Bu ism-i şerif insan akıl ve kavrayışının ötesinde bir ululuğu, bizim “muazzam” dediğimiz her şeyi yaratan, bildiğimiz bütün ululukların yoktan var edicisi yüce Allah’ın azametini ifade eder ve “emirlerine hiçbir şekilde karşı gelmek mümkün olmayan ve âciz bırakılamayan, zatının ve sıfatlarının mahiyeti anlaşılamayacak kadar ulu varlık” demek olur. Rabbimizin sınırsız azametine iman etmek, O’nu tazim etmek demek O’na hakkıyla saygı göstermek, iç dünyamızda hiçbir varlığı O’nun gibi yüce addetmemektir. Bu inancın zorunlu sonucu da O’na itaat edip emirlerine karşı gelmemek, O’ndan gelene şükredip nankörlük etmemektir: “Her kim Allah’ın nişanelerine tazim, hürmet gösterirse şüphesiz bu kalplerin takvasındandır.” (Hac, 22/32)
Azameti Anlayabilmek
Hakiki büyüklük Allah’a mahsustur. Yerde, gökte, bütün varlık içinde mutlak ve kusursuz büyüklük ancak O’nundur ve her şey O’nun büyüklüğüne şahittir. Vâkıa suresinde neredeyse baştan sona kadar Rabbimizin kâinatın işleyişindeki güç ve azameti anlatıldıktan sonra surenin “O hâlde Azîm olan Rabb’inin adını tespih et!” ifadesiyle sona ermesi bunca nimetlere şükredebilmek için Rabbimizi Azîm sıfatıyla zikretmek gerektiğini gösterir. Bu emrin gereği olarak Efendimiz (sas) namazda rükû tespihlerinde “sübhane rabbiyel azîm” dememizi tavsiye etmiş, böylece bu şükrü günlük ibadetlerimizin bir parçası hâline getirmiştir.
Rabbimizin azametinin kâinata yansıyan tecellisini aklımız nispetinde anlayabilmek için O’nun kâinattaki eserlerini incelemek gerekir. Kur’an sayısız ayetinde hep biz insanları buna davet eder. Yaratıcının azametine işaret etmesi açısından fizik ve tabiat bilimlerinin kıymeti de burada devreye girer. Bilgi ve tefekkür bu azameti kavramada bir yere kadar bize yardım etse de biz aklın sınırına varıp dayandığımızda o azamet hâlâ bütün ihtişamıyla karşımızda durmaktadır. Burada idrak ve izah sona erer, hayret ve sükût başlar. O, her büyükten daha büyüktür. Hiçbir akıl, O’nun büyüklüğünü gerçek mahiyetiyle kavrayamaz. Hiçbir göz, O’nun izzetini kuşatamaz.
Kur’an-ı Kerim’de Azîm
Azîm ismi Kur’an-ı Kerim’de altı ayette (Bakara, 2/255; Şûrâ, 42/4; Vâkıa, 56/74, 96; Hâkka, 69/33, 52) Allah’ın sıfatı olarak kullanılmıştır. Allah’ın Azîm sıfatıyla tavsif edildiği bu altı ayetin beşinde tenzih ifade eden “tespih” veya “ulüvv” kavramlarıyla birlikte kullanılmıştır. Bu da Allah’ın gerek zatı gerekse sıfatları itibarıyla insan idrakinin üstünde olduğunu ve mutlak manada azametin sadece Allah’a ait olabileceğini ifade eder. İki yerde “üstün” anlamındaki Aliyy ismiyle birlikte gelmesi üstünlük ve azamet arasındaki nazik farka dikkatimizi çeker. Her üstünlüğün azamet taşımadığını; Allah’ın üstünlüğünün saygı ve tazim uyandıran azametli bir üstünlük olduğunu gösterir.
Tevhit inancının temel esaslarının özetlendiği ve Kur’an ayetlerinin şahı sayılan Âyetü’l-kürsî’nin bu iki isimle bitmesi de manidardır.
