عَنِ ابْنِ عُمَرَ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “إِنَّ أَحَبَّ أَسْمَائِكُمْ إِلَى اللَّهِ عَبْدُ اللَّهِ وَعَبْدُ الرَّحْمَنِ.”
İbn Ömer'den (ra) rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:
“Allah'ın (cc) en çok sevdiği isimleriniz Abdullah ve Abdurrahman'dır.”
(M5587 Müslim, Âdâb, 2)
***
عَنْ عَائِشَةَ أَنَّ النَّبِيَّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) كَانَ يُغَيِّرُ الاِسْمَ الْقَبِيحَ.
Hz. Âişe'den (ra) rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) çirkin isimleri değiştirirdi.
(T2839 Tirmizî, Edeb, 66)
***
عَنْ عَمْرِو بْنِ شُعَيْبٍ، عَنْ أَبِيهِ، عَنْ جَدِّهِ أَنَّ النَّبِيَّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) أَمَرَ بِتَسْمِيَةِ الْمَوْلُودِ يَوْمَ سَابِعِهِ وَوَضْعِ الْأَذَى عَنْهُ وَالْعَقِّ.
Amr b. Şuayb'ın (ra), babası aracılığıyla dedesinden rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (sas), yeni doğan çocuğa yedinci gününde isim verilmesini, (saçlarının tıraş edilmesi suretiyle) temizlenmesini ve akîka kurbanının kesilmesini emretmişti.
(T2832 Tirmizî, Edeb, 63)
***
عَنْ أَبِى الدَّرْدَاءِ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “إِنَّكُمْ تُدْعَوْنَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ بِأَسْمَائِكُمْ وَأَسْمَاءِ آبَائِكُمْ فَأَحْسِنُوا أَسْمَاءَكُمْ.”
Ebu'd-Derdâ'dan (ra) rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur: “Siz kıyamet günü kendi isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle çağırılacaksınız. Öyleyse güzel isimler koyun. ”
(D4948 Ebû Dâvûd, Edeb, 61)
***
Resûlullah’ın (sas) âhirete irtihalinden yaklaşık dört ay önceydi. Sevgili Peygamberimiz (sas) hicretin onuncu yılı Rebîülevvel ayında Hâlid b. Velîd’i (ra) bir grup Müslüman ile birlikte Necrânlı Hâris b. Kâ’boğulları’na göndermiş ve onları İslâm’a davet etmesini istemişti. Onlar da bu daveti kabul ederek Müslüman olmuşlar ve birlikte Resûlullah’ın (sas) yanına gelip, "Allah’tan (cc) başka ilâh olmadığını ve Hz. Muhammed’in (sas) O’nun (cc) Resûlü olduğunu" ikrar etmişlerdi. Resûlullah’a (sas) gelen heyetin içerisinde Ebû Şürayh el-Hârisî de bulunuyordu. Resûlullah (sas), ona "hüküm sahibi" anlamında "Ebu’l-hakem" künyesiyle seslenildiğini duymuş ve bu durum hoşuna gitmemişti. Sevgili Peygamberimiz (sas) kendisini yanına çağırarak bu konudaki rahatsızlığını dile getirdi: "Muhakkak ki yegâne hüküm sahibi Allah’tır. Hükümleri belirleyen de sonuçlandıran da O’dur. Sen niçin Ebu’l-hakem künyesiyle çağırılıyorsun?" diye sordu. O da "Kavmim bir anlaşmazlığa düştüğünde bana gelir, ben de aralarında hüküm veririm. Her iki taraf da razı olur." cevabını verdi. Resûlullah (sas), "Ne güzel!" buyurdu. Onun, sorunları çözmesi hoşuna gitmişti. Ancak Allah’a (cc) ait bir ismin bu şekilde kullanılmış olmasını kabullenemezdi. Ebû Şürayh’a kaç çocuğu olduğunu sordu. Onun, Şürayh, Müslim ve Abdullah isimli üç oğlu olduğunu duyunca, en büyüğünün adını öğrenmek istedi. Ardından da "Şürayh" isimli büyük oğluna atfen ona "Sen Ebû Şürayh (Şürayh’ın babası)sın." buyurdu ve onlara dua etti.
