Bir genç kız, sıkıntısını dile getirmek üzere Allah Resûlü’nün evine gitmişti. Kendisini karşılayan Hz. Âişe’ye, “Babam itibar kazanmak için istemediğim hâlde beni kardeşinin oğlu ile evlendirdi.” dedi. Âişe annemiz, “Peygamber (s.a.s) gelinceye kadar otur bakalım.” dedi. Resûl-i Ekrem (s.a.s) gelince, Hz. Âişe genç kızın durumunu anlattı. Bunun üzerine Peygamberimiz, kızın babasına haber göndererek gelmesini istedi. Durumu tetkik etmek ve fikri sorulmadan evlendirildiyse genç kıza seçim hakkı tanımak istemişti.
Genç kız, gördüğü bu ilgi, saygı ve hassasiyet karşısında duygulandı. “Ey Allah’ın Resûlü!” dedi. “Aslında babamın yaptığı işi sonradan onaylamıştım. Ancak nikâh konusunda kadınların da söz hakkı olup olmadığını öğrenmek istedim.”1 Böylece nikâhın ancak rıza ile mümkün olacağına ve genç kızların görüşünü almanın Peygamber sünneti olduğuna şahit olmuş, yüreği ferahlamış, kendisinden sonraki nesillere de hayati bir mesaj bırakmıştı.
Örnek bir aile oluşturmak isteyen Sevgili Peygamberimiz, o günün toplum yapısında saygınlığı ve hakları gözetilmeyen kadının varlığına ve fikirlerine değer veriyor, hayatının en önemli kararı olan nikâh konusunda görüşüne başvurulup rızasının alınması gerektiğine işaret ediyordu. Nitekim bir defasında da dul veya bakire olsun nikâh sırasında kadının mutlaka izninin alınması gerektiğine dikkat çekmiş ve şöyle buyurmuştu: “Kendi onayı alınmadıkça dul kadınla, kendisinden izin alınmadıkça da bakire kız ile nikâh yapılmaz.” Oradaki sahâbîler, “Yâ Resûlallah! Bakire bir kızın izni nasıl olur?” diye sorunca, “Sessiz kalmasıyla.”2 buyurmuştu.
Evlenecek kızların iznini önemseyen Allah Resûlü diğer taraftan, “Veli (izni) olmadan nikâh olmaz.”3 “Hangi kadın velilerinin izni olmadan (kendi kendine) nikâhlanırsa, nikâhı geçersizdir. Eğer erkek o kadınla beraber olmuşsa, bunun karşılığı olarak ona mehir vermesi gerekir. Eğer (veliler) anlaşamazlarsa, velisi olmayanın velisi yetkili mercidir.”4 buyurarak nikâh gibi önemli bir konuda velinin (baba veya dede veya kardeş gibi) görüşünün alınmasının önemine işaret etmişti. Bu hadisler, aile büyüklerinden veya yetkili otoriteden izin alınmadan, veliden habersizce yapılabilecek gizli evliliklere karşı alınmış bir tedbir idi. Ebeveynin yıllar boyunca şefkat ve itina ile büyüttükleri çocuklarının, onların rızalarını almadan evlenmelerinin çeşitli istismarlara yol açabileceği endişesiyle Rahmet Elçisi bu tavsiyelerde bulunmuştu. Konu ile ilgili hadisler beraber okunduğunda Allah Resûlü’nün kız çocuklarının izni olmadan evlendirilmelerini hoş karşılamadığı gibi, kız çocuğunun da kendi başına velisinden habersiz, izinsiz bir şekilde evlenmesini de hoş karşılamadığı anlaşılır.
Peygamber Efendimiz, muhtemel suistimallerin önlenmesi için izin verecek velinin de rüşt sahibi, yani doğru karar verme kabiliyeti olan, akl-ı selim sahibi bir kimse olması gerektiğini belirtmiş5 ve ehliyetsiz velilerin kararlarının da makbul olmadığını söylemiştir.6 Buna göre velilerin yetersiz kaldığı, bulunmadığı ya da yetkilerini kötüye kullandıkları durumlarda yetkili otorite, derhâl müdahale edip yetkisini kullanabilecektir.
Velâyet konusu kadınlar açısından bir tahakküm veya bir yetki gaspı şeklinde değil de yol gösterme, sorumluluğu paylaşma şeklinde değerlendirildiği takdirde, hem kadınların hem de dünyaya gelecek çocuklarının haklarını en iyi şekilde korumaya yönelik olduğu anlaşılacaktır. Özellikle Peygamber Efendimiz zamanında kadınların haklarının korunması amacıyla sorumluluğun bu şekilde paylaşılması, olabilecek haksızlıkları önlemeye yönelik idi. Aksi takdirde sahipsiz, kimsesiz kalan kadınların haklarını istismar etmek daha kolay olabilecekti. Velâyet ve izin konularının bu şekilde önemsenmesinin asıl nedeni ise evliliğin gerekli araştırmalar yapılarak sağlam temeller üzerine tesis edilmesi, telâfi edilmesi zor hataların önüne geçilmesi ve evlenecek tarafların aileleri arasında kaynaşmayı sağlamaktı.
