Kemal Sayar Saint Exupery’in “Hiç kimse hem umutsuzluk hem de sorumluluk hissine aynı anda sahip olamaz” sözünden hareketle her insanın sorun ve sıkıntısının olabileceğine işaret ediyor.
Türü farklı olsa da dünyalık anlamında her türlü imkânı olan insandan tutun da en ihtiyaç sahibi insana varıncaya kadar herkesin bir derdi vardır. Geçenlerde çok merak edip ilk romanı “Genç Werther’in Acıları” kitabını okuduğum Goethe, (1749-1832) varlıklı ve aristokrat bir ailede doğup büyümesine rağmen kasvet ve sıkıntı içinde yaşamıştır. İstisnasız dünyanın en iyi kalemlerinden Tolstoy’da elinde “iple” dolaşmış ilahi hakikatle tanıştıktan sonra kurtulmuştur…
Bu durum gösteriyor ki, yaratılmış hiçbir insan ve hatta hiçbir varlık yoktur ki, konumu ve durumu ne olursa olsun bir başkasına ihtiyaç duymasın. Önemli olan kişinin sıkıntısını nasıl, neyle veya kimle gidereceğidir.
Sorununun farkına varan ve ehline müracaat ederek sıkıntısını giderenler hayata daha sağlıklı bakabilmekteyken, aksi de sıkıntısıyla boğuşarak hayatı hem kendine hem de yakınlarına dar etmektedir.
Oysa “bilmediğini ehline sorun…” ilahi ferman gereğince insanlar bilmediklerini ve sıkıntılarını umur görmüş, tecrübeli, aklıselim, dinini bilen insanlarla paylaşmalıdır. İnsanların çoğu böyle yapmadıkları gibi sorunlarını ya kendi, ya akranı ya da sosyal medya maharetiyle halletmeye çalışmakta. Bu durum da sıkıntıyı bertaraf etmek şöyle dursun daha da derinleştirmekte.
(Bu konuda Türkiye’nin en önemli mütefekkirlerinden Nurettin Topçu’nun Abdülaziz Bekkine’yle olan diyalogu öğrenilmelidir.)
Otokontrolün yapılmadığı, ‘mahalle baskısının’ olmadığı, büyük-küçük kavramının kaybolduğu, sevgi-saygının buharlaştığı bir dönemde yaşıyoruz.
Bu sonuç, ferdiyetçi bir toplumun oluşmasına sebep olmaktadır.
Böyle bir ortamda da dede torununa, baba oğluna, dayı-hala yiyenine nasihat edemez oldu.
Hoca talebesine karşı tedirgin davranıyor.
Toplu taşıma araçlarında, cadde ve sokakta, toplu yaşam alanlarında yanlış yapanları -nasıl bir tepkiyle karşılaşırız endişesiyle- uyaramaz olduk.
İnsanı seven, gençliğine güvenen bir yapım olmasına rağmen son zamanlardaki yaşananlar ve gördüklerim –ne söyleyeyim- biraz endişelendiriyor.
Bu hal sorumluluğumuzu artırdığı gibi gayretimizi çoğaltmalıdır. Özünde iyi olan insanımıza iyilikleri hatırlatmak güzeli ve güzellikleri göstermek sorumluluk sahibi hepimizin vazifesidir. Bu konu da hiç kimse ban ne! deme hakkına sahip değil.
Sosyal medya gündemimizi çok meşgul ediyor. Sağlıklı bilgi edinemiyoruz. Bolca dedi-koduyla meşgul oluyoruz. Böylece ‘zihnimiz malumat çöplüğüne dönmüş’ vaziyette.
Her şeye rağmen, ama her şeye rağmen vefayı unutmamalıyız. Çünkü Efendimiz (sav); “Ahde vefası olmayanın imanı da yoktur” sözüyle bize önemli bir hatırlatmada bulunuyor.
O halde derim ki, bizlere -ölü veya sağ- bir şeyler öğreten büyüklerimize ve hatta küçüklerimize teşekkür niteliğinde gelin bir mektup yazalım. Adına da şükran mektubu diyelim. Böylece hem bir geleneği yaşatalım hem de vefamızı gösterelim. Sosyal medyanın soğuk haberleşmesini sıcak sımsıcak ilişkiye çevirelim.
Şükran mektubuyla dünyanın karamsar, agresif insanıyla mektuplaşma gibi sıcak ilişkiyle daha farklı diyalog kurabiliriz.