Peygamber Efendimizin (sas) ilâhî vahyi yaymaya başladığı Arap toplumlarında da inanç, kültür ve yaşam tarzlarını yansıtacak şekilde isimler kullanılıyordu. Asıl isimlerin yanında, genellikle ‘Ebû’ (babası) veya ‘Ümmü’ (annesi) kelimeleriyle başlayan ‘künye’; ikinci isim olarak kullanılıp övgü, yergi, karakter, fizikî özellik, unvan anlamı taşıyan ‘lakap’ ve bağlı olunan kabile ve memleketi tanıtmaya yönelik ‘nesep’ şeklinde isimlendirme biçimleri vardı.
Kur’ân-ı Kerîm’in açıkça belirttiği üzere, ilk insan Hz. Âdem’e (as) isimleri öğreten bizzat Allah Teâlâ’dır. Kendisine öğretilen isimler ve kavramlar sayesinde ilk insan Hz. Âdem’den (as) başlayarak, insanoğlu, dünyayı mâmur etmeye ve yaşanabilir bir mekân hâline getirmeye başladı. Zaman içinde insanlar, dinî, coğrafî, kültürel vb. nedenlere dayanarak çocuklarına ve bütün varlıklara isimler vermeye devam ettiler.
Kültürleri oluşturan unsurların başında gelen dil, Hz. Âdem’den beri ortak düşünebilmenin aracı olagelmiştir. Toplumları ayakta tutan ana unsur, toplum bireylerinin ortak değerlere ve ortak düşünebilme yetisine sahip olmalarıdır. Dili oluşturan kavram ve isimler ise içinde bulundukları kültürlerin ürünüdürler. Ancak bu etki karşılıklıdır. Bir taraftan isimler kültüre ait unsurları barındırırken diğer taraftan da kendine özgü bir kültür yeni isimler ve yeni kavramlarla oluşturulur. Bu şekilde isimler, kültürlerin nesiller boyu aktarılmasını sağlayan birer araç olduğu için Hz. Peygamber (sas) isim, künye, lakap ve nesep şeklindeki isimlendirme şekillerini korumuş ancak câhiliye inanç ve kültürünü yansıtan isimlerin yerine tevhid inancını ve oluşturduğu ahlâkî yapıyı yansıtan yeni isimler kullanmış ve ashâbını da bu şekilde yönlendirmişti.
Allah’ın Resûlü (sas) Allah’a (cc) kulluğu çağrıştıran isimleri tavsiye etmiştir. Bu yüzden, "Allah’ın (cc) en çok sevdiği isimleriniz Abdullah ve Abdurrahman’dır." buyurmuş, Medine’ye hicretten sonra doğan ilk çocuğa ’Abdullah’ ismini vermiş, zaman içinde sahâbe arasında en çok yaygınlaşan isim de Abdullah olmuştur. Peygamber Efendimiz (sas), ‘abd’ (kul) ile başlayan isimleri kastederek, "Kulluğu ifade eden isimler, Allah (cc) katında en sevimli olanlardır." buyurmuştur. ‘Gözetip koruyan’ anlamına gelen ve Allah’a (cc) ait bir isim olan Kayyûm adlı bir adamın adını, Abdülkayyûm (Kayyûm’un kulu) şeklinde değiştirmiştir. Yine rivayet edildiğine göre, Abdurrahman b. Avf’ın (ra) Müslüman olmadan önceki ismi Abdü Amr iken Allah Resûlü (sas) onun adını da değiştirmişti. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de de "Allah’ın kulu" ve "Rahmân’ın kulları" şeklinde kullanımlar yer almaktadır.
Peygamber Efendimiz (sas) ‘abd’ (kul) ile başlayan isimlerin verilmesini istediği gibi hakkı ve adaleti yaymak üzere gönderilen peygamber isimlerini de tercih ediyordu. Oğlu İbrâhim doğduğunda, "Bu gece bir oğlum doğdu; ona atam İbrâhim’in (as) adını verdim." buyurmuştu. Abdullah b. Selâm’ın oğlunu kucağına almış, başını okşamış ve ona bereket için dua ederek Hz. Yusuf’un (ra) güzel ismini vermişti.
