Kimsenin karşılayamayacağı arzu ve isteklerimiz vardır. Bize sınırsız hayal gücü verilmiş olmasına rağmen imkânlarımız hayallerimize ulaşmada çoğu zaman yetersizdir. İnsan hayallerine ulaşmak için çeşitli yollar dener, olmadık kapıları çalar. Şirk de çoğu zaman bu arayışların yanlış adreslerde aranmasından doğar. Oysa yaratıcımızın Mucîb ismi asıl istenilecek merciin Yüce Allah (cc) olduğunu çünkü her isteğe sadece O’nun cevap vereceğini bildirir. “Kullarım sana beni sorarsa, şüphesiz ki ben çok yakınım. Bana dua edince ben o dua edenin duasına karşılık veririm.” (Bakara, 2/186)
Rabbimiz kullarının her vesileyle kendisine başvurmasını ister, her şeyi kendisinden istemelerinden hoşnut olur. (Mü’min, 40/60) Hatta “De ki: Duanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin?” (Furkân, 25/77) buyurarak O’nun katındaki tüm değerimizin dualarımızdan kaynaklandığını söyler. Dua “küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya yönelik talep ve niyaz” anlamındadır. Allah’ın yüceliği karşısında kulun çaresizliğini itiraf etmesini; sevgi, saygı ve tazim duyguları içinde O’nun lütuf ve yardımını dilemesini ifade eder. Dua gücü ve imkânı sınırlı olanın sınırsız güce sahip bir kapıya yönelmesi demektir. Dua temelde fiilî ve kavli olarak ikiye ayrılır. Fiilî dua, olmasını istediğimiz şey uğruna gayret etmektir. Sufiler duayı herkesin durumuna göre farklı görmüşler ve halkın duasının söz, zahitlerin duasının amel, ariflerin duasının ise hâl ile olduğunu söylemişlerdir.
Duanın sürdürülebilmesi ise Rabbimizin Mucîb ismi ile mümkündür. Yakarışlarımızı bir işiten ve dikkate alan olmasa nasıl dua edebiliriz ki? İşitilmeyen, itibar edilmeyen ve karşılık verilmeyen bir yakarış kadar acıklı bir durum düşünülemez. Cehennemde ebedî kalmak üzere cezalandırılan kâfirlerin içinde bulunduğu durum işte budur. Bu açıdan bakıldığında Rabbimizin Mucîb ismi ibadetin özü ve iliği olan duanın en kuvvetli medarıdır.
Dualara İcabet
Mucîb ismi doğrudan doğruya dua edenlere tahsis edilmiş bir isimdir. Yani Rabbimiz bir ismini sadece dua edenlere ayırmış ve onların dualarına mutlaka icabet edeceğini bu şekilde garanti etmiştir. Bu ismin isim kalıbıyla Kur’an-ı Kerim’de geçtiği tek ayet olan Hûd suresi 61. ayette bu isimden önce “yakın” anlamındaki Karîb ismi gelir. Buna göre Allah Teâlâ hem kullarına yakın hem de onların yalvarışlarına cevap veren bir Rab’dir. O yakın olup da elinden bir şey gelmeyen veya güçlü olup da yakın olmayanların faydasızlığından beridir.
Burada dikkate alınması gereken şey cevap vermenin ille duada istenen şeyin aynıyla kabul edileceği anlamına gelmediğidir. Duaya mutlaka cevap verilir fakat makamın hikmeti neyi iktiza ederse cevap o şekilde gelir. İsterse talep edilen şeyin aynını, isterse daha iyisini verir. Dilerse o duayı ahiret için kabul eder, dünyada neticesini göstermez. Vermek istediğini bazen kulları vasıtasıyla bazen de akıl sır ermeyen yollarla verir. Velhasıl, Allah’ın her kuluna ayrı bir muamelesi vardır. Kula yaraşan istemektir. Ondan sonra Hak kendisi hakkında ne muamele ederse ona memnuniyetle razı ve teslim olmaktır.
