Dünyaya geldiğimde 27 Mayıs 1960 ihtilaline beş ay vardı. Anlayacağınız dünyaya darbe yılında gelmişim. Bir ülkenin başbakan ve iki bakanının nâhak yere asıldığını, vekillerinin ve taraftarlarının hapsedilip, yargılandığını kısaca olup bitenleri yaşamış gibi okudum/dinledim… hayata darbeci ülkenin çocuğu olarak başladım.
Yaklaşık on yıl sonra kendilerini ülkenin gerçek sahibi gören vatansever askerlerimiz, bir kez daha harekete geçti. 12 Mart 1971 Muhtırası. Köyde yaşayan biri olarak muhtıra kavramının ve hatta darbenin ne anlama geldiğini bilmiyordum. Fakat o kasvetli ve buhranlı günleri iyi hatırlıyorum…
Tarihler 12 Eylül 1980’i gösterdiğinde askerlerimiz bir kez daha postallarını giyip, alana indiler. O zaman yapanları ve yapılanları çok iyi hatırlıyorum, çünkü İstanbul’da talebeydim. Yaz aylarında çalıştığım için darbe sabahı Ortaköy Büyükdere caddesinden işe gidiyordum. Yolun boşluğu ve yanı başımdaki -o zamanın ismiyle boğaz, yeni ismiyle 15 Temmuz şehitler köprüsünden Hasan Mutlucan’ın tok sessiyle okuduğu türkü dikkatimi çekti, lakin bu durum işe gitmeme mani değildi.
Biraz ilerledikten sonra devreye gezen tam teçhizatlı iki asker, ‘hop hemşerim nereye gidiyorsun!’ dediler. Biraz tedirgin vaziyette, ‘işe gidiyorum’, ‘Hemşerim darbe oldu evine dön’ dediler. Nâçar döndüm. Evde yalınız kalıyorum. Radyo bile yok. Camdan dışarı bakıyor, Hasan Mutlucan’ı dinliyor konuşan biri var mı diye de kulak kesiyorum...
Günlerden Cuma idi abdestimi aldım, öteden beri gittiğim, gitmekle de zevk aldığım biblo gibi muhteşem mimarisiyle göz kamaştıran Mecidiye Camiine doğru hareket ettim. Neyle karşılaşacağımı bilmiyorum ama hiç olmazsa namazımı kılar bir şeyler de öğrenirim diyordum. Yol boyunca devreye gezen Anadolu’nun saf, masum ve yiğit evlatlarından oluşan askerlerimiz, gene nereye gittiğimi sordular ama camiye deyince müsaade ettiler.
Namaz vakti geldi. İsmini unuttuğum Kayserili imam arkadaş, ‘Ahmet’im Cuma namazını sen kıldır’ demez mi? Doğrusu şaşırdım. Sadece kılınacak olan namaz olsa kıymeti yok vazifeyi yaparım. İşin içinde bir de hutbe var. Durum malum. O zamanlar biraz da genç ve heyecanlıyız olur-olmaz bir şey derim de al başına bela… ‘Yok, hocam siz kıldırın, biz cemaat olalım’ dedim ve işin içinden sıyrıldım. Namazı kıldık fakat bir türlü eve gidesim gelmiyor. Az sayıda gelen cemaatten bir grup arkadaşla Camide ve sahilde epeyce dolaşıp sohbet ettik.
Sizin anlayacağınız 12 Eylül 1980 darbesinin önünden ve arkasından yapılan söylenen hemen her şeyi anlayacak ve idrak edecek durumdaydım…
28 Şubat 1997 Darbe yasası diye hala tartışılan anayasanın yapılması, daha değişik önlemler alınması gibi sebeplerden dolayı artık darbe olmaz denmeye başlandı. Anlayışlar ne kadar değişti, vesayet odakları ne düşünüyordu bilmiyorduk. Ama her on yılda bir arz-ı endam eden askerler artık işi sivillere bırakır kanaati yaygınlaşamaya başladı. Maalesef bu anlayış 15-16 yıl ancak devam etti.