Peygamberlerin içinde ismi verilmesi gerekenlerin başında Kutlu Nebî’nin (sas) Muhammed ve Ahmed isimleri gelmekteydi. Nitekim o da (sas), "Benim adımı koyun fakat künyemi kullanmayın." buyurarak isminin kullanılmasına izin vermişti. Künyesinin kullanılmasını istememesinin nedeni ise karışıklığı önlemeye yönelikti. Bir keresinde bir adam arkadaşına ‘Ebu’l-Kâsım!’ diye seslenmiş, Peygamber Efendimiz (sas) de künyesini duyunca dönüp ona bakmıştı. Kendisine seslenilmediğini anlayınca isminin çocuklara konulabileceğini, ancak künyesinin kullanılmamasını söylemişti. Bir başka münasebette de ismini alanların künyesini almamasını, künyesini alanların ise ismini almamasını istemişti. Ancak Hz. Ali’nin (ra) "Resûlullah’a (sas), "Eğer senden sonra bir çocuğum dünyaya gelirse ona hem senin ismini hem de künyeni vereceğim," dedim. O da "Evet (koyabilirsin)." buyurdu." şeklindeki sözlerinden, bir müddet sonra hem isminin hem de künyesinin kullanılmasına müsaade ettiği anlaşılmaktadır. Zira Allah Resûlü’nün (sas) Talha b. Ubeydullah’ın (ra) oğlunu meşhur künyelerinden biri olan Ebu’l-Kâsım ile isimlendirdiği de rivayet edilmiştir.
Diğer yandan peygamber isimlerinin yanı sıra salih insanların isimlerinin çocuklara verilmesinin de Resûlullah (sas) tarafından uygun görüldüğü anlaşılmaktadır. Muğîre b. Şu’be, Resûlullah’ın (sas) onu Necrân bölgesine gönderdiğini anlatır. Necrânlılar ona, "Sizler Kur’an’da, "Ey Harun’un kız kardeşi" diye okumuyor musunuz? Oysa Musa (as) ile İsa (as) arasında çok zaman geçmemiş midir?" şeklinde bir soru yöneltince onlara nasıl cevap vereceğini bilemez ve durumu Resûlullah’a (sas) anlatır. Allah Resûlü (sas), "Kendilerinden önce geçen peygamberlerin ve salih insanların isimlerini kullandıklarını haber verseydin ya!" cevabını verir. Peygamber ve salih insanların isimlerini vermek, sahâbe arasında da devam etmiştir. Zübeyr b. Avvâm (ra), "Talha (b. Ubeydullah) (ra) çocuklarına peygamber isimlerini koydu. Ben de şehid olmaları temennisiyle, çocuklarıma şehidlerin isimlerini koyacağım." demiştir. Nitekim o, doğan dokuz çocuğuna şehid sahâbîlerin isimleri olan Abdullah, Münzir, Urve, Hamza, Ca’fer, Mus’ab, Ubeyde, Hâlid ve Amr isimlerini vermiştir.
Peygamber Efendimizin (sas) güzel anlamlar ifade eden, zihinde olumlu çağrışımlar bırakan isimleri de tavsiye ettiği görülmektedir. Bu anlamda dünya ve âhirette çalışan, çabalayan anlamına gelen ‘Hâris’ ile duyarlı, düşünceli anlamına gelen ‘Hemmâm’ isminin de Allah (cc) katında en uygun isimlerden olduğunu bildirmişti.
İsim, kişinin kendisini başkalarına tanıtmasına ve samimi ilişkiler kurmasına imkân veren, onu diğer insanlardan ayırt etmeye yarayan bir işleve sahiptir. Allah Resûlü (sas), isim koyarken doğal olanı tercih ederdi. İsmini koyduğu kişinin sahip olduğu güzel bir nitelik, isim koyması için yeterli olabiliyordu. Nitekim Mescid-i Nebevî’nin aydınlatılmasını sağlayan ‘Fetih’ isimli sahâbeyi sırf bu özelliğinden dolayı ‘Serrâc’ (ışık saçan) diye isimlendirmişti.
Hz. Peygamber’in (sas) bu şekilde teşvik için koyduğu isimler olduğu gibi konulmamasını istediği ve değiştirdiği isimler de vardı. Bunların başında da tevhid inancına aykırı olanlar gelmekteydi. Örneğin ‘Abdülkâbe’ (Kâbe’nin kulu), ’Abdülhacer’ (taşın kulu) gibi isimleri değiştirmişti. Çünkü insanın kul olabileceği yegâne varlık Allah (cc) idi.
