İnsanın kendi hayatının gerçek sahibi olduğu, istediğini istediği gibi yapabileceği, kimsenin ona engel olamayacağı inancının giderek yayıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Sadece sosyal hayattaki otoritelerin reddi değil bu, aynı zamanda semavi otoritenin de reddi... Hiçbir konuda gerçek söz hakkımızın olmadığı öbür uçta yer almaktansa, bu düşünceye kendini daha yakın hissedenler olabilir. Kendi hayatımızın tartışmasız tek sahibi olmanın, aynı zamanda bütün olan bitenden tek sorumlu olduğumuz anlamına geldiğini görmezden gelip üzerimizde hiçbir otorite olmadığını düşünmek keyif verebilir. Ama Kur’an-ı Kerim’de bize anlatılan küfür ve şirk tarihine baktığımızda, kayıtları düşülmüş küfür önderlerinin işte tam da bu düşüncenin körüklediği onulmaz bir kibirle azıp yoldan çıktıklarını ve Allah’ın gücünü sorguladıklarını görürüz. Rabbimiz onlara bir hidayet çağrısı olarak zaman zaman kahrını hatırlatır. Yani sınır tanımayan güç ve kudretini yer ile yeksan eden galebesini ve her şeyi avucunun içinde tutan kuşatıcılığını… Bu kahır bazen dünyada, hayat devam ederken burnun sürtülmesi yoluyla olur. (Bakara, 2/211; En’âm, 6/6; Hûd, 11/102) Bazen ölüm karşısındaki çaresizliğimizde görürüz gerçek kudret ve tasarruf sahibinin kim olduğunu. (En’âm, 6/61) Bazen de Allah Teâlâ kıyamet sahnelerini anlatırken vurgular kahrını… (Mü’min, 40/16; İbrâhîm, 14/48)
Kur’an-ı Kerim’de Kahhâr
Kur’an-ı Kerim’de geldiği altı yerde de hep Vâhid isminden sonradır Kahhâr. Bu ism-i şerifin geçtiği bütün surelerin Mekki olması şirkin iptali ve tevhidin ikamesi mücadelesinde Allah’ın Vâhid ve Kahhâr oluşunun nasıl bir önem taşıdığını gösterir. Kahhâr oluşuyla şirk sebeplerinin anlamsızlığını vurgularken, Vâhid oluşuyla da zihinlerimize tevhidi yerleştirir. Kahhâr olan Yüce Allah karşısında insanların tanrılaştırdıkları her şey aciz ve makhur, O ise bütün kâinatın yegâne egemenidir. (Yûsuf, 12/39; Sâd, 38/65)
Rabbimizin kahrını hatırlatması aslında bir hidayet çağrısıdır.
Ama hidayete davet, kahrı hatırlatarak başlamaz, öncelikle akla ve duyulara hitap eden deliller gelir. (Ra’d, 13/16) Allah’ın indirdiği Kur’an’da ve kâinatta sergilediği delillerde Allah’ı bulanlar hakikate saygıdan doğan teslimiyetle Allah’a boyun eğerler. Bu işe yaramadığında Rabbimiz bize geçmişte yaşanmış çeşitli afet ve belaları hatırlatarak ikaz eder. Bu meyanda Kur’an-ı Kerim’de anlatılan helak kıssaları kahrın evrensel tarihi gibidir. Rabbimizin velimiz olduğunu hatırlarsak bu ikazları dehşet veren korkutmalar olarak değil; bir dostun gidişatınızdan duyduğu endişeyle bizi akıbetimiz konusunda uyarması olarak görürüz. Bu açıdan bakıldığında kahrın arkasında tüm varlığı rahmetiyle kuşatan (A’râf, 7/156) Allah’ın lütuf ve merhameti dahi gizlenmiş olabilir. İkazlar işe yaramadığında sıra adaletin icrasına gelmiştir. İşte bu noktada bazen adalet; zelil kılan, sınırsız bir güç (kahr) olarak tecelli eder. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın Kahhâr oluşu kimileri için tehdit, kimileri için tesellidir. Bize düşen safımızı belirlemektir.
