Zahir b. Haram, kendi hâlinde bir mümindi. Çölde yaşardı, oldukça kısa boyluydu. Fiziki görünüşü merkeze alan bakışa göre yakışıklı sayılmazdı. Peygamber Efendimizi çok severdi. Peygamberimizi ziyarete gelirken köyünde yetiştirdiği mahsullerinden getirir, Peygamberimiz de şehirden onun ihtiyaçlarını karşılardı. Peygamberimizin onun için “Zahir bizim köylümüz, biz de onun şehirlisiyiz.” (Ferra el-Begavi, XIII, 181) dediği rivayet edilir. Bir gün Zahir Medine çarşısında, yetiştirdiği ürünleri satarken Peygamberimiz arkadan sessizce ona yaklaşmış, kollarıyla onu sıkıca tutarak elleriyle onun gözlerini kapatmıştı. Kimsin sen, beni bırak, diyerek kurtulmaya çalışan Zahir, kendisine şaka yapanın Peygamberimiz olduğunu fark edince büyük bir sevinç duymuştu. Peygamber Efendimiz ona olan sevgisiyle şakasını devam ettirerek “Bu köleyi satıyorum, kim almak ister?” diye seslenince, Zahir, “Vallahi benim hiç değerim yoktur, beni satmakla eline bir şey geçmez.” anlamına gelen sözlerle karşılık verdi. Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz, “Sen asla değersiz değilsin, bilakis Allah katında çok değerlisin.” (Müsned, III, 161) buyurdu.
Elbette Zahir’i değerli yapan ve Peygamberimizin iltifatına mazhar kılan yönü, güzel ahlakıydı. Samimiyeti, sadeliği, vefası ve fedakârlığıydı. Nitekim o, Bedir Savaşı’na katılmış, Rıdvan Bey’atı’nda bulunmuştu. Yani Müslümanların en zor zamanlarında sağlam bir duruş sergilemişti.
Değer görmek insanın en temel yaşamsal ihtiyaçlarındandır. Değer görmeyen, kendini değersiz hisseden insanın duygu dünyası bozulacak, sorunlu ve anormal davranışlarla kendisi ve çevresi için zararlı bir kişilik hâline gelecektir. Nitekim kendine zarar veren, intihar vb. eylemlere kalkışan, çevresini tehdit eden, terör, anarşi gibi olaylara karışan kişilerin, değer görme ihtiyacını yeterince karşılayamamak kendini yalnız hissetmek, ötelenmek gibi nedenlerle travmatik süreçler yaşadığı dikkat çekicidir. Diğer yandan insan, değer gördüğü yeri sahiplenir, değer gördüğü yerde huzur bulur. Değer gören değer vermeyi öğrenir.
İnsanın yaratılışına dair ayetler onun sahip olduğu değere de vurgu yapar. “…Biz insanoğlunu değerli kıldık.” (İsrâ, 17/70) ayeti bunun en açık örneğidir. “Biz insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tîn, 95/4) ayeti de insanın sadece fiziki ve yetenek yönünü değil madde ve mana dengesiyle insanın bütünlüğünü kapsar. İnsanın değeri öncelikle varoluşsal bir arka plana sahiptir. Yani insan özel, donanımlı bir varlık olarak yaratılmıştır. Vahye muhatap kılınmıştır. Ulvi bir misyon ile yeryüzünde bulunmaktadır. Dolayısıyla insanın değerli ve saygın oluşunda ırk, renk, coğrafya gibi fiziki unsurlar merkezde değildir. Kişinin kendine, çevresine, eşyaya, varlığa karşı takındığı tutum önemlidir. İnsan tercihleriyle değer kazanır ya da değerini kaybeder. Kendine saygısı, çevresine nezaket ve zarafetle yaklaşması, canlı cansız tüm varlığa şefkat ve merhametle yaklaşması, sorumluluk bilinciyle yaşaması kişiyi değerli kılan temel tercihlerdir. Sevgili Peygamberimizin, “Amelinin, davranışlarının geri bıraktığı kişiyi soyu, ırkı ileri götürmez.” sözü de kişiyi değerli yapan merkezi açıkça ortaya koyar.
Modern dönem boyunca aileden insani ilişkilere, eğitimden sosyal münasebetlere, uluslararası ilişkilerden küresel politikalara kadar her alanda insanlığın maruz kaldığı en temel ve ciddi sorunun bir “değerler krizi” olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Çünkü değer, insanın ortaya koyduğu tüm tavır, tutum ve davranışlarının niteliğiyle ilgilidir. Bu süreçte maalesef insan alabildiğine ötelenmiş ve eşya karşısında âdeta nesne konumuna düşmüştür. Megakentlerin billboardları, ışıltılı reklam panoları ve dev plazalar arasında insan belli belirsiz hâle gelmiştir. İnsani ilişkilerde itibar ve ilginin, ahlaki değerler ve insani erdemler ekseninden maddeye taşınması; sosyal ilişkileri yozlaştıracak ruhsuz ve duygusuz hâle getirecektir. Makama, şöhrete, ırka dayalı yapmacık sevgi ve saygı gösterileri öne çıktığında, vakar ve asalet zayıflayacak, bunalım ve güvensizlik hayatı esir alacaktır. Kullandığı ürünün markası ile kendini ifade etme ya da öne çıkma çabası, bir yetersizlik ve şımarıklık gösterisi olmanın yanında eşyanın, insani değerlerin önüne geçtiğinin de açık bir resmidir.
