Filistin, adını milattan önce XII. yüzyılda Kavimler Göçü sırasında deniz yoluyla buraya gelen Filistlerden alır. Tarih öncesi devirlerden itibaren buraya çeşitli kavimler gelip yerleşmiş ve başka üstün güçlerin pek çok defa istila ve fetihlerine maruz kalmıştır. Bunun iki önemli sebebi vardır: Bölgenin Arap coğrafyası içinde sahip bulunduğu zengin ve stratejik tabiatı, üç büyük ilâhî din için oynadığı önemli rol ve içinde barındırdığı kutsal yerler. Belki de bu sebeple bölgenin bir başka adı da “Arz-ı Mev‘ûd” (Vaadedilmiş Yer) veya “Arz-ı Mukaddes” (Kutsal Yer)dir. Filistin denen topraklar esas itibariyle, Suriye ile Mısır ve Akdeniz ile Şeria nehri arasında kalan 27.000 km2’lik bir alandan oluşur.
Filistin’in, ümmetin sınavı hâline dönüşmesi, Osmanlı’nın 1917’de buralardan çekilmesiyle başlar. Filistin’in İngiliz Manda yönetimine verilmesi, sonra İsrail’in kurulması, 1967’de Kudüs’ün işgalinden bugüne bölgede yaşananlar, hep Osmanlı’nın eksikliğinin acı sonuçlarıdır. Bilhassa son yarım asırdır Filistin’de yaşanan can, mal, toprak ve güç kayıplarına karşın, İsrail’in yerleşimciler bahanesiyle uyguladığı işgal ve yayılmacı politikası sonucu Filistin’de nüfus, yerleşim alanı ve güç dengeleri bugün tam tersine dönmüştür. Oslo Antlaşması sonrasında, 1994’te Filistin Ulusal Yönetimi kurulmuşsa da, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nin küçük bir kısmını kapsayan Özerk Yönetim’in sivil işler ve iç güvenlikten başka yetkisi yoktur.
Günümüzde Filistin toprakları statü itibariyle üç parçaya ayrılmıştır: Birincisi: Birleşmiş Milletler kararlarında “İsrail” olarak gösterilen ve 1948’de işgal edilmiş bölge. Toplam 20 bin km2’den ibaret olan bu bölge Batı Kudüs’ü de içine alır. İşgal devleti bu bölgenin etrafına çizdiği sınırı “yeşil hat” olarak adlandırmaktadır. Filistin halkı arasında da bu bölge “1948’de işgal edilmiş topraklar” kısaca “1948 toprakları” diye zikredilir. Ancak İsrail 1967’de, Mescid-i Aksâ’nın bulunduğu Doğu Kudüs’ü de bu bölgeye ilhak etmiştir.
İkincisi: Siyonistlerin 1967’de işgal ettikleri ve yeşil hattın dışında kalan ancak Özerk Yönetim’in kontrolüne vermediği bölgelerdir. Bu statüdeki topraklar Gazze’de ve Batı Yaka bölgesinde yer almaktadır.
Üçüncüsü: Özerk yönetime verilmiş topraklardır. Bu topraklar da yine Gazze ve Batı Yaka’da yer alır. İkinci ve üçüncü statüye giren toprakların toplamı 8 bin km2 civarındadır. Gazze ve Batı Yaka’nın bir bölümünde kurdurulan özerk yönetim ise işgal yönetimine bağlı bir yerel yönetim niteliğindedir. Özerk yönetim, Gazze’nin Yahudi yerleşim merkezlerinin dışında kalan kısmının tamamında, Batı Yaka’nın ise sekiz vilayet merkeziyle kırsal bölgesinin bir kısmında söz sahibidir. Ancak vilayet merkezlerinden el-Halil’in % 20’lik kısmı işgal yönetiminin kontrolüne bırakılmıştır. En son anlaşmalarla birlikte verilen de dâhil olmak üzere Batı Yaka bölgesinde özerk yönetimin kontrolüne verilen topraklar bu bölgenin % 41’ine tekabül etmektedir. Ancak bu topraklar bir bütünlük arz etmez. Birbirinden ayrılmış gettolar şeklindedir. Dolayısıyla Filistinliler özerk yönetimin kontrolündeki bir bölgeden diğer bölgeye dört ayrı kontrol noktasından geçmek zorunda kalıyorlar. Bunlardan ikisi özerk yönetimin, ikisi de işgalci siyonistlerin kontrol noktalarıdır. Özerk yönetim dış işlerinde tamamen işgal yönetimine bağlıdır. Emniyet güçlerini sadece Filistinlilere karşı kullanma hakkına sahiptir. Örneğin kendi kontrolündeki bölgelere Yahudi yerleşimciler girseler bile onlara karşı güvenlik güçlerini kullanma yetkisi yoktur. Bu bölgede oturan Yahudi yerleşimcilere karşı özerk yönetime bağlı emniyet güçlerinin kullanılmaması imzalanan anlaşmalarda şarta bağlanmıştır.
Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere, Filistin halkı öz yurdunda parya durumundadır. Bu noktada Hristiyan olan Filistinlilerin durumu da Müslümanlarınkinden farklı değildir. Beş milyonu aşkın Filistinli evlerini, iş yerlerini ve topraklarını terk etmek ve başta Ürdün olmak üzere farklı ülkelere iltica etmek zorunda kalmıştır. Orada kalmayı tercih edenler ise artık kendi topraklarının ancak çeyreğinde var olma mücadelesi vermektedirler. Üstelik kimsenin can ve mal güvenliği bulunmamaktadır. Hayat şartları her gün biraz daha zorlaştırılmaktadır. Yapılan baskılar, baskınlar, yüklenen ağır vergiler, cezalar, katliamlar vb. birçok haksız yaptırımlarla Filistinlilerin evlerini, dükkânlarını satmaları ve oraları boşaltmaları istenmektedir. Fakat bütün bu zulümlere rağmen Filistinliler her ne pahasına olursa olsun direnmektedirler.
Burada bahsetmeden geçemeyeceğimiz bir başka husus da “İsrail Güvenlik Duvarı” denilen utanç duvarıdır. İsrail, bu duvarı 2002’de İkinci İntifada sırasında Filistinli intihar bombacılarına karşı önlem almak gerekçesiyle inşa etmeye başladı. Filistinliler ise “Irkçı Duvar” olarak adlandırdıkları duvara 1967’deki Altı Gün Savaşı’nda işgal edilen toprakları içerdiği gerekçesiyle karşı çıkıyor. Duvar tamamlandığında, Batı Şeria’nın yüzde 85’ini İsrail sınırlarına katmış olacak. Duvar ayrıca Filistinlilerin yaşadıkları bölgenin tam ortasından geçtiği için, yaşam şartlarını da zorlaştırmaktadır. Tamamlandığında 760 km. uzunluğunda ve 5 metre hatta bazı yerlerde daha yüksek olan duvar, uluslararası kamuoyundan da tepki görüyor. Nitekim Uluslararası Adalet Divanı 2004 yılında duvarı ‘yasa dışı’ olarak tanımlamıştır.
Her 200 metrede bir gözlem kulesi bulunan duvar, elektrikli tel örgülerle, derin ve dört metre genişlikte hendekler ile çevrilidir. Duvarın yakınlarında kimsenin dolaşmaması için uzaktan kumandalı silahlar bulunmaktadır. Kimi bölgeler ayak izlerinin takip edilebilmesi amacıyla kumlarla kaplanmıştır.
Toplam yüzölçümü, Sivas’ın yüzölçümünden daha küçük olan Filistin’de 760 km.lik bu utanç duvarı, Filistinlileri kendi şehir ve köylerinde abluka altına almakta ve öz topraklarını açık hapishaneye çevirmektedir. Filistinli bir köylünün, yüz metre ötedeki tarlasına gidebilmesi için, artık geçiş kapısı, izin, kontrol vb. engellerden sonra bu duvarı aşması, saatler almaktadır.
Batı Şeria’da Filistinlileri hayatını zorlaştıran ve yaşadıkları toprakların bütüncül bir yurt olmasını önleyen başka bir uygulama da Yahudi yerleşimleridir. Başta Rusya ve Fransa olmak üzere dünyanın birçok ülkesinden gelen bu yerleşimcilere İsrail devleti her türlü kolaylığı ve desteği sağlıyor. Bütün dünyanın tepkilerine rağmen, Filistin topraklarında yeni yerleşimcilere iskan imkânı veriliyor, köyler, kooperatifler oluşturuluyor. İsrail, bu yerleşimcilerle, bir taraftan nüfusu dengelerken, diğer taraftan da Filistinlilerin elinde kalan çeyrek toprak parçasını da planlı bir şekilde devşirmektedir.
Son yıllarda Ortadoğu’da yaşananlar göstermektedir ki, Filistin’in kaybedilmesi demek, bölgedeki bütün Müslüman coğrafyanın da riske girmesi demektir. Nitekim Irak, Suriye, Libya, Lübnan, Ürdün, Suudi Arabistan, Mısır ve diğer körfez ülkelerinin her biri çok ciddi tehdit altındadır. Adı ister “Arap Baharı” olsun, isterse başka bir isimle olsun, bölge birçok kanlı operasyonlara sahne olmaktadır. Osmanlı’nın yitirilmesi, Filistin’i, Filistin’in kaybı ise bütün bir Ortadoğu’nun zayi edilmesini beraberinde getirecektir diye endişe etmemek elde değildir. Dolayısıyla Filistin ve Kudüs, sadece o bölgede yaşayan Filistinli kardeşlerimizin sınavı değil, bütün bir ümmetin sınavıdır. Bu sınavda özellikle tüm liderlere, entelektüellere, ilim adamlarına, zenginlere vb. kısaca etkili ve yetkili olan herkese büyük sorumluluk düşmektedir.