Ebû Hüreyre'den (ra) nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:

“Size Yemenliler geldi. Onlar merhametli ve yumuşak kalpli insanlardır. İman Yemenli, hikmet de Yemenlidir. Kendini beğenme ve büyüklenme, deve sürüsü sahibi kaba bedevîlerde; ağırbaşlılık ve vakar ise koyun sahiplerinde görülür.”

عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) عَنِ النَّبِيِّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “أَتَاكُمْ أَهْلُ الْيَمَنِ هُمْ أَرَقُّ أَفْئِدَةً وَأَلْيَنُ قُلُوبًا، الإِيمَانُ يَمَانٍ وَالْحِكْمَةُ يَمَانِيَةٌ، وَالْفَخْرُ وَالْخُيَلاَءُ فِى أَصْحَابِ الإِبِلِ، وَالسَّكِينَةُ وَالْوَقَارُ فِى أَهْلِ الْغَنَمِ.”

(B4388 Buhârî, Meğâzî, 75)

***

عَنِ الْمَعْرُورِ قَالَ:لَقِيتُ أَبَا ذَرٍّ بِالرَّبَذَةِ وَعَلَيْهِ حُلَّةٌ وَعَلَى غُلاَمِهِ حُلَّةٌ فَسَأَلْتُهُ عَنْ ذَلِكَ. فَقَالَ: إِنِّى سَابَبْتُ رَجُلاً فَعَيَّرْتُهُ بِأُمِّهِ، فَقَالَ لِيَ النَّبِيُّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “يَا أَبَا ذَرٍّ! أَعَيَّرْتَهُ بِأُمِّهِ؟ إِنَّكَ امْرُؤٌ فِيكَ جَاهِلِيَّةٌ، إِخْوَانُكُمْ خَوَلُكُمْ جَعَلَهُمُ اللَّهُ تَحْتَ أَيْدِيكُمْ، فَمَنْ كَانَ أَخُوهُ تَحْتَ يَدِهِ فَلْيُطْعِمْهُ مِمَّا يَأْكُلُ، وَلْيُلْبِسْهُ مِمَّا يَلْبَسُ، وَلاَ تُكَلِّفُوهُمْ مَا يَغْلِبُهُمْ، فَإِنْ كَلَّفْتُمُوهُمْ فَأَعِينُوهُمْ.”

Ma'rûr anlatıyor: Ebû Zer (ra) ile Rebeze'de karşılaştım. Kendisinin de kölesinin de üzerinde aynı kıyafet vardı. Bunun sebebini ona sordum. Dedi ki, “Bir adamla karşılıklı birbirimize sövdük. Ve annesi(nin zenci olması) sebebiyle onu aşağıladım. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sas) bana şöyle buyurdu: "Ebû Zer! Onu annesi sebebiyle mi aşağıladın? Demek ki sen kendisinde hâlâ câhiliye izleri olan bir kimsesin. (Köle) kardeşleriniz, Allah'ın (cc) sizin emrinize verdiği hizmetçilerinizdir. Her kimin kardeşi emri altında bulunursa, ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara güçlerini aşan işler yüklemeyin. Eğer (ağır işler) yüklerseniz onlara yardım edin." ”

(B30 Buhârî, Îmân, 22; M4313 Müslim, Eymân, 38)

***

عَنْ أَبِي نَضْرَةَ حَدَّثَنِي مَنْ سَمِعَ خُطْبَةَ رَسُولِ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) فِي وَسَطِ أَيَّامِ التَّشْرِيقِ فَقَالَ: “يَا أَيُّهَا النَّاسُ! أَلَا إِنَّ رَبَّكُمْ وَاحِدٌ وَإِنَّ أَبَاكُمْ وَاحِدٌ أَلَا لَا فَضْلَ لِعَرَبِيٍّ عَلَى أَعْجَمِيٍّ وَلَا لِعَجَمِيٍّ عَلَى عَرَبِيٍّ وَلَا لِأَحْمَرَ عَلَى أَسْوَدَ وَلَا أَسْوَدَ عَلَى أَحْمَرَ إِلَّا بِالتَّقْوَى...”