Peygamber Efendimiz muhtemel gizli evliliklere fırsat verilmemesi için nikâhın aleni yapılmasını, topluma duyurulmasını son derece önemsiyordu. Ona göre, “Haram olan (ilişki) ile helâl olan (nikâh) arasındaki ayırıcı özellik, tef çalmak ve şarkı söylemek suretiyle duyurmaktır.”7 Kutlu Nebî nikâh temeli üzerine kurulu bir toplum oluşturuyordu. Bu toplumda sefahat ve başıboşluğun yeri olmamalıydı. Kutsal aile müessesinin şenlik havasında, dost ve akrabaların katılımıyla kurulmasını istiyordu. Toplumun nüvesini oluşturacak olan ailenin oluşumunda toplumdaki birçok birey sevinç ve heyecan içinde bu mübarek merasime şahit olmalıydı. Gizli saklı, insanların katılımından ve şahitliğinden kaçarak gerçekleşen evlilikler her zaman şüpheli idi. Onun için Peygamberimiz farklı vesilelerle aynı cümleyi tekrarlıyordu: “Bu nikâhı ilân edin. Onu camilerde gerçekleştirin...”8 Çünkü o dönemde camiler, mescitler duyurunun yapılacağı en uygun mekânlardı.
Resûl-i Ekrem (s.a.s) bir defasında, Abdurrahman b. Avf’ın üzerinde düğünlerde sürülen sarı renkli zağferan isimli kokunun izlerini görünce, “Bu nedir?” diye sormuş, Abdurrahman da, “Yâ Resûlallah, bir hurma çekirdeği kadar altını mehir vererek bir kadınla evlendim.” cevabını vermiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Allah’ın bereket ihsan etmesini dileyerek kendisini tebrik etmiş ve bir koyun keserek de olsa insanlara düğün yemeği ikram etmesini istemiştir.9 Böylece bütün insanların davet edildiği bir velîme (düğün yemeği) ile taçlandırılan nikâh, meşru olarak kabul edilmiş ve insanların bunu uygulaması istenmiştir. Bir başka hadis-i şerifte ise nikâh esnasında en az iki âdil şahidin hazır bulunması gerektiğinden bahsedilmektedir.10 Aslında nikâhın gizli olmaması, def eşliğinde meşru eğlence ile ilan edilmesi, velîme verilerek imkânlar ölçüsünde camide veya kalabalığın oluşabileceği yerlerde kıyılması, sadece iki şahit değil, birçok şahidin bulunmasını temin etmeye yönelik uygulamalardı.
Yüce Allah bu konuda, “Kadınlara mehirlerini gönül rızası ile (cömertçe) verin...”11 buyurmaktadır. Âyette geçen mehir anlamındaki “sadukat” kelimesi, sadakat ile aynı kökten gelmekte ve erkeklerden, birlikte yuva kuracakları eşlerine olan sevgi, muhabbet ve sadakatlerini bir miktar mal vererek göstermeleri istenmektedir. Erkek, evleneceği kadına bunu vererek gönül yakınlığı kuracak, fedakârlık ve evlilik isteğinde samimi olduğunu göstererek sadakatini teyit edecektir. Bu da ömür boyu devam edecek birliktelikte, sadakati gösteren ilk belirti olması bakımından önemli bir uygulamadır.
Evlilik sırasında erkeğin verdiği mehir, onun sadakatini ifade ettiği gibi kadın açısından da maddî bir güvence anlamına geliyordu. Önemine binaen Allah Resûlü, “Şüphesiz, şartların yerine getirilmeye en layık olanı, kadınları kendinize helâl kıldığınız (mehir) şartıdır.”12 buyuruyor ve bir başka münasebetle de bunun kadının hakkı olduğunu bildiriyordu.13 Evlenecek olup da maddî durumu iyi olmayan bir sahâbîye, demirden bir yüzük dahi olsa bulup kadına vermesini14 isteyen Peygamberimiz, nikâh akdi sırasında kadına verilecek mehrin gerekli olduğuna işaret etmişti. Ancak mehrin miktarı evlenecek kişilerin maddî durumlarına ve yöresel şartlarına göre belirlenecekti. Mehir miktarı belirlenirken aşırıya gitme ihtimaline karşılık, “Nikâhın en hayırlısı, en kolay olanıdır.”15, “Kadınların en bereketli olanı, mehir konusunda en fazla kolaylık sağlayanlarıdır.”16 buyurarak da itidali tavsiye ediyordu.
