İbrahim (a.s.)’ın babası Azer, put yapıp satan bir put imalatçısıydı. Çocukken tahtadan oyduğu putları küçük İbrahim’in eline verir, İbrahim suyun yanından geçerken putların başını suya sokar, “hadi bakalım, siz şimdi susamışsınızdır. Biraz su için” dediği anlatılır kitaplarımızda… Daha sonraki zamanlarda, Rabbini arayış gayretlerinin neticesinde, “ben şimdi doğmayan, doğurulmayan, ölümsüz, bütün bunlara ihtiyacı olmayan ve fakat bunları bizzat yaratan Rabbimi buldum” dedikten sonra bir panayır gününde şehir tamamen boşalmış vaziyetteyken, mâbede, puthaneye girer ve bütün putları kırar. Bir tanesini istisnâ bırakır ve onun boynuna da baltayı asar.

Kur’ân-ı Kerim’in anlattığına göre; döndükten sonra putlarının yerlere serildiğini, ayaklar altına alındığını, darmadağın edildiğini görüp şaşkına dönen müşrikler, putperestler “bunu tanrılarımıza kim yaptı?” sorgulamasına başlarlar.

Kur’ân-ı Kerim Hz.ibrahimden “fetâ” (genç) diye bahşeder. Müşrikler; “Adı İbrahim olan bir genç vardı. Putlarımız hakkında ileri-geri konuştuğunu duyardık” derler. İbrahim’in yanına giderler veya İbrahim’i yanlarına çağırırlar. O da; “şu büyük puta sorun. Bu işi belki o yapmıştır, baksanıza baltayı da ilahları kırdıktan sonra boynuna asmış” der. Bunu söylerken, bir yalana başvurmak ya da yanlış cevap vermek değildir İbrahim’in muradı…Böyle yapmakla, asıl putların güçsüz olduklarını, cansız, ruhsuz olduklarını, kendi başlarına hiçbir şey yapamayacaklarını, ne bir başkasına fayda sağlayabileceklerini, ne de kendilerine gelebilecek bir zararı defetmeye güçlerinin bulunmadığını ifade etmek ister İbrâhim aleyhisselâm.
Sonra; Hak ve hakîkatlere gözleri ve kalpleri kapalı olan müşrik gürûhu tarafından görenlere ibret olsun diye büyük bir ateş yakılır. O alevli ateşin içerisine İbrahim (a.s.) mancınıkla tam fırlatılırken; kimi rivayetlerde meleğin İbrahim (a.s.)’ın yanına geldiği, “dilersen sana yardım edeyim, Rabbin istersen seni kurtarmamı buyurdu” dediği, onun da; “Hasbiyallâhu ve ni’mel vekîl!” (Rabbim bana yeter, O ne güzel vekîldir!)” diyerek bütün benliğiyle kendisini Rabbine teslim ettiği anlatılır.
Esasen İbrahim (a.s.)’ın hayatının tamamı, teslimiyyet örnekleriyle doludur. İbrahim (a.s.) daha sonra alevli ateşin içerisine atılır… İşte tam o esnâda
Rabbimizden bir nidâ;  
قُلْنَا يَا نَارُ كُون۪ي بَرْداً وَسَلَاماً عَلٰٓى اِبْرٰه۪يمَۙ ﴿٦٩﴾
“Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve esenlik ol” dedik. (Enbiyâ, 69) . Bunun fizyolojik anlamda dünya şartlarında nasıl gerçekleştirildiği üzerinde elbette ayrıca konuşulabilir. Ama yakması için korkunç alevlerle tutuşturulan ateş, İbrâhim (a.s.) için o gün bir gül bahçesine dönüşüverir.
 
Efendimiz (a.s.); “bütün insanlar bir araya gelseler, sana zarar vermek isteseler, Allah dilemedikçe hiçbir zarar veremezler. Yine bütün insanlar sana bir fayda vermek için toplanıp bir araya gelseler, Allah dilemedikçe yine bir fayda veremezler” buyuruyor. İşte bu tam tevekkül ve teslimiyettir. Saf ve hâlis niyet, arı-duru bir bakıştır. Allâh’a tam yaslanma, O’na tam güvenme, O’nun ipine tutunma, Allah’tan emîn olma, O’ndan geldiyse eğer ona rıza gösterme halidir. Her hâlükârda Rabbimize tam bir güvenle, tam bir tevekkülle;
Hoştur bana Senden gelen, 
Ya hil’atu yahut kefen,
Ya gonca gül yahut diken, 
Lütfun da hoş, kahrın da hoş!

diyebilmeyi ümit ediyoruz. Rabbimiz cümlemizi razı olan ve razı eden kullarından kılsın.