Ebû Nadre'nin (ra), Hz. Peygamber'in (sas) teşrîk günlerinin ortasında vermiş olduğu hutbesini dinleyen bir sahâbîden naklettiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur: “Ey insanlar! Bilesiniz ki, Rabbiniz bir, atanız da birdir. Arap'ın Arap olmayana Arap olmayanın da Arap'a; beyazın siyaha, siyahın da beyaza hiçbir üstünlüğü yoktur. Fazilet takvadadır...”

(HM23885 İbn Hanbel, V, 411)

***

أَبَا مَالِكٍ الأَشْعَرِىَّ حَدَّثَهُ أَنَّ النَّبِيَّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “أَن أَرْبَعٌ فِى أُمَّتِى مِنْ أَمْرِ الْجَاهِلِيَّةِ لاَ يَتْرُكُونَهُنَّ الْفَخْرُ فِى الْأَحْسَابِ وَالطَّعْنُ فِى الْأَنْسَابِ وَالْإِسْتِسْقَاءُ بِالنُّجُومِ وَالنِّيَاحَةُ.”

Ebû Mâlik el-Eş'arî'nin (ra) anlattığına göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:“Ümmetimde câhiliye âdetlerinden kalma dört şey vardır ki bunları (kolaylıkla) terk edemezler. Bunlar; asaleti ile öğünme, nesepleri kötüleme, yıldızlarla yağmur isteme ve bağıra çağıra ölülere yas tutmadır.”

(M2160 Müslim, Cenâiz, 29)

***

Vaktiyle İbrâhim (as), Rabbinden (cc) aldığı emir gereğince hanımı Hâcer’le (ra) küçük oğlu İsmâil’i (as) bugün Mekke diye bilinen, Kâbe’nin bulunduğu yere getirmişti. O sırada Mekke’nin bulunduğu yer kuş uçmaz kervan geçmez, kupkuru bir vadi idi. Oğlunu ve karısını bu ıssız yerde âdeta ölüme terk etmek Hz. İbrâhim’i (as) endişelendirmişti. Rabbine (cc) şöyle dua etti: "Ey Rabbimiz! Ben çocuklarımdan bazısını, senin kutsal evinin (Kâbe’nin) yanında ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim. Ey Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için (böyle yaptım). Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir, onları ürünlerden rızıklandır, umulur ki şükrederler."

Hz. Hâcer (ra), zemzem suyunun hayat verdiği Mekke’nin bu ıssız vadisinde oğluyla birlikte hayatını sürdürürken, günün birinde Yemen’den gelen Cürhüm kabilesi orada onlarla birlikte konaklamak istedi. Hz. Hâcer (ra) ve oğlu onların burada yerleşmelerine müsaade ederek yalnızlıktan kurtulup Yemenlilerle birlikte yaşamaya başladılar. Cürhüm kabilesi, kalabalık bir grubun daha kendilerine katılmasıyla birlikte, Mekke’yi daha yaşanabilir ve mâmur bir hâle getirdiler. Yıllar geçti İsmâil (as) gençlik çağına girdi ve yiğit bir delikanlı oldu. Cürhümlüler, kızlarını Hz. İsmâil’le (as) evlendirip onunla akraba oldular. Mekke’de mesut bir şekilde hayat devam ederken günün birinde babası Hz. İbrâhim (as) onu ziyarete geldi ve emr-i ilâhî gereğince birlikte Kâbe’yi inşa ettiler.

Yemen kökenli olmaları itibariyle ‘Kahtânîler’ diye bilinen Cürhüm kabilesi, önceleri Hz. İsmâil’in (as) tebliğ ettiği dine bağlı kalmış, ancak daha sonra hak dinden saparak, zamanla Kâbe’ye karşı saygısızlık etmeye ve gizli, açık her türlü ahlâksızlığı işlemeye başlamıştı. Arîm selinden sonra bölgeye göç eden Huzâa kabilesi, Kinâne kabilesiyle birlikte Cürhümlüleri mağlup ederek Mekke’nin yönetimini ele geçirdi. Huzâa kabilesinden Amr b. Luhay, Mekke ve Kâbe idaresini eline alınca tevhid geleneğini bozup şehirde putperestliği yaygınlaştırdı. Peygamber’in (sas) dördüncü kuşaktan dedesi olan Kusay, Mekke’ye geldiğinde dağınık hâldeki Kureyş’in çeşitli kollarını Mekke’ye yerleştirdi ve böylece Kureyş’in yarı göçebe yaşantıdan yerleşik hayata geçmelerine öncülük etti. Kureyş’in, Mekke’nin idaresinde gösterdiği bu maharetinden olsa gerek, Allah Resûlü (sas) de onların bu konudaki üstünlüklerine işaret etmişti.

