Hastanelerde tedavi olduktan sonra kullanılan “taburcu olmak” ifadesinin sadece bizim milletimize mahsus bir tabir olduğu rivayet edilir. Çanakkale savaşı esnasında cephede yaralanan askerler revirlere, hastanelere götürülür, tedavisi tamamlanan askerler eve dönmek istemez; komutanlar da onların bu arzusunu yerine getirirmiş. Bu sebeple iyileşen askerler, istirahatli yahut izinli olmaz, tekrar taburuna katılıp cepheye gitmek üzere taburcu olurmuş. Bu tabir, literatürümüze ecdadımızın Çanakkale’de gösterdiği fedakârlık ve hassasiyet sebebiyle yerleşmiştir. İşin ilginç tarafı ise aradan 104 yıl geçmesine rağmen hala hastanelerimizde, iyileşen hastalar için aynı tabir kullanılmaktadır. Bu da bize göstermektedir ki, vatanımızın kuruluş aşamasında ecdadımızın yaptığı fedakârlığı bizlerin de vatanın müdafaasında göstermemiz gerekmektedir. Bugün bile tedavi gördüğümüz hastanelerden iyileştikten sonra taburcu oluyorsak; taburlarımızda vazifelerimizi iyi yapmalı, birlik ve beraberliğimizi de Çanakkale ruhuyla muhafaza etmeliyiz. Nasıl kahraman güvenlik güçlerimiz aynı şuurla vatanın her sathını tabur bilip zalime fırsat vermiyorsa, bizlerde topyekûn olarak mücadeleye katkı sağlamalıyız.
Bu meyanda din görevlisi; mihrabını, kürsüsünü, mahallesini taburu olarak kabul etmeli ve irşat etmelidir. Memur, sorumlu olduğu birimi taburu olarak kabul etmeli ve mesaisine dikkat etmelidir. Tüccar, ticarethanesini taburu olarak kabul etmeli ve ticaretini helal yollarla geliştirmelidir. Çiftçi, tarlası ve bahçesini taburu olarak kabul etmeli ve üretmelidir. Öğretmen, okulu ve öğrencilerini taburu olarak kabul etmeli ve öğretmeli; anne-baba ise ailesini taburu olarak kabul etmeli ve korumalıdır. İnanan insanlar ayrılığa düşmeden, Allah’ın ipine sımsıkı sarılmalı, tefrikaya düşmemelidir. Fikirler, amaç ve hedefler, dünya görüşleri ne kadar farklı olursa olsun, büyük resme bakarak İslam kardeşliği muhafaza edilmeli; “Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve tanışasınız diye sizi boylara ve kabilelere ayırdık” (Hucurât/13) buyuran Rabbimizin emri yerine getirilmeli; her ne kadar boylarımız, ailelerimiz farklı olsa da ötekileştirmeden, ayrıştırmadan tanışmaya devam edilmelidir.
Sınırlarımızın etrafında bilâd-ı İslam ve Müslümanlar her geçen gün artan zulümler karşısında eriyip yok olurken, Myanmar, Arakan, Suriye, Gazze, Hindistan vb. şerhirlerde din kardeşlerimiz, ezan-ı Muhammedî’ye hasretken, sulh-u salah içinde huzurlu bir gün geçirmek için mücadele verirken, Yemen’de Müslümanlar açlıkla boğuşurken, inananların teferruatta ayrışması bir hicap sebebidir. İdeal birliğin sağlanamaması halinde her gün birimizi, bir gün de hepimizi yutmak isteyenler daha da iştahlanacaktır.
İslam dini, birlik ve beraberliği, barış ve kardeşliği dinin ve milletin bekasının temel taşı olarak ifade etmiş, bu beraberliği bozacak her türlü söz, fiil ve davranışı yasaklamıştır. İnsanları birbirine düşüren, toplumun fertleri arasında üstünlük yarışı başlatan, dolayısıyla insanlar arasındaki sevgi ve saygıyı, bir ve beraber olma duygusunu ortadan kaldıran uygulamaları reddetmiştir. Irkları, renkleri ve dilleri ayrı olan insanları, aynı inanç etrafında birleştiren, kin ve düşmanlıkları ortadan kaldırarak gerçek anlamda huzur ve barış ortamını insanlara sunan dinimiz; “Sizin Allah katında en değerliniz en takvalı olanınızdır” (Hucurât/13) hükmü ile zahiri farklılıkların üstünlük vesilesi kılınamayacağını ortaya koymuş, üstünlüğün yalnızca Allah’a karşı samimiyette aranması gerektiğini ifade etmiştir.
Diğer taraftan Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de müminleri kardeş olarak nitelemiş; “Hep birlikte Allah’ın ipine (İslam’a) sımsıkı sarılın, asla parçalanmayın” (Âl-i İmrân/103) emri ile Müslümanları Kur’an’ın etrafında birlik olmaya çağırmıştır. Zira birlik ve beraberlik ruhuna sahip olamayan, asgari müştereklerde bile bir araya gelemeyen toplumlar kendi sonlarını hazırlamış olacaklardır. Bu sebeple, yüce kitabımızda “Allah’a ve O’nun Resulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra gevşersiniz ve gücünüz elden gider” (Enfâl/46) buyrulmuştur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) de “Birlikte rahmet vardır, tefrika ise azaptır”(Ahmed b. Hanbel, IV, 145);“Allah’ın yardımı birlik olanlarla beraberdir” (Tirmizî, Fiten,7) buyurarak konunun önemini vurgulamıştır.
Görülüyor ki insanca yaşamanın, huzura kavuşmanın tek yolu birlik ve beraberliktir. Dünyanın dört bir yanındaki Müslümanların, gönülleri iman bağı ile birbirine bağlanmıştır. Zira hepimiz tek Allah’a inanan, Hz. Peygamberi rehber kabul eden, tek bir kitabı, tek bir kıblesi olan Müslümanlarız. Tarihi, bayrağı, kültürü, inancı, vatanı özetle her şeyi müşterek olan bizler, birbirimizin karşısında değil, yanında olmalıyız. Din, devlet, vatan, bayrak, ezan gibi uğrunda her şeyin feda edilebileceği mukaddesatımıza sahip çıkmalıyız. Düşmanlarımızın faydasına olan ihtilaflardan uzak durup ayrılıkçı fikirlere kapılmamalıyız. Şunu hiçbir zaman unutmamalıyız ki milletler topla tüfekle değil, tefrika ve bölücülükle yıkılıp yok edilirler. Yüzyıllardan beri aynı heyecanı, aynı sevinci, aynı kaderi beraber yaşayan bizler, içerden ve dışardan İslam’a ve Müslümanlara saldırarak bölücülük çığırtkanlığı yapan fitne tohumlarına asla prim veremeyiz. Bu itibarla; “Ey Allah’ın kulları, kardeş olun!” (Buhârî, Edep, 93) çağrısı yapan hoşgörü ve sevginin timsali Hz. Peygamberin çağrısına kulak vererek saflarımızı sıklaştırmalı ve kardeşliğimizi pekiştirmeliyiz ki taburlarımız zafiyete uğramasın, gücümüz eksilmesin.