Ölümden Önce Hayat Var mı?

Hayat ve ölüm biri diğerinin hep yanında iki kelime.. Ancak nedense hayat daha pozitif bir bakışla ele alınır. Kişisel gelişimden yaşam koçluğuna kadar hayatın uzmanları çoktur.

Abone Ol

Dahası herkesin hayata dair beklentileri, hayalleri, planları mutlaka vardır. Hayat çok seslidir. Ölüm ise daha sessizdir. Tarifi zor duygularla, bilinmezliklerle iç içedir. Herkes kendi muhayyilesiyle ölümün gizemli dünyasına dair cümleler kurar ya da o dünyaya kalın bir perde çekerek arkasını döner ve kendini kandırmaya dener. Oysa hayat ve ölüm öylesine birbirine bağlı ve ayrılmaz iki gerçekliktir ki biri izah edilmeden diğeri anlaşılamaz. Bunun için, hayatımıza rehberlik etme teklifiyle gelen uzmanlardan, esasında önce bize ölümü anlatmalarını istemek gerekir. Zira ölüm anlaşılmadan hayat anlaşılmaz ki rehberlik yapılabilsin. Diğer yandan hayat doğru tanımlanmadan ölümün izahı da mümkün değildir. Hayat ve ölüm bir elin içi ve sırtı gibidir, biri yok sayılarak diğeri var olamaz.

Bugün batı merkezli gelişen ve metafiziği reddeden dünya tasavvuru ölümü izah edemediği için hayatı hakiki mecrasında yorumlayamamıştır. İnsanın Allah’la irtibatını görmezden gelen ve hayatı dünya ile sınırlayan yaklaşım ölümü bir kâbusa dönüştürmüştür. Zira ölümü hayatın zıddı gibi anlama talihsizliği ölümle yüzleşmeyi bir korku dağına dönüştürmüş ve hayat boyu sessiz bir bunalımın sebebi olmuştur. Oysa bu iki kelime arasında zıtlık ilişkisi asla olamaz. Ölüm ancak doğum kelimesiyle zıtlık içinde ele alınabilir. Çünkü hayat doğumdan önce başlamıştır ve ölümden sonra devam edecektir.

Hakikati, laboratuvar ya da aklın sınırlarına sığdırmaya çalışmak güneşi bir kavanoza koymayı denemek kadar muhal bir çabadır. Dolayısıyla insanın aşkın boyutunu reddeden ideolojiler insanın varoluşsal hiçbir meselesine izah getirememiştir. Dolayısıyla modern dönemde insanlığın en temel krizi anlam krizidir. İnsana, evrene, kainata dair doğru bir tasavvur ortaya koyamayan insanlık devasa krizlere, küresel felaketlere maruz kalmıştır. Anlam krizi derin bir ahlak krizine dönüşmüştür.

İslam’ın insanlık için en büyük nimet oluşunun açık sebeplerinden birisi de insanlığın varoluşsal meselelerine getirdiği yorum ve varlığın anlamına dair ortaya koyduğu izahlardır. İslam düşüncesinde hayat ve ölüm aynı gerçeklik ve aynı duygularla ele alınır. “Şüphesiz benim namazım da, diğer ibadetlerim de, yaşamam da, ölümüm de âlemlerin Rabbi Allah içindir,” (En’am, 6/162)ayeti bu hakikati beyan eder.  Yani ikisi de Allah’ın varlığı hakikatiyle beraber düşünülür. Hatta “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır,” (Mülk, 67/2) ayetinde ölümün önce zikredilmesi, esas hayatın ölümle başladığına dair oldukça edebi bir mesajdır. Bu ayetin derinliklerinde dünya için asıl olanın ölüm, ahiret için asıl olanın hayat olduğuna dair bir gerçeklikle buluşuruz. Nitekim Peygamber efendimiz “hayat ancak ahiret hayatıdır” (Buharî, Rikak,1) buyurmaktadır. Bütün düşünce ve felsefe okullarının seviyesini olabilecek en ileri noktaya taşıyan bu muhteşem hadis-i şerif, varlık ve hayat bağlamında ebedi bir manifestodur. 

İslam, hayat ve ölüm gerçeğini aynı zamanda insanı insan kılan değerler zemininde ele alır. Kur’an-ı Kerim, “şehitler için ölüler demeyiniz” (Bakara, 2/154) diye emreder. Dolayısıyla insanlığın iyiliği, güven ve onuru uğruna yaşayanlar için ölüm bir mecaza dönüşmektedir. Diğer yandan insani erdemlerden yoksun bir yaşayış hayata yük olmanın ötesinde bir anlam taşımamaktadır.

İslam’ın rehberliğinde baktığımızda dünya, insanın cennet yolculuğunda bir müddet beklemesi gereken bir duraktan ibarettir. Zira insan için Yaratanın gösterdiği yol cennete çıkar ve insan aslında cennet için yaratılmıştır. İnsanın dünyada nimetlere ve güzelliklere düşkünlüğü de bir anlamda cenneti arzulaması içindir. Ancak dünya dediğimiz ve insanın pek çok hikmete mebni olarak bir müddet beklemesi gereken bu durağın bir takım hususiyetlerinin olduğu muhakkaktır. Örneğin burası iyi ile kötünün, güzel ile çirkinin, hak ile batılın mücadele meydanıdır ve insan bir tercih yapmakla karşı karşıyadır. Bu duraktaki asıl mesele, iman ve salih amel ile yeryüzünün imar ve ıslahı için çalışmayı hayatın gayesi kılmaktır. İnsan bu durakta varlıkla, yoklukla, nimetle, meşakkatle sınanır. Ve ondan beklenen, her durum ve şartta iyiliğin yanında yer almak, sabır, metanet ve güzel ahlak ile kalarak karşılaştıklarını cennete vesile kılmaktır. Zira burada insanın en büyük özgürlüğü davranışını seçme iradesidir ve sonraki serüvenini tercihleri belirleyecektir. Elbette burada başta vahiy ve peygamberler olmak üzere akıl ve vicdan insanın iyiliğine rehberlik etmektedir. Hayatın ve ölümün sahibi Allah, bu bağlamda “herkes yarın için ne hazırladığına baksın, sonra her türlü nimetten hesaba çekileceksiniz” (Haşr, 59/18) buyurmaktadır.

İşte ahirete iman her şeyden önce dünyayı ve varlığı anlama noktasında insana rehberlik eder. İnsanın kalbini eğiterek vicdanı, güzel ahlak ve hukukun bekçisi yapar. Kişinin ömrünü, gençliğini, kazancını, harcamalarını, bilgi ve davranış ilişkisini, hesap verme bilinci ve hassasiyetiyle planlamasını sağlar. Mahşer gününde hesabı en zor mesele olarak insanların malı, canı, onuru, namusu yani kul hakkı konusunda insanı en yüksek sorumluluk duygusuna sahip kılar.

Dolayısıyla hayatı anlamaya ahiretle başladığımızda, “ölümden önce hayat var mı” konusunu konuşmak daha anlamlı hale gelmektedir.