Kökenlerinin nereye kadar uzandığı ve kabileler arasındaki soy sop ilişkileri hususu, eskiden beri Araplar arasında merak konusu olmuştur. Bu konu Allah Resûlü’nün (sas) de gündemine getirildi. Bir adam ona, Sebe’nin bir adam mı, bir kadın mı, yoksa bir yer adı mı olduğunu sordu. Resûl-i Ekrem (sas), "Bilakis o bir adamdı." dedi, "Onun on çocuğu oldu. Bunlardan altısı Yemen’e, dördü de Şam’a yerleşmişti. Yemenliler, hepsi Araplardan olmak üzere Mezhic, Kinde, Ezd, Eş’arîler, Enmâr ve Himyer; Şamlılar ise Lahm, Cüzâm, Âmile ve Gassân diye kollara ayrıldı." Hz. Peygamber (sas), Allah Teâlâ’nın (cc) insanların birbiriyle tanışabilmesi için vesile kıldığı soyların öğrenilmesini tavsiye etmişti.

Genelde Arap yarımadasında, özelde ise Hicaz bölgesindeki tolumsal hayatın şekillenmesinde, bölgenin içinde bulunduğu coğrafî konumun ve iklim şartlarının önemli etkisi olmuştur. Köy, kasaba ve şehirlerde yerleşik hayat süren ‘hadarîler’ ile (şehirlilerle), çöl ve vahalarda yaşayan ve göçebeliği benimseyen ‘bedevîler’, Arap toplumunun karakteristik yapısını yansıtmaktadır. Bedevîler oldukça kısıtlı imkânlarla hayat mücadelesi verirken hadarîler, daha düzenli ve daha yüksek bir yaşantı sürmekteydiler.

Bedevîler, hayvancılığa dayalı basit bir ticaret ve kabile dayanışmasına dayalı bir toplum içinde yaşarlardı. Toplumsal doku, kan bağı esasına dayanırdı; herkes kendi soyuna körü körüne tarafgirlik anlamına gelen asabiyet duyguları ile bağlıydı. Bunun dışında dışarıdan insanlar da kabileye katılabilirdi. Kabilesini terk eden veya kabilesinden kovulan bir kimse antlaşma yoluyla başka bir kabile mensubunun himayesine girebilir (câr), müttefiki (halîf) olabilirdi. Savaş veya baskın sonucunda ele geçen veya satın alınan kölenin azat edilmesiyle de baba oğul ilişkisine benzeyen ‘velâ’ bağı kurulurdu. Antlaşmaya dayalı bu üç toplumsal bağ, kan bağı ile eşdeğer hatta bazen ondan daha etkindi. Zira antlaşma yoluyla aralarında bağ kurulan kimseler birbirlerinin mirasçısı sayılırdı. Nitekim Resûlullah (sas) Araplar arasındaki bu toplumsal dayanışma anlayışından yola çıkarak ensar ile muhaciri kardeşlik antlaşmasıyla birbirine mirasçı ilân etmiş ancak bir müddet sonra Kur’ân-ı Kerîm’in emri ile aralarında kan bağı olmayanların birbirlerinin mirasından pay almaları yasaklanmış, bu kimselere yalnızca bağışta bulunulabileceği bildirilmiştir.