Bu arada Türkiye’de bazı değişlikler oldu. 1969’da ortaya çıkan bir kadro MNP (Milli Nizam Partisi) o tarihten itibaren yılmadan, usanmadan ve bıkmadan arı gibi çalışarak, gergef gibi örerek Türkiye’de ciddi çok ciddi bir değişim ve dönüşüm projesi ortay koydular. Yepyeni söylem ve eylemleriyle toplumun sesi oldular. İnsanlar özellikle Anadolu insanı, ‘bunlar bizim gibi söylüyor, bizim gibi yaşıyor’ denmeye başlandılar. Bundan önceki seçimlerde her ne kadar parlamentoya girecek kadar oy alıp vekil çıkarsalar da vesayet odakları, içten içe korksalar da sisteme etki yapacak güçlerinin olmadığı düşüncesiyle fazla galaya almadılar.
1995 yılında yapılan milletvekilliği genel seçimlerinde millet, ülkeyi açmaza sürükleyen, doğru dürüst plan projeleri dahi olmayan, kısır çekişmelerle ülkeyi mahveden partilerden kurtulmak istiyordu. Böyle düşünen insanlar için yapılacak olan bu seçim tam fırsattı. Bu saikle sandığa giden Milletimiz Milli Görüş geleneğinin siyasi kanadı RP’yi birinci parti yaptı.
Telaşlanan zinde güçlerin etekleri tutuşmaya başladı. Onların hükümeti kurmaması için ellerinden geleni yaptılar. Fakat ne yaptılarsa işin içinden bir türlü çıkamadılar. İş döndü dolaştı RP ile DYP’nin koalisyon kurmasına vardı. Tarihe REFAH-YOL diye geçen 54. hükümet kuruldu. Birinci parti olması münasebetiyle RP lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan başbakan, DYP lideri Prof. Dr. Tansu Çiller başbakan Yrd. ve Dış İşleri Bakanı oldu.
Oldukça badireli bir dönemde iktidara gelmelerine, gerek partiler ve gerekse kabine üyeleri arasında yeteri derecede insicam olmamasına rağmen çok kısa sürede ekonomi derlenip toparlandı. Kara delikler kapandı. İsraf ekonomisi durduruldu. Ülkenin gündemine ilk defa “havuz sistemi” ve “denk bütçe” kavramı girdi. Ekonomik anlamda çok ciddi gelişmeler oldu. O zamana kadar sabit gelirlilere yapılmadık zam yapıldı.
Tüm bunlar ekmeğimiz elimizden gidiyor, neler olur, diye kır kır kıvranmaya çalışan para babalarının ciyaklamasına sebep oldu. Sözüm ona her şeyi ülkesi için yaptıklarını söyleyen bu gruplar, TÜSİAD başta olmak üzere toplantı üstüne toplantı yaptılar…
Toplantılarda -güya- kendi çıkarlarından bahsetmiyorlar ama asıl gayelerinin o olduğu sonraları çok daha iyi anlaşıldı. Kurnazca hareket edip, Türkiye’nin ekseni kayıyor diye zinde güçleri ABA (Asker, Bürokrat, Aydın) harekete geçirmeye çalıştılar.
Mesajı alanlar ‘birimen mızıkacıları’ gibi harekete geçtiler. Sahaya indiler. Bu taife için ülke şaha kalkmış, ekonomi düzelmiş, içerde ve dışarda güzel işler oluyormuş hiç mi hiç önemli değil. Sanki ülke başka bir yere götürülüyormuşçasına “i r t i c a” kavramına kilitlendi. Gündem bu kavram üzerinden oluşurken, birleri zenginliğine zenginlik katıyor, bu kimin umurunda!
Demokrasi havarisi kesilen sözüm ona aydınlar, akademisyenler, hukukçular, askerler, gazeteciler bürokratlar, STK’lar, bir takım siyasetçiler değneksiz köyde gezmeye başladılar… Koro şefleri asker olmak üzere işe koyuldular. Şefleri, ismi geçen demokrat! grupları topluyor, kulaklarını çekiyor, onlara yol haritası çiziyor, günlük haftalık ve hatta aylık ödevlerini veriyordu. Onlarda gereğini yapıyordu.
