Hele modern çağın hızına yetişmek arzusu ile hazzına kavuşmak iştiyakı, maddeyle sarmalanmış dünya çarkının dişlileri arasında beyhude bir çırpınış olsa gerek. Bu realite tükenişe savurabiliyor insanı. Böylesine kompleks ve dinamik bir kargaşa içinde, zaten “nisyan” ile malul olan “insan”, aslından ve özünden kopabiliyor.
Elbette yaratan, yaşatan ve içinde bulunduğu ortamı kendisine bahşeden ezeli ilmiyle biliyor yarattığı insanı ve şifresini. Bu nedenle de çevresel faktörlerin etkisine terk etmiyor yarattıklarının en değerlisini. “Haz” ve “hız” namıyla şöhret bulmuş acımasız ve tüketici bir ortamda, ruh dünyasını içten içe kemiren unsurlarla yalnız kalmasına izin vermiyor insanın. “Kimin daha iyi olduğunun ortaya çıkması” amacıyla düzenlediği bu “imtihan” serüveninde, engelleri aşabilmesi için çeşitli fırsatlar da sunuyor insana. İşte içinde bulunduğumuz üç aylar, bu fırsatlar zincirinin önemli halkalarından biri olarak dikkat çekiyor.
Sekülerleşmenin arttığı, mutsuz bireyselleşmenin çoğaldığı bir vasatta, insanı fıtratından uzaklaştıran düşünce ve akımların kol gezdiği tehlikeli bir atmosferde; iç huzura, sosyalleşmeye ve fıtrata çağıran önemli ve kıymetli bir unsur üç aylar.
Bir an için düşünelim. “Göklerin ve yerin yaratıldığı günden beri geçerli olan evrensel yasaya göre on iki olan aylar” içinde, “üç aylar” hiç olmasaydı… İnsanlık, “üç aylar geliyor” heyecanını yaşamasaydı… Recep ayının başlamasıyla “rağbet” duygusunu tatmasaydı, “miraç” gecesiyle “yüceler yücesine yolculuk” hissiyatını yaşamasaydı, “berat” ile arınma ümidini hiç taşımasaydı… Bu eşsiz ve aşkın duyguları hiç hissetmeseydi… On iki ay tekdüze bir şekilde gelip geçseydi halimiz nice olurdu!
Sıradan ve monoton bir içkinlikte boğulur, tekdüze yaşamın boşluğunda kaybolur, hedonizm uçurumundan yuvarlanırdık herhalde. Neticede tükenmişlik sendromuyla yok olup giderdik muhtemelen. Belki bedensel fonksiyonlar devam ederdi. Ancak iç dünyamız çöker, ruhumuz tarumar olurdu. Her türlü imkâna sahip olsak da hiçbir şeyimiz yok gibi perperişan yaşardık.
İşte üç aylar, Yaratanın evrensel yasasına göre belirlediği on iki aya, yarattığına fırsat olsun diye verdiği imkândır. Yaşam biçimini tekdüzelikten kurtaran, insanı sıradanlaşmanın boşluğundan çekip alan, hedonizm uçurumundan itilmeye çalışılan bireyi sekînetin zirvesine taşıyacak olan bir reçetedir. Küresel “hız ve haz” çağının en tehlikeli hastalıklarından tükenmişlik sendromuna da yine en iyi deva üç aylardır.
Dünyanın binbir türlü hengâmesinden sıyrılıp içsel dinginliğe kapı aralamaktır Recep. Öteler ötesine yolculuğu tefekkür edip yüceleri ümit etmek, ayların sultanını arzulamaktır Şaban. Hayat rehberini, kurtuluşa vesile ilahi pusulayı yeniden hatırlamaya vesiledir Ramazan. Kadr-ü kıymeti bilinirse bir ömre bedel olan o eşsiz geceye mülaki olmaktır.
İşte böylesine eşsiz bir değeri ya hiç bilmeseydik… Ya bizi içinde bulunduğumuz hengâmeden çekip çıkarabilecek üç aylar hiç olmasaydı… “Allah’ın böylesine kıymetli bir ihsan ve rahmetine nasibdar olmasaydık halimiz nice olurdu!
“Ya Rab! Recep ve Şaban’ı bize bereketli eyle! Ve bizi Ramazan’a ulaştır!” Amin!