Bedevîlerin çöl şartları ve düşman kabilelerle mücadeleye dayalı hayat tarzları, adalet ve siyaset anlayışlarını da etkilemişti. Kabilecilik esasına dayalı bir dayanışma anlayışında suçun ferdiliği düsturu kabul edilmiyor, haklıyı haksızdan ayırmak imkânsız hâle geliyordu. Bunun doğal sonucu olarak öldürülen kimsenin kabilesi ile katilin kabilesi arasında kan davaları sürüp gidiyordu. Kabile siyasetinde devlet egemenliği anlayışı olmadığından, ne kabile şeyhi ne de diğer ileri gelenler bağlayıcı kurallar koyma yahut ceza verme yetkisine sahip değildiler. Hz. Peygamber’in (sas) hicretten sonraki siyasî hedefi, câhiliye devrinde hüküm süren bedevî kabile yönetimine son vermek, onun yerine inananlardan oluşan bir şehir devleti kurarak hukuka ve adalete dayalı bir yönetim tesis etmekti. Muhtemelen bu düşünce ile hareket eden Hz. Peygamber (sas), Müslüman olan bedevîlerin Medine’ye hicret etmelerini istedi. Kan davaları ve kişinin şehir devlet yönetimine müracaat etmeden kendi hakkını araması yasaklandı.

Şehir hayatı yaşayan insanlar bedevîlerle kıyaslandığında, geçim kaynaklarının çeşitliliğine bağlı olarak toplumsal ve ananevi hayatlarının daha gelişmiş olduğu görülüyordu. Nitekim Yemenliler şehirde yerleşik bir hayat sürüyorlar ve beşerî ilişkilerde daha seviyeli davranışlar sergiliyorlardı. Allah Resûlü (sas) de huzuruna gelen Yemenliler hakkında ashâbına şunları söylemişti: "Size Yemenliler geldi. Onlar merhametli ve yumuşak kalpli insanlardır. İman Yemenli, hikmet de Yemenlidir. Kendini beğenme ve büyüklenme, deve sürüsü sahibi kaba bedevîlerde; ağırbaşlılık ve vakar ise koyun sahiplerinde görülür." O (sas), bu sözleriyle, Yemenlilerin o günkü yaşantıları itibariyle, gönülleri imana ve irfana açık insanlar olduklarına işaret etmişti. Esasen yaşanan tecrübeler de bunu teyit etmekteydi. O günlerde henüz medenîliği hazmedememiş bedevî Mudar ve Rebîa kabileleri kabalık ve inançsızlığın simgesiydiler. Hicaz’ın yerleşik halkı, doğusuna göre iman ve fazileti kabule daha yatkındı.

Medine’ye hicretin üzerinden dokuz yıl geçmişti. Mekke fethedilmiş, Arap kabileleri gruplar hâlinde Medine’ye akın etmişlerdi. Mudar kabilesinin bir kolu olan Temîmoğulları da bunlardan biriydi. Büyük bir gürültüyle Mescid-i Nebevî’ye girmişler ve kaba bir şekilde Allah Resûlü’ne (sas) bağırmaya başlamışlardı. Kur’ân-ı Kerîm onların bu hâllerini şöyle tasvir eder: "(Resûlüm!) Sana odaların arkasından bağıranların çoğu, aklı ermez kimselerdir. Eğer onlar, sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu. (Bununla beraber) Allah (cc) çok bağışlayan, çok merhamet edendir." Bir başka olayda da aynı kabileden bir grup Hz. Peygamber’in (sas) huzuruna gelmiş, Resûlullah (sas) da onlara iman ve İslâm’ın ilkelerine dair müjdeli şeyler anlatmıştı. Sözleri biter bitmez, bedevîler, "(Ey Muhammed!) Bize (âhirete dair) müjdeler verdin, biraz da dünyalık mal ver!" diyerek büyük bir saygısızlık yaptılar. Bu sözlerden dolayı, Allah Resûlü’nün (sas) üzüntüsü yüzüne yansıdı.