Aman Allahlım biz nasıl bir ülkede yaşıyormuşuz! Ülke uçurumun eşiğindeymiş de haberimiz yokmuş. Uydurma ve sansasyonel haberlerle okulda, kuran kursunda, dükkânında veya tarlasında namaz kılan insanlar gündeme getiriliyor; sakallı, sarıklı cübbeli insanlar; kendilerinin oluşturdukları Fadimeler, Kalkancılar ülke gündemini meşgul ediyor, iyiliklerin üstü kapatılırken suni gündemle insanlar meşgul ediliyordu.
Şeflerinden aldıkları görev gereği bunlar olurken diğer taraftan da hükümeti bozma faaliyetleri başladı. Satılık bakan ve milletvekilleri için pazar kuruldu. Varlığını zinde güçlere borçlu olanlar peşi peşine istifa etti/ettirildi...
ARA SÖZ Geçenlerde bir dostumla muhabbet ederken hükümetle ilgi bazı değerlendirmede bulundu… Dedim ki, ‘genelkurmay başkanı veya kuvvet komutanlarının isimlerini biliyor musun? Görsen tanırımsın?’ ‘Yok’ dedi.
Bu hükümetin ‘Hiçbir şey yapmadıklarını düşünsek bile bu vesayetçileri demokrasinin içine çekmeleri dahi çok büyük başarıdır’ dedim…
MGK TOPLANTISI Tarih 28 Şubat 1997 Türkiye’nin en uzun MGK toplantısı yapıldı. Tam sekiz saat sürdü. Kurulda Genelkurmay başkanı İsmail Hakkı Karadayı başta olmak üzere asker kanadı pervasızca hareket ediyor, dik dik tepeden tepeden konuşuyor, nezaket timsali Erbakan Hocayı zor duruma sokmak için elinden geleni yapıyor. Özellikle Batı Çalışma Grubunun kurucu ve yöneticisi Deniz kuvvetleri komutanı Güven Erkaya, yaptığı çirkefliklerin yanı sıra Erbakan’ın dini hassasiyetini bilmesine rağmen toplantılarda içki isteyip nispet etmesi, Çevik Bir’in askerler adına Sincan’da tankları yürütmesi vs.
Sözüm ona “iri” ve müstehcen resimleriyle toplumun ahlakını bozan gazetelerin manşetlerini ismi verilmeyen bir üst düzey askerlerin abuk sabuk beyanları oluşturuyordu. Onlar da gazeteciyim diye kasılıyorlardı… (Ertuğrul Özkök, Murat Yetkin, Oktay Ekşi, Emin Çölaşan, Zafer Mutlu, Ali Kırca vs. gibi gazeteciler…)
Çarşı-pazarda, üniversitelerde irtica almış başını gidiyor!… Gücünü zinde güçlerden alan YÖK başkanı ve üniversite rektörleri, dininin gereğini yapanlara karşı zulümde adeta yarışıyorlardı. O günler buhranlı ve sıkıntılı günlerdi.
Gidişatın iyiye gitmediğini fark eden rahmetli Erbakan, ortağının başbakanlığında hükümetin devamı için istifasını dönemin cumhurbaşkanına verdi. Bunu fırsat bilen şahıs, hükümeti kurmayı kendinin siyaset arenasına kazandırdığı Tansu Çiller’e değil, Müslümanları yarasaya benzeten, kesintisiz eğitimi uygulamayı siyasi geleceğine mâl olsa dahi uygulamayı taahhüt eden ve uygulayan siyasetçiye verdi…
Ülkemizin yakın geçmişinde yaşanan 28 Şubat 1997 post-modern darbesi konusunda yazan çok sayıda insan var. Uzun olmayan bu yazımı, kendimi kasarak ve kısarak yazdım. Tavsiyem odur ki, akl-ı selimle o dönem tekrar tekrar okunmalıdır. İyi anlaşılmalıdır.
Eleştirilecek yönleri olsa da, rahmetli Erbakan Hoca’nın talebeleri, tarumar edilen ülkeyi nereden nereye getirdikleri ortada… Ahmet BELADA