Ayetlerin sonunda gelen isimlerin ayetin içeriği ile ilgisi malumdur. Rabbimizin kendi şanını anlattığı bu yüce ayetin Aliyy ve Azîm isimleriyle bitmesi azamet ve yüceliğin Allah hakkında öncelikli vasıflar olduğunu gösterir. Tevbe suresi 129. ayette ise Rabbimiz Efendimize (ve onun şahsında hepimize) münafıklarla mücadelesinde Allah’a sığınıp güvenmesini emreder ve ayetin sonunda da bu emri şu ifade ile gerekçelendirir: “Çünkü O arş-ı azimin (en muazzam hükümranlık makamının) Rabb’idir.” O hâlde O yüce makamın hükümranlığına tazim ve o makamdan gelen her şeye rıza ve teslimiyet gösterilmeli. Azîm olan Allah kendi hükümlerini anlatan kelamını da azîm diye nitelemiştir. (Hicr, 15/87) Bu da bize O’nun sözünün üstünde bir söz olamayacağını gösterir. İnsan kimi ve neyi ulu göreceğine dair düzenlemeyi bir kez bu bilgiler ışığında yapınca artık kula kulluktan ve arş-ı azimle Kur’an-ı azimin sahibi dururken diğer makamların önünde eğilmekten, arkasından gidecek başka sözler aramaktan kurtulmuş olur.
Azîm İsminin Tecellisi İçin
Esma-i hüsnayı öğrendikçe görüyoruz ki kul Rabb’ini bütün isim ve sıfatlarıyla tanıdıkça O’nun yüceliğini, kudretini ve bütün evsafını daha kuvvetli olarak hissetmekte, O’ndan gelene saygısı ve bağlılığı artmakta, O’nun hakkında hataya düşmekten korunmaktadır. “Her kimin Rabb’ini bütün isimleriyle tanıma gayreti artarsa kalbinde O’na karşı duyduğu muhabbet, saygı, korku ve tazim de artar.” diyen sufilere ilaveten Sadreddin Konevi’nin dediği gibi “Hakk’ın büyüklüğünün iman ehlinin kalplerinde zuhur etmesi, onların ilahi isimlerin eserlerini bilmeleri miktarıncadır ve müşahede herkesin inancına göredir.”
Azîm isminin imanımıza tecelli etmesi ve bu sayede Allah’ı gereği gibi tanımak ve O’na layık olduğu şekilde saygı duyabilmek için bir toz zerresinden muhteşem büyüklükteki galaksilere kadar bütün yaratılmışlarda Allah’ın büyüklüğünü görecek bir bakışa ulaşmak, bunun için de bilgi ve tefekkürü artırmak gerek. Bilgiyle doldurulmamış boş bir zihin evrende Allah’ın azametini görebilecek bakışa da ulaşamaz. Bir şeyin kıymetini ancak o şeyden hakkıyla anlayan takdir edebilir. Âlemlerin Rabbi’nin azametini takdir edebilmek de böyledir. Önce zihinde bir azamet fikrinin ve ölçütünün olması gerekir. Hiçbir zihin Allah Teâlâ’nın ululuğunu hakkıyla tasavvur edebilecek kapasiteye sahip olmasa da hiç değilse kendi tasavvur âleminde en yüce noktaya O’nu yerleştirmeli; hiçbir mahluku O’nun yüceliği ile yarıştırmamalıdır. İnanç noktasında bu berraklığa ulaştıktan sonra da Allah’ın Azîm isminin tecelli ettiği ve eşref-i mahlukat olmak üzere yarattığı bir insana yakışır şekilde hâl ve tavırlarında saygınlığa aykırı olacak hâllerden uzak durmalıdır.
“A-z-m” kökü “kuvvet” anlamına geldiği gibi “asıl, esas, temel” anlamlarına da gelir. İnsan vücudunun aslı, esası olduğu için kemiğe “azm” denir.
Rabbülalemin olan Allah Teâlâ hazretleri de bütün varlığın esası ve temelidir. Yaratılışı açıklayan bütün izahlar son noktada gelir O’nun varlığına dayanır. Bu bağı kuramayanlar/ kurmak istemeyenler tam o noktada bir esas ve temel sebep bulamayıp “hiç”ten bir varlık üretmeye çabalarlar. Yine bu kökten gelen “azimet” sabır, sebat ve direnç anlamındadır. Bütün bu anlamları dikkate aldığımızda ahlakımızı irademizle inşa ederken muhitimizde bir esas olmaya ve ilkeli durumuşuzu sabır ve sebatla sürdürmeye gayret etmenin şanımızı yücelteceğini de anlıyoruz.
Hakiki büyüklük Allah’a mahsustur. Yerde, gökte, bütün varlık içinde mutlak ve kusursuz büyüklük ancak O’nundur ve her şey O’nun büyüklüğüne şahittir. Vâkıa suresinde neredeyse baştan sona kadar Rabbimizin kâinatın işleyişindeki güç ve azameti anlatıldıktan sonra surenin “O hâlde Azîm olan Rabb’inin adını tespih et!” ifadesiyle sona ermesi bunca nimetlere şükredebilmek için Rabbimizi Azîm sıfatıyla zikretmek gerektiğini gösterir.