Hz. Peygamber (sas), "Kıyamet günü Allah (cc) katında en kötü isim, melikü’l-emlâk (hükümdarların hükümdarı) diye adlandırılan kimsenin ismidir." hadisiyle statüsü ne olursa olsun herhangi bir kişinin bu şekilde bir isim ya da sıfat ile anılmasını yasakladığını bildirmiştir. Zira bu sıfat gerçek anlamda sadece Yüce Allah’ın (cc) sıfatıdır, yegâne hükümran ve hükümdar olan Allah Teâlâ (cc) dışında hiçbir kimse bu şekilde isimlendirmeyi hak edemez.
Resûlullah (sas) Allah’a (cc) isyan anlamına gelen isimlerin yeni doğan bebeklere verilmesini istemiyor, çocukken verilmiş olanları ise değiştiriyordu. İsyan eden anlamına gelen kadın ismi ‘Âsiye’yi güzelliği ifade eden ‘Cemîle’ ile erkek için kullanılan ve isyan eden anlamına gelen ‘Âsi’ ismini de ‘Mutî’’ yani itaat eden ile değiştirmişti. Şeytanın ismi olarak bilinen ‘Ecda’’ ve ‘Hubâb’ da aynı şekilde Peygamberimiz (sas) tarafından kabul görmeyen isimler arasındaydı.
Hz. Âişe’nin (ra) belirttiğine göre, Allah Resûlü (sas) zihinde kötü çağrışım yapan isimleri de değiştirmişti. Kesilmiş, budanmış, zamanı geçmiş anlamındaki ‘Esrem’i, yeşeren ve mümbit anlamlı ‘Zür’a’ ile, alev anlamındaki ‘Şihâb’ı, cömert mânâlı ‘Hişâm’ ile, ve karga anlamına gelen ‘Gurâb’ı, ‘Müslim’ ile değiştirmişti.
Benzer şekilde Hz. Ömer (ra), yanına gelen zâtı tanımak gayesiyle adının ne olduğunu sormuş, adam isminin Mesrûk b. Ecda’ olduğunu söylemiştir. Bunun üzerine Peygamber Efendimizin (sas), "Ecda, şeytanın isimlerindendir." buyurduğunu nakleden Hz. Ömer (sas), "Sen bundan böyle Mesrûk b. Abdurrahman’sın." demiştir.
Hz. Peygamber (sas), ‘Ekber’ (en büyük), ’Berre’ (günahsız) gibi açıkça kibir barındıran isimleri de insan ilişkilerini zedeleyebileceği ihtimalini gözeterek değiştirmişti. Daha önce ismi ‘Berre’ olan Zeyneb bnt. Ebû Seleme’nin ismini değiştirirken, "Kendi kendinizi temize çıkarmayın! Allah (cc) sizin iyi olanlarınızı pekâlâ bilir." buyurmuş ve isim koyarken bu hususa dikkat edilmesi gerektiğini hatırlatmıştı.
Resûlullah (sas) tevhid inancıyla çelişen isimlerin kesin olarak değiştirilmesini ister, bunun dışında isminin değiştirilmemesini isteyenlere de ısrar etmezdi. Bir gün Saîd b. Müseyyib’in dedesi Hz. Peygamber’in (sas) yanına gitmişti. Hz. Peygamber (sas) yanına gelen kişinin adını sordu. O da ‘Hazn’ (düz olmayan, engebeli) olduğunu söyledi. Hz. Peygamber (sas) ona, "Sen ‘Hazn’ değil, aslında ‘Sehl’sin (düz, engebesiz, kolaysın)." buyurdu. Ancak adam, "Babamın bana verdiği ismi değiştirecek değilim." diyerek Allah Resûlü’nün (sas) teklifini kabul etmedi. Bu anıyı anlatan torunu Saîd b. Müsseyyeb rivayetin devamında bundan sonra ailelerinde sıkıntının eksik olmadığını belirtmekten geri kalmamıştı.
Hz. Peygamber (sas) bir taraftan yaşadığı toplumun tevhid ile çelişmeyen kültürel unsurlarını koruyor, bir taraftan da yeni isimlerin inancı, ahlâkı ve kültürü yansıtan gücünden faydalanıyordu. Resûlullah (sas), yeni doğan çocuğa yedinci gününde isim verilmesini, (saçlarının tıraş edilmesi suretiyle) temizlenmesini ve akîka kurbanının kesilmesini emretmişti. Ashâb, çocuklarına isim koyması ve dua etmesi için Sevgili Peygamberimize (sas) gelirdi. O da öncelikle çocuğun kulağına ezan okur, sonra da hurma gibi tatlı bir yiyeceği iyice çiğneyerek ağzına verir ve ismini koyardı. Ezan okumak suretiyle bir anlamda hayatının hep doğru istikamette olmasını diliyor; ağzına verdiği hurma ile de tatlı bir ömür geçirmesini istiyordu. Bebeğe güzel bir isim vererek yaşantısının bereketli olması için dua ederdi.
Dünyaya yeni gelmiş bir bebek, içinde yaşayacağı kültürle ilk defa bu şekilde tanışmış olur. Çocuğa verilecek isim, gerek içinde bulunduğu ortamla gerekse kültürel geçmişiyle sıkı bir bağın kurulmasını sağlar. İsmin sürekli tekrar edilmesiyle sahibinin karakterinin şekillenmesinde etkili olacağı veya onun için dua anlamına geleceği düşünülür. Buradan hareketle Hz. Peygamber’in (sas) de isim koyarken ya da değiştirirken muhatabında görmek istediği niteliği dile getirdiği söylenebilir. Yeni doğan çocuklarından her birine ısrarla ‘Harb’ yani savaş ismini koymak isteyen Hz. Ali’nin (ra) bu tercihi yerine Resûl-i Ekrem’in (sas) torunlarına ‘güzellik’ ve ‘iyilik’ anlamlarına gelen ‘Hasan’ ve ‘Hüseyin’ isimlerini vermesi bu açıdan dikkat çekicidir.
Hz. Peygamber (sas) sadece kişi isimleri için değil yer ve kavim isimleri için de aynı tavrı göstermiş, topraklı, tozlu anlamında ‘Afira’ adıyla anılan araziye ‘Hadira’ (Yeşillik) ismini vermişti. Olumsuz anlam ifade eden isimleri tam aksi olan olumlu hâlleriyle değiştirmişti. Söz gelimi ‘Şi’bü’d-dalâle’ (Dalâlet vadisi) ismini ‘Şi’bü’l-hüdâ’ (Hidayet vadisi) ismine, ’Bakıyyetü’d-dalâle’ (Dalâlet kalıntısı) ismini ise ‘Bakıyyetü’l-hüdâ’ (Hidayet kalıntısı) ismine çevirmişti. ’Benu’l-muğviye’ (Azgınoğulları) ve ’Benu’z-zinye’ (Zinaoğulları) isimli iki ailenin isimlerini de ‘Benu’r-rişde’ (Faziletoğulları) ismiyle değiştirmişti. Onun dilinde öfkeli anlamına gelen Bağîz, sevecen anlamını yüklenerek Habîb olmuş, az anlamındaki Kalîl, çok anlamına taşınarak Kesîr’e dönüşmüştü.
Allah Resûlü’nün (sas) yeni bir kültürü ilmek ilmek işlediğinin farkında olan ashâb, herhangi bir şeyin isminin değiştirilmesine şaşırmıyordu. Nebî (sas) Vedâ Haccı’nda, haram aylarda kan akıtmamanın önemini anlatırken dikkat çekmek için, "Bugün hangi gündür, biliyor musunuz?", "Bu ay hangi aydır?", "Bu, hangi beldedir?" şeklinde sorular sorduğunda, soruların cevabını bildikleri hâlde ashâb, "Allah (cc) ve Resûlü (sas) en iyi bilendir." demişler, Resûlullah’ın (sas) yine sükût etmesi üzerine de onun (sas) tüm bunlara yeni birer isim vereceğini zannetmişlerdi.
Tüm bu uygulamalar, aynı zamanda dönüşümün isimler üzerinden yapıldığı hissini uyandırıyordu. Nitekim Peygamberimizin (sas) dönüşüme sahne olan ve ilerde İslâm medeniyetinin beşiği olacak şehrin, "Zarar vermek, karıştırmak, kötülemek, bozmak’ anlamlarına gelen s-r-b fiilinden türeyen ‘Yesrib’ ismini, şehirleşmeyi ifade eden ‘Medine’ ismi ile değiştirmesi çok manidardır. Resûl-i Ekrem (sas), hicret ettiği bu mübarek şehir hakkında, "İnsanlar ona Yesrib diyorlar, onun ismi Medine’dir. Körüğün demirin pasını giderdiği gibi Medine de kötü insanları