Daha sonra da Yemen’den insanlar geldi. Allah Resûlü (sas) onlara "Ey Yemenliler! Âhirete dair bu müjdeyi kabul edin, Temîmoğulları onu kabul etmemişlerdi." buyurdu. Yemenliler, "Biz kabul ettik ey Allah’ın Elçisi! Esasen buraya bunun için geldik." dediler. Resûl-i Ekrem (sas), Yemenlilerin imana ve İslâm’a karşı gösterdikleri bu medenî tavırlarından dolayı olsa gerek, Yemen’de hüküm süren Himyerîler hakkında da hayır duada bulunmuş ve onların ‘dillerinde selâm, ellerinde ikramla hep veren, güvenli ve imanlı bir topluluk’ olduklarını belirtmiştir. Yemenli Ezd kabilesinden de, ’Allah’ın aslanları’ diye övgüyle bahsetmiştir. Medineli Evs ve Hazrec kabileleri, aslen Yemenli Ezd kabilesine mensuptular. Allah Resûlü’nün (sas) en zor anında ona kucak açmışlar, yurtlarını ve yuvalarını onunla paylaşmışlardı. Bu nedenle onlara ‘ensar’ (yardımcılar) denilmiş, Allah (cc) ve Elçisi (sas) tarafından hayırla yâd edilmişlerdi.

Bedevîlerin kaba ve dar görüşlü zihniyetleri dinî hayatlarına da yansıyordu. Allah Resûlü (sas) bir gün mescitte oturuyordu. O sırada bir bedevî mescide girdi; namaz kıldı, sonra şöyle dua etti: "Allah’ım! Bana ve Muhammed’e merhamet et, bizden başka kimseye de merhamet etme!" Bunun üzerine Peygamberimiz (sas) gülerek, "Sen, geniş olanı (Allah’ın (cc) rahmetini) daralttın!" buyurdu. Adam bu kez mescidin bir köşesine gidip abdest bozdu. Resûlullah’ın (sas) kızmadan, nazik bir şekilde kendisini uyarması üzerine ise bedevî, yaptığı işin doğru olmadığını anlayarak özür diledi. Deve çobanlığıyla meşgul olan bu insanlar, çölde, sert ve zor hayat koşulları altında yaşamaktan ötürü kabalaşıyor, beşerî ilişkilerde uygunsuz davranışlar sergiliyordu.

Ancak onlar çoğu kez sertliğe, katı yürekliliğe ve kabalığa dayalı özelliklerini muhafaza etmekte kararlı görünüyorlardı. Kur’an’ın da işaret ettiği gibi bedevîler, inkârcılık ve ikiyüzlülük konusunda ısrarlı, başkalarıyla paylaşmayı içlerine sindiremeyen, müminlerin başına belalar gelmesine sevinebilen kimselerdi. Kalp katılığı ve dünya malına karşı aşırı düşkünlük, onların genel özelliklerindendi. Çölde deve çobanlığı yapıp şehir hayatından uzak durur, toprağı işleyip hayatlarını bu yolla kazanmaktan hoşlanmazlardı. Bu sebeple Allah Resûlü’yle (sas) birlikte oldukları kimi ortamlarda, ona karşı nezakete ve âdâba aykırı davranışlarda bulunmaktan kaçınmıyorlardı. Resûl-i Ekrem (sas) bir gün kendisine gelen bir miktar malı ashâbı arasında taksim ederken, bedevîlerden iki kişi karşılıklı şöyle konuşuyorlardı: "Vallahi, Muhammed yaptığı bu taksimde ne Allah’ın (cc) rızasını gözetti ne de âhiret yurdunu!" Kutlu Nebî (sas) onların bu sözlerine vâkıf olunca mahzun oldu ve yalnız kalmak istedi. Allah Resûlü’ne (sas) karşı saygısızlıkları bununla da sınırlı değildi. Ona sattıkları malı tekrar geri alıp başkasına daha pahalıya satmaya kalkışmak, yakasına yapışarak ondan mal istemek, yaptıkları alışverişte kendilerini aldattığı iddiasında bulunmak gibi tavırları Efendimize (sas) yönelik hürmetsizliklerinin sadece birkaçıydı.