Kahhâr olana karşı her başkaldırı, bunu yapanın aleyhine döner. İşte bu yüzden Allah’ın kahrından yine O’na sığınmaktan başka çare yoktur. (En’âm, 6/17-18) Bu sığınış da bizi kahra götüren hatalarımıza tövbe ile başlar, hayatımıza salih amelleri yerleştirerek sürecek olan ıslah çabası ile devam eder. Bazen kişisel bir kusurdan kaynaklanmayan külli kahırlardan da payımıza acının düştüğü olur. Dünya savaşları, salgın hastalıklar ya da tabii afetler gibi.
Bu durumda değiştiremeyeceğimiz bu imtihanların hakkımızda hayırla neticelenmesi için tek yapabileceğimiz şey alçakgönüllü bir sabırdır. Bazılarına ahmakça bir pasifizm gibi görünen bu sabrın çok büyük bir güç gerektiren yüce bir erdem olduğunu ve Allah’ın imtihanlarından ancak bu erdemle geçilebileceğini unutmamak gerekir.
Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de helak edilen kavimleri anlatırken tek tek hepsinin neden helak edildiklerini de açıklar. Bu da bize O’nun kahrının keyfî olmayıp bir sebep sonuç ilişkisi içinde cereyan ettiğini gösterir.
Bu İsmin Tecellileri
O kudret ve galebe ifade eden isimleriyle eşyaya tecelli etmiş ve akılsız varlıklardaki eşsiz nizamını öyle kurmuştur. İnsanın iradeli eylemlerinde bu nizam ile uyumu için gereken tecelliyi ise kendi çabasına bırakmıştır. Kahhâr, Cebbâr olduğu hâlde insanları imana mecbur etmediği gibi peygamberi de böyle bir gücü olmadığı konusunda uyarmıştır. (Sâd, 38/65) İnsanın dünyada Allah’ın yarattığı nizama uyması ve akıbette de cenneti kazanması için önündeki bazı engelleri aşması gerekir. Öfke, şehvet, dünyaya düşkünlük gibi nefis kuvvetleri ile şeytan gibi çeldiricilere söz geçirebilmemiz ancak Kahhâr isminin tecellisiyle olur. Bu isim tecelli ettiğinde, insan artık kendine zarar verecek iç ve dış etkilere hâkimiyet kurmuştur; kimsenin elinde oyuncak olmaz.
Allah’ın Kahir, Kahhâr, Galip gibi isimlerini bilen Müslüman, Allah’a karşı derin bir saygıdan doğan bir korku duyar.
Esma-i hüsnanın tamamına bakan biri anlar ki aynı zamanda saygı ve korku içermeyen bir sevgi düzgün bir Allah sevgisi değildir.
Çünkü insan yapısının derinliklerinde korku da sevgi gibi bir motivasyondur. İnsan; hayatı boyunca sevdiği şeylere ulaşmak, korktuğu şeylerden uzak durmak için çalışır. Kimilerinde ulaşma, kimilerinde kaçınma güdüsü baskındır. Burada sevilen ve elde edilmek istenen şey Allah’ın affı, rahmeti, lütfu, ihsanı gibi cemal isimleri; korkulan ve kaçınılan şey de (dikkat edin zatı değil) azabı, cezası, intikamı ve kahrı gibi celal isimleridir. Bu iki yönlü motivasyon insanın mutluluk arayışındaki temel iki duygusuna karşılık gelir. Böylece hiçbir insan hidayet çağrısının dışında kalmamış olur. Herkes ne ile motive oluyorsa ona yapışarak bir üst mertebeye doğru yola çıkar. Nefse ve şeytana galibiyet de böyle sağlanır.
Kahrın zıddı lütuftur.
Allah Teâlâ lütfu için de kahrı için de sebepler yaratmıştır. Başta iman olmak üzere bütün güzel huylar Allah’ın lütfuna ulaştıran vasıtalar; başta küfür olmak üzere bütün kötü huylar da kahrına uğratan sebeplerdir. Bizi Allah Teâlâ’nın kahrına uğratacak kötü hâllerden sakınmamız gerektiği gibi kahır ve lütfun kullar aracılığı ile geldiğini bilip başkalarına kahır vasıtası olacak kadar kötüleşmekten de korunmak gerekir. Kahra değil, lütfa vesile olanlardan olabilmek ümidiyle...