirmektedir.
Hakkın ve haklının yanında olmak, insani değerleri ve ahlaki erdemleri kuşanmak insan olmanın gereğidir. Ancak bu değerleri savunanlar beraberce hareket ederek iyiliği güçlü kılarlarsa anlamlı olacaktır. Dahası marufun yanında ıslahın yolunda olanlar, münkerin destekçisi, ifsadın yolcusu olanlardan daha çok çalışırsa hayat güzelleşecektir.