Bedevîler her ne kadar hayat şartları ve medenî terbiyeden mahrumiyet gibi sebeplerle bu haşin tutum ve davranışları sergileseler de şehirlilerle sürekli ilişki hâlindeydiler. Bedevî kabileleri, şehirli tüccarların ticaret kervanlarına yol gösterir ve koruyuculuk yaparlardı. Çölün doğal ortamı da şehirliler için ayrı bir cazibe merkezi idi. Yeni doğan çocukların hem Arapçayı doğru öğrenmesi hem de bedensel anlamda sağlıklı gelişmeleri için bedevî sütannelere verilmesi eskiden beri yaygın olan bir gelenekti. Nitekim Allah Resûlü (sas) öteden beri süregelen bu ilişkileri sıcak tutmuş, İslâm’ın medenîliği öngören mesajlarını her fırsatta bu insanlara da ulaştırmıştır. Bu sebeple Resûlullah (sas), onlardan gördüğü her türlü olumsuzluğa rağmen, onlara güzel muamele ederdi. Hasta olanlarını ziyaret eder, yemekteki nezaketsizliklerine sabreder, hediyelerini kabul edip fazlasıyla karşılık verir, şahitliklerine güvenerek Ramazan ayında oruca başlama zamanını tayin eder, dinî konularda sordukları sorulara da anlayış düzeylerine uygun cevaplar verirdi.

Bedevîler arasında iman ve Allah’a (cc) yakınlık konusunda gayretli, hayra vesile olması için başkalarıyla paylaşmaya meyilli kimseler de vardı. Resûlullah (sas) onların bu olumlu özelliklerini takdir eder, kendilerine yakınlık gösterirdi. Nitekim bedevîlerden Zâhir isimli bir sahâbî Resûlullah’ı (sas) ziyarete gelir, ona hediyeler takdim ederdi. Resûlullah (sas) ona şakalar yapar, "Zâhir bizim köyümüz, biz de onun şehriyiz." diyerek ona iltifat ederdi.

Mekke ve Medine şehirlerinde Arapların dışında, yerleşik hayatın sunduğu imkânlardan faydalanmak isteyen ve geçimlerini çeşitli meslek kollarında çalışarak sağlayan Habeş, İran ve Rum kökenli insanlar da mevcuttu. Bunların büyük bir kısmını, çeşitli hizmetlerde kullanmak üzere köle pazarlarından getirilen ‘köleler’ ve antlaşma yoluyla o topluma sığınanlar oluşturuyordu. Mekke’de İslâm’ı kabul ettiği için müşrikler tarafından işkence görmüş, Hz. Ebû Bekir (ra) tarafından hürriyetine kavuşturulmuş ve Allah Resûlü’nün (sas) müezzinliğini yapmış Habeş asıllı sahâbî Bilâl b. Rebâh bunlardan biriydi. Yine İran asıllı Selmân-ı Fârisî (ra) da hak dini aramak üzere İran’dan yola çıkmış, önceleri Hıristiyanlığa yakınlık duymuş, pek çok kitap okumuş ve başına gelen pek çok sıkıntıdan sonra Medine’ye gelmişti. Allah Resûlü (sas) onun hak dini arama konusundaki gayretini takdir etmiş ve "İman Süreyyâ yıldızında da olsaydı, bunlardan (Farslılardan) bazıları yine de ona ulaşırlardı." sözleriyle onun şahsında Farslılara iltifatta bulunmuştur. Arap asıllı olmakla birlikte Bizans topraklarında yetişen Süheyb-i Rûmî de köle olarak Mekke’ye götürülüp satılmış ve azat edildikten sonra memleketine dönmeyip Mekke toplumunun bir parçası olmuştu. İslâm’ı kabul ettiğinde müşriklerden baskı ve zulüm görmüştü.

İslâm toplumu içerisinde köle yahut azatlı olarak yaşayan gayri Arap unsurlar, genelde hizmet sektöründe istihdam edilirdi. Bunlar arasında Resûlullah’ın (sas) hizmetinde bulunan birçok Habeşliye rastlamaktayız. Nitekim Efendimizi (sas) yetim bir çocuk iken büyüten dadısı Ümmü Eymen, Habeşli bir cariye idi. Hz. Muhammed (sas) yetişkinlik çağına gelince onu azat ederek evlendirmişti. Hz. Peygamber’in (sas) günlük işlerinde kendisine yardımcı olan Habeşli hizmetçileri de vardı. Köle olarak İslâm toplumuna katılanların sahip oldukları meslek ve becerilerle toplumda yer edindiklerini de görüyoruz. Bunlar arasında marangozluk, kasaplık, hacamatçılık gibi zanaat sahipleri olduğu gibi bayramlarda def çalıp şarkı söyleyen özel yetenekleri bulunan kişiler de mevcuttu.