Allah Resûlü (s.a.s) o günkü şartlarda çevresindeki insanların ekonomik imkânsızlıklarını da göz önüne almaktaydı. Evleneceği eşine verebileceği hiçbir maddî varlığı olmayanlar için de farklı önerilerde bulunmuştu. Bu durumdaki kadın ve erkeğin kendi aralarında anlaşmaları hâlinde sadece maddî değere sahip malların değil, manevî değeri yüksek olan bir şeyin de mehir olabileceğini belirtmişti. Nitekim evlenmek isteyip de hiçbir mal varlığı olmayan bir sahâbîyi, Kur’an’dan ezberinde bulunan sûreleri eşine öğretmesi karşılığında bir kadınla evlendirmişti.17
Mehiri, kadının en tabii hakkı olarak gören Peygamber Efendimiz, Câhiliye Dönemi’nden kalan ve “şiğâr” denilen evliliği de kaldırmıştır. Kültürümüzde “değiş tokuş” denilen bu nikâh çeşidinde erkekler, mehir vermeksizin velâyetleri altında bulunan kızlarını veya kız kardeşlerini karşılıklı olarak değişmekteydiler. 18 Böylece o dönemin insanları şiğâr nikâhıyla mehir ödeme sorumluluğundan kendilerini kurtarmış oluyorlardı. Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber, günümüzde mehir ödemeden yapılan bazı “berdel” usûlü nikahlar da dâhil olmak üzere bu tür mehirsiz nikâhı yasaklamıştır.19
Huzurlu bir toplum oluşturmayı hedeflemiş olan İslâm, bu huzurun öncelikle aile yuvasında sağlanabilmesi açısından birtakım sınırlar da koymuştur. Bazı evlilikleri engelleyen hatta yasaklayan bu sınırlar, hep birey ve toplumun mutluluğu içindir. Allah Teâlâ, evlenilmeleri yasak olan kadınlar hakkında şöyle buyurur: “Size şunlarla evlenmek haram kılındı: Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeş kızları, kız kardeş kızları, sizi emziren sütanneleriniz, sütkız kardeşleriniz, karılarınızın anneleri, kendileriyle zifafa girdiğiniz karılarınızdan olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız, -eğer anneleri ile zifafa girmemişseniz onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur- öz oğullarınızın karıları, iki kız kardeşi (nikâh altında) bir araya getirmeniz. Ancak geçenler (önceden yapılan bu tür evlilikler) başka. Şüphesiz, Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.”20 Kur’an-ı Kerim’de evli kadınlarla evlenilmesi haram kılınmış21, Resûlullah da kadının hala ve teyzesiyle bir arada aynı nikâhta birleştirilmesini yasaklamıştır.22 Hz. Peygamber (s.a.s), iki kız kardeş ile aynı anda evli olan Feyrûz ed-Deylemî Müslüman olunca ondan o kardeşlerin birini boşamasını istemiştir.23 Muhtemelen Câhiliye Dönemi’ndeki uygulamanın etkisi ile Peygamber Efendimizin eşi Ümmü Habîbe (r.a), kız kardeşi Azze’yi kendisine kuma olarak nikâhlamasını Resûlullah’a teklif etmiş, bu sayede kardeşinin de Peygamber eşi olma şerefine ermesini istemiş ancak Peygamberimiz bunun helâl olmadığını bildirmiştir.24
Hz. Peygamber (s.a.s), “Nesep yoluyla haram olanlar, emzirme yoluyla da haram olur.”25 buyurarak, aynı anneden süt emen çocukların kardeş mesabesinde olduklarını, dolayısıyla sütkardeşler arasında evliliğin kesinlikle haram olduğunu bildirmiştir. Kendisi de onunla evlenmesi konusunda bahsi geçen bir hanımın süt akrabası olduğunu belirterek böyle bir nikâhın olamayacağını dile getirmiştir.26
Allah Teâlâ, boşanmış veya kocasının ölümüyle dul kalmış kadının evlenebilmesini de belli şartlara bağlamış, bunun için hamile olmayan boşanmış kadının üç âdet süresi27, hamile olmayıp kocasının ölümüyle dul kalan kadının ise dört ay on gün iddet beklemesi gerektiğini28 bildirmiştir. Ayrıca Cenâb-ı Hak, hamile iken boşanan veya kocası ölen kadının iddet süresinin doğumla biteceğini29 buyurmuştur. Buna paralel olarak Allah Resûlü de bu durumda olan bir kadına ancak doğumdan sonra yeni bir nikâh yapılabileceğini bildirmiştir.30