Burada insanın aklına şöyle bir soru gelebilir: Yüce Allah bizim bütün ihtiyaç ve sıkıntılarımızı bildiği hâlde neden bizim dua etmemizi istiyor ve kendine yalvarılmasından hoşnut oluyor da vereceğini biz istemeden vermiyor? Kuşeyrî bunun bizim imtihanımızla ilgili olduğunu söylüyor. Çünkü Mucîb “talepte bulun karşılamaya kimsenin muktedir olamayacağı- arzularını yerine getiren” demektir ve kulun bunu idrak etmesi tevhit inancının olmazsa olmaz rüknüdür. Dua eden Allah Teâlâ’nın isteklerini verecek en yüce makam olduğunu kabul etmiş, yanı sıra kendi yetersizliğini idrak ederek nefsinin azgınlığına kulluk perdesini çekmiş demektir. Ayrıca yine Kuşeyrî’nin belirttiğine göre sabır ve şükürle kazanılacak nice dereceler vardır. Hele ümitlerin kesildiği anda hulusi kalp ile yakarmanın kulu ulaştıracağı makamlar duaların sonunda ulaşılacak lütufların en büyüğüdür. Ayrıca insanın her nimeti hazır bulması onun tekâmülü açısından elverişli bir durum değildir. Aksine hedefler koymak, bu hedefler için çalışmak, yetemediğimiz yerlerde alçak gönüllülükle duaya sığınmak hem inancımızın hem de karakterimizin kuvvetlenmesi için en doğru yoldur.
Mucîb Tecelli Ederse
Gazzâlî, Mucîb isminin tecellisine mazhar olabilmek için kulun kendisinin de çağrılara icabet eden bir mucip olması gerektiğini kaydeder. Yüce Allah kulların dua ederek gönderdikleri davete icabet ettiği gibi kullar da Allah’ın vahiy yoluyla gönderdiği davetine icabet etmelidir. (Enfâl, 8/24; Ahkâf, 46/31) Bu da Allah’ın emir ve nehiy biçimindeki davetlerine uymaya, gücü nispetinde ihtiyaç sahiplerine yardım etmeye, gücü yetmediği yerde nezaketle cevap vermeye, kim çağırırsa çağırsın davete gitmeye ve ne olursa olsun verilen hediyeyi almaya yönelik icabetlerle gerçekleşir. Verilen hediyeyi küçümseyerek kabul etmemek, düşük gördüğü kişilerin davetlerine icabet etmemek mütekebbir kişilerin davranış biçimidir. Genelde üstler astlarının davetlerine icabet etmek istemezler, hatta davet etmesine fırsat dahi bırakmazlar. Hâlbuki zenginlerle fakirlerin, amirlerle memurların birbirinden ayrıştığı toplumlarda çeşitli sosyal hastalıklar baş gösterir. Yücelerin yücesi Rabbimiz kullarının her elini açışına icabet eder. O’nun âlemlere tercih ettiği elçisi, köleler ve cüzzamlıların davetlerine icabet edip sofralarına otururken kendi vehimlerimizin sonucu olan sosyal sınıflara dayalı üstünlük anlayışıyla böyle bir ayırıma gitmek İslam’ın ruhuna tamamen aykırıdır. Fakirlerin meclisinde sadece fakirlerin, zenginlerin meclisinde de yalnızca zenginlerin bulunduğu bir dünya İslam ahlakının kurduğu bir dünya değildir.
Mucîb kısaca “icabet eden/cevap veren” olduğuna göre bu ismin zorunlu sonucu bir isteyen ve soranın olmasıdır. Rabbimiz isteyene icabet etmiş, sorana da cevap vermiştir. Kur’an-ı Kerim’de pek çok ayet “Sana soruyorlar…” diye başlayıp o sorulara verilen cevapla tamamlanır. Mucîb ismi kullarının -ne kadar saçma ve gereksiz olursa olsun- sorularına cevap veren Yüce Allah’ın ahlakını ortaya koyar. Bu ismin tecelli ettiği kişiler de kendilerine soru soran, istekte bulunan hiçbir Allah kulunu küçümsememeli, sorularını önemsiz görmemeli, layık-ı veçhile cevaplamalı ve istekleri de karşılamalıdır. Efendimizin kendisinden bir şeyler isteyen hiç kimseye “yok” demediğini, imkânı olmayan durumlarda ileri tarihte bir gün vererek o isteği mutlaka yerine getirdiğini biliyoruz. İşte böyle olur Mucîb’in kulları…