Yeryüzünün öznesi insanın, onu omuzlarında taşıyan dünyanın, muhteşem sahne kâinatın ve dahi canlı-cansız tüm sistemin, kendisine takdir edilen ömrünün nihayete ermesiyle ilahi kanun bozulacak ve gün kıyamet olacaktır. Sonun başlangıcı olan, azamet ve ikram sahibi Rabbimizin zatından başka hiçbir şeyin varlık gösteremediği bu dehşetli günün ardından, bozulan düzen yeniden kurulacak ve dinî literatürde “ahiret” adını verdiğimiz ikinci ve nihayetsiz bir hayat başlayacaktır. Bu yönüyle ahiret, gözünü açtıkları ilk âlemi dünya olanların son ve gerçek karargâhıdır. Ezeli olanın ebedi vaadi olan bu sabite; rüyanın gerçeğe, gölgenin sûrete, fenanın bekaya dönüştüğü esaslı bir boyuttur. Söz konusu hakikat, evvelimizi ve ahirimizi tanzim edip dünyada salahın ahirette felahın anlam dolu kesitlerini gözler önüne seren yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de; “Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur…” (Ankebût, 29/64) ayetiyle dile getirilmiştir.
Başlangıç noktasını, insanoğlunun dünya yürüyüşünü sona erdiren ölüm gerçeğinin teşkil ettiği ahiretin ve ona yönelik muhkem inanışın ilk aşaması hiç şüphesiz imandır. Salim fıtratın tabii neticesi, nereden geldiğimizin nişanesi iman, bilgiyle taçlanarak Yaratıcıyı zat ve sıfatlarıyla tam manasıyla idrak etmenin adı olan marifetullah ve O’na kulluğun tüm keyfiyetinin farkındalığı mesabesindeki mehafetullahla birleştiğinde, bizi doğrudan nereye gideceğimizin açık adresi olan ahirete ve ona imana sevk edecektir. Zira Allah’a iman, O’nun bildirdiği hakikatlere de inanmayı tazammun etmektedir. Dolayısıyla, İslam inanç yapısının en sağlam temellerinden biri olan ahiret inancını, imana sarılanların nimetler içerisindeki hakiki resmini ve bu hazineye sırt çevirenlerin yürek yakan durumunu tasvir eden ayetlerin sahibine iman ayakta tutmaktadır. Nitekim bu tespit, şehadet ve gayb âleminin rehberi Kur’an’da; “Şüphesiz inananlar (Müslümanlar) ile Yahudiler, Sabiîler ve Hıristiyanlardan (her bir grubun kendi şeriatında) ‘Allah’a ve ahiret gününe inanan ve salih ameller işleyenler için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır’ (diye hükmedilmiştir.)” (Mâide, 5/69) ayetiyle teyit edilmiştir.
Zihnini ve gönlünü Allah’a zimmetlemiş bir mümin, asıl ve sonsuz hayat ahirete inanmakla Yaratıcısıyla bir nevi antlaşma yapmakta, O’ndan sağlam bir söz almaktadır. Böylece duyu organlarıyla, zihinsel tasavvurlarıyla, akıl ve tefekkür boyutuyla yaşadığı dünya üzerindeki sükûn ve hareketinin nihai noktasının Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanmak, diğer bir ifadeyle kendi iradesiyle O’nun muradını birleştirmek olduğunu aklından çıkarmayan ve buna göre bir yaşantı süren Müslüman, son tahlilde Rabbinin hak olan vaadi ile karşılaşacaktır. Buna mukabil, başlangıç ahdine sadık kalmayıp hayatı bu dünyadan ibaret görerek gidişin dönüşünü, inişin yokuşunu ve nihayetinde din gününün yegâne sahibini unutan insanoğlunun insan, eşya, tabiat ve kâinatla olan ilişkisinde adaletten uzaklaşıp kaosun baş aktörü olması ve neticede Rabbinin vaîdiyle karşılaşması kaçınılmazdır. Bu bağlamda, ilahi adalet gereği boynuzsuz koçun boynuzlu koçtan hakkını alacağını müjdeleyen (Müslim, Birr, 15 [2582]), iyilik ve kötülük namına zerre miktarınca yapılan her şeyin görülüp karşılığının verileceğini haber