Resûlullah (sas), toplumun ayrılmaz parçası olan gayri Arap unsurların hak ettikleri şartlarda yaşamaları ve saygı görmeleri için gerekli tedbirleri almıştı. Nitekim kanaatkârlığı ve dünya nimetlerine karşı zâhidâne tavrıyla bilinen meşhur sahâbî Ebû Zer el-Gıfârî (ra), bir defasında Habeşli bir köle olan Bilâl’i (ra), annesinin zenci olmasından dolayı ayıplamıştı. Bilâl (ra) yaşadığı bu haksızlığı Resûlullah’a şikâyet ettiğinde, Peygamberimiz (sas) Ebû Zerr’i (ra) çağırarak, "Ebû Zer! Onu annesi sebebiyle mi aşağıladın? Demek ki sen kendisinde hâlâ câhiliye izleri olan bir kimsesin. (Köle) kardeşleriniz, Allah’ın (cc) sizin emrinize verdiği hizmetçilerinizdir. Her kimin kardeşi emri altında bulunursa, ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara güçlerini aşan işler yüklemeyin. Eğer (ağır işler) yüklerseniz onlara yardım edin." sözleriyle kendisini uyarmıştı. Resûlullah’ın (sas) kölelerle ilgili tedbirleri sadece onlar hakkında hayır tavsiyesinde bulunmaktan ibaret değildi. O, ashâbını kölelerini azat etmeye teşvik ederken köleleri de belirli bir meblağ karşılığında efendileriyle anlaşarak özgürlüklerini kazanmalarını ve böylece hür bireyler olarak toplumda yer almalarını salık veriyordu.

Resûlullah (sas) bu söz ve uygulamalarıyla, insanları mensup oldukları köken ve sosyal konumları itibariyle sınıflara ayıran katı ve dar toplumsal anlayışı yıkarak yerine, insanı sırf insan olduğu ve aynı atadan geldikleri için değerli kılan kardeşlik anlayışını ikame etmiştir. İnsanların ‘bir tarağın dişleri gibi’ eşit olduklarını söyleyen Hz. Peygamber (sas), şu sözleriyle İslâm’da ayrımcılığın olmadığını vurgulamıştır: "Ey insanlar! Bilesiniz ki, Rabbiniz bir, atanız da birdir. Arap’ın Arap olmayana Arap olmayanın da Arap’a; beyazın siyaha, siyahın da beyaza hiçbir üstünlüğü yoktur. Fazilet takvadadır..." Kur’ân-ı Kerîm’de, üstünlüğün ancak takva ile yani Allah’ın (cc) emirlerini yerine getirip O’na karşı gelmekten sakınma esasına bağlılıkla mümkün olacağını ve herhangi bir soya mensup olmakla ya da soy çokluğuyla övünmenin insanları aldattığı ve oyalayıp durduğu belirtilmiştir. Allah Resûlü’nün (sas) kimi topluluklar hakkındaki övgü ve yergilerini de bu esasa bağlı kalarak anlamak gerekir. Bu sebeple Resûlullah (sas), İslâm’a hizmet ve takvaya bağlılık esası gözetilmeksizin herhangi bir ırk, soy, milliyet ve toplumsal sınıfın övülüp diğerlerinin kötülenmesine asla müsamaha göstermemiş ve buna aykırı bir tutumu da câhiliye dönemi zihniyetinin bir uzantısı olarak görmüştür. Ne var ki ırka veya toplumsal mevkiye göre ayrımcılık yapmak, insanoğlunun kolayca vazgeçemediği zaaflarıdır ve Hz. Peygamber’in (sas) ümmeti bu hususta daima uyanık olmalıdır. Nitekim onun (sav) şu sözleri açıkça bunu ifade etmektedir: "Ümmetimde câhiliye âdetlerinden kalma dört şey vardır ki bunları (kolaylıkla) terk edemezler. Bunlar; asaleti ile öğünme, nesepleri kötüleme, yıldızlarla yağmur isteme ve bağıra çağıra ölülere yas tutmadır.

Kaynak: Diyanet Hadislerle İslam