Müminlerin, Ehl-i Kitap haricindeki inanmayan kadınlarla evlenmeleri ve onları nikâh altında tutmaları da yasaklanmış, ayrıca mümin hanımların inançsız erkeklerle evlenmelerinin helâl olmadığı bildirilmiştir.31
Hz. Peygamber, Ehl-i Kitap kadınlarını nikâhlamakla ilgili kendisine yöneltilen sorulara Allah’ın şu emrini tebliğ etmiştir: “...Mümin kadınlardan iffetli olanlarla, daha önce kendilerine kitap verilenlerden olan iffetli kadınlar da mehirlerini vermeniz kaydıyla; evlenmek, zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere size helâldir...”32 Bu âyette Müslüman erkeklerin, Ehl-i Kitap’tan olan hanımlarla evlenmelerine izin verildiği hâlde, Müslüman bir hanımın Ehl-i Kitap’tan bir erkekle evlenmesinden söz edilmemektedir. Ancak Peygamberimizin ashâbından Câbir b. Abdullah, Müslüman erkeklerin Ehl-i Kitap kadınlarıyla evlenebileceği, Müslüman kadınların farklı din mensuplarıyla evlenemeyecekleri görüşünü dile getirmiştir.33
Peygamber Efendimizin yasakladığı nikâh çeşitleri arasında mut’a (geçici nikâh) da bulunmaktadır. Bazı zaruretlere binaen Hz. Peygamber’in geçici nikâha izin verdiği yönünde rivayetler bulunmakla beraber daha sonra onun şu hadisle bu nikâh türünü kesin olarak yasakladığı anlaşılmaktadır: “Ey İnsanlar! Ben, kadınlarla mut’a nikâhı yapma hususunda size izin vermiştim. Muhakkak ki Allah, bunu kıyamet gününe kadar haram kılmıştır...”34 Bu yasaktan haberdar olan Hz. Ali, mut’a nikâhı yapmakta sakınca görmeyen bir adama, “Sen yanılıyorsun. Muhakkak ki Resûlullah (s.a.s) mut’a nikâhını ve ehlî eşek eti yemeyi Hayber günü yasakladı.” diye karşı çıkmıştır.35
Açıkça görülmektedir ki Hz. Peygamber’in nikâhla ilgili bütün düzenlemeleri, aile birliğini kurarken sağlıklı adımlar atmak, toplumun yapısını sarsan uygulamaları ortadan kaldırmak, aileye hayâ, iffet, karşılıklı sadakat, vefa, saygı ve sevgi esasları içinde kurumsal bir varlık kazandırmak içindir. Bütün bunlar, eşler ve çocukların, İslâm ailesinin kurumsal varlığı sayesinde kendilerini huzur, şefkat ve güven içinde hissedebilmelerine dönük tedbirlerdir. Resûl-i Ekrem’in ifade ettiği gibi: “Birbirini sevenler için nikâh gibisi yoktur.”36
1. Nesâî, Nikâh, 36, İbn Hanbel, VI, 135.
2. Buhârî, Nikâh, 42.
3. Tirmizî, Nikâh, 14; Ebû Dâvûd, Nikâh, 18-19.
4. Ebû Dâvûd, Nikâh, 18-19.
5. Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VII, 192.
6. Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VII, 192.
7. Tirmizî, Nikâh, 6.
8. Tirmizî, Nikâh, 6; İbn Mâce, Nikâh, 20.
9. Müslim, Nikâh, 79.
10. Abdürrezzâk, Musannef, VI, 196.
11. Nisâ, 4/4.
12. Müslim, Nikâh, 63.
13. Ebû Dâvûd, Nikâh, 34-35; Nesâî, Nikâh, 67.
14. Buhârî, Nikâh, 41; Buhârî, Nikâh, 52.
15. Ebû Dâvûd, Nikâh, 30-31.
16. Hâkim, Müstedrek, II, 194.
17. Buhârî, Nikâh, 41.
18. Müslim, Nikâh, 61.
19. Buhârî, Nikâh, 29.
20. Nisâ, 4/23.
21. Nisâ, 4/24.
22. Buhârî, Nikâh, 28; Müslim, Nikâh, 33.
23. Ebû Dâvûd, Talâk, 24-25; İbn Mâce, Nikâh, 39.
24. Buhârî, Nikâh, 21.
25. Müslim, Radâ’, 9.
26. Buhârî, Nikâh, 21.
27. Bakara, 2/228.
28. Bakara, 2/234; Buhârî, Talâk, 46.
29. Talâk, 65/4.
30. Buhârî, Talâk, 39.
31. Mümtehine, 60/10.
32. Mâide, 5/5.
33. Abdürrezzâk, Musannef, VI, 83.
34. Müslim, Nikâh, 21.
35. Nesâi, Nikâh, 71.
36. İbn Mâce, Nikâh, 1; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VII, 120.