veren (Zilzâl, 99/7-8), herkese tastamam adaletle hükmedilip kimseye asla zulmedilmeyeceğini (Zümer, 39/69) tesis eden ahiret inanışı, dünya üzerindeki nizamı koruyan; hak, hukuk ve adalet noktasında anlam problemi yaşayan insanı ümitsizlikten kurtarıp motive eden mühim bir fonksiyon icra etmektedir. Aksi takdirde yeryüzünde vuku bulan haksızlık ve zulümler, söz konusu eylemlerin faillerinin yanına kâr kalır ki, bu aklen ve şer’an muhaldir. Öte yandan ahiret inanışı, dinî pratiklerin en önemli motivasyon kaynağı olan nefis murakabesini aktif kılması açısından, mazi ve hâlin muhasebesini yapıp istikbalini tanzim etme gayretindeki Müslümanı, büyük mahkemenin kurulacağı günde hesabını veremeyeceği söz, fiil ve tutumlardan uzak tutmaktadır. Bu yönüyle dinamik, kararlı ve istikrarlı bir mümin portresini daima gözden geçirmemize imkân sağlayan, hesap gününde Allah’ın huzuruna günah yüküyle çıkmamak için bizleri bu dünyada iken tedbir almaya teşvik eden ahiret inanışı, Cenâb-ı Hakk’ın rızasına dönük dosdoğru şekilde mesafe kat etmedeki en sadık yardımcımızdır.
Bu noktadan hareketle ifade edelim ki varlık, bilgi, anlam, gaye, değer, ahlak ve hukuk konusunda zafiyet ve savrulmalar yaşadığımız, ruh taşıyan canlılara merhameti, Cenâb-ı Hakk’a mutlak itaati ötelediğimiz, Rabbimizin emrimize amade kıldığı eşyanın mahiyetinden ziyade formuna ilgi göstermenin neticesinde kabz hâli yaşadığımız; tamah, gösteriş, övünme, tüketim ve biriktirmeyle varlık alanı oluşturma mücadelesine giriştiğimiz, bireyselleşip dünyevileşerek mutlak hakikat ölümü unutmaya yüz tuttuğumuz modern zamanlar, ahirete iman noktasındaki ideal bilincimizi örselemektedir. Bu meyanda; “Dünya hayatı ancak bir oyun ve bir eğlencedir. Elbette ki ahiret yurdu Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” (En’âm, 6/32) ayeti, gaflet rüzgârlarıyla sarsılıp istikamet ve anlam problemi yaşayan zihinlere ikaz sadedinde mühim bir hatırlatmadır. Diğer taraftan, dünya ve ukba rehberimiz Hz. Peygamberin (s.a.s.); “Akıllı kişi kendisini hesaba çeken ve ölümden sonrası için çalışandır. Aciz kişi ise arzularına uyup Allah’tan bağışlanma umandır.” (Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 25) sözü de müminin kulluk yolculuğundaki nihai rotasının ahiret olduğunu açıkça gözler önüne sermektedir. Bu açıdan, mutlak rahat ve konforun bulunmadığı, asıl menzil ahirete nispetle soluklanma mesabesindeki dünya hayatına ebedilik atfetmeden yani dünyayı ahiretsizleştirmeden fakat büsbütün de ondan el-etek çekmeden hareket etmenin ideal mümin yaklaşımı olduğu izahtan varestedir. Bunun için de mebdei mead ile anlamlandıran yüce dinimiz İslam’ın dünya-ahiret dengesine dair ortaya koyduğu prensiplere sarılmak, dolayısıyla züht ve rağbetin anlamını kavrayıp içselleştirmek oldukça önem arz etmektedir. Buna göre, mahiyeti itibariyle mutlak bir inanç ve teslimiyeti hak eden ahiret ve onun zorunlu mukaddimesi olan dünya hayatı, Müslümanların zihin ve gönül atlasında anlam ve değer cihetiyle eşdeğer bir konum işgal etmelidir.
Bu itibarla, iyilik ve doğruluk yolunda yaşadığımız bir hayatın nihai hakikat olan ahiretimizi mamur etmesi temennisiyle, bizleri sırât-ı müstakîm çizgisi üzerinde sabit kılmasını ve kulluk yolculuğumuzda her daim rahmet ve inayetini bizlerden esirgememesini Yüce Rabbimden niyaz ediyorum.