İnsanın doğayla ilişkisinde de sorumluluk bilincine dayalı bir değerler manzumesi vardır. Havaya, suya, toprağa karşı hoyratça bir yaklaşım tüm varlık dünyasının hayatını ve geleceğini altüst edecektir. Havayı, suyu, toprağı, dağları, ovaları, nehirleri, bir dost, yâren, sırdaş, yurt gibi benzetmelerle dile getiren pek çok edebî metin, esasında söz konusu unsurlara hikmet ve irfan ile yaklaşmanın ve onlara değer vermenin bir tezahürüdür. İnsan tabiatla ilişkisinde değerler ekseninde davranmaktan vazgeçtiğinden beri yeryüzü küresel musibetlerle kuşatılmakta ve insanoğlu kendi elleriyle yaptığı vahim hataların bedelini acı ve ağır şekilde ödemek zorunda kalmaktadır.
Ailede sevgi, saygı ve huzuru yaşamanın yolu aile bireylerinin birbirlerine değer vermesinden geçer. Eşler ve çocuklar birbirlerine değerli olduklarını mutlaka ihsas ettirmelidir. Bu, yapmacık değil yürekten bir duyguyla olmalıdır. Değer verme, değer görme duygusu kaybedildiğinde aileyi bir arada tutan bütün bağlar zayıflayacaktır.
Elbette değer verme sorumluluğu, değer görme beklentisinden önce gelir. Herkes başkasından beklediği değer ve saygıyı önce kendisi kuşanmalıdır. İyilik ve erdemli davranışların sürekli karşıdakinden beklendiği bir vasatta hiç kimse bu değerlerle karşılaşmayacaktır. Dolayısıyla değer vermek karşılıksız, beklentisiz, samimi bir yaklaşımla olmak zorundadır. Aksi hâlde riya ve nümayiş ortaya çıkacaktır. Değer vermek kadar değer görmeye layık olmak da önemlidir. Değer görmeyi bekleyen, değerli duygu ve davranışlara sahip olmalıdır. Değer duygusunun güçlü ve sürekli olması karşılıklı olmasına bağlıdır.
Tüm eğitim süreçlerinde ve öğretmen öğrenci ilişkilerinde de en güçlü etken değer verme zeminidir. Hiç kimse kendini değersiz hissettiği bir sürecin içinde olmak istemeyecektir. Aynı şekilde tebliğ metodunun en vazgeçilmez ilkesi de muhataba değer vermektir. Öteleyen, aşağılayan, yok sayan, üstenci bir yaklaşımın nebevi öğreti ve metot ile uyuşmazlığı ortadadır. Karşı çıktıkları, eleştirdikleri hususların sebeplerini etkileyici bir dil ve hikmetli bir yaklaşımla izah edemeyenler o konunun tebliğcisi olamazlar. Teklif edilen değerler sert ve çığırtkan bir dilin, kaba, öfkeli ve itici bir üslubun gölgesinde kaldığında o değerlere karşı en büyük kötülük yapılmış olur. Furkan suresinin 63. ayeti bizlere mümince bir tavrın açık bir örneğini sunar. Buna göre Rahman’ın kulları yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürürler. Yani onların duruş ve tavırlarında Müslüman olmanın izzet ve asaleti vardır. Onları tanımayan ya da hakikate kayıtsız cahil kimselerin sataşmalarına, inanç ve değerlerine karşı olumsuz tavırlarına maruz kaldıklarında, barış ve esenliğe katkı sunacak şekilde, nezaket ve zarafet zemininde en güzel şekilde mukabelede bulunurlar.
İnsanlık tarihinin iyilik yolunda en büyük değişim ve dönüşümünü gerçekleştiren Peygamber Efendimizin ailesinde, iletişiminde, İslam’ı tebliğinde ve tüm ilişkilerinde öne çıkan özelliklerinden biri de karşısındakine değer veren, güven aşılayan bir yaklaşıma sahip olmasıdır.
Değer vermek karşıdakinin onur ve saygınlığını gözetmek, temel hak ve özgürlüklerini savunmaktır. Elbette değer görmeye layık bir hayatla değer vermeyi merkeze alan bir yaklaşım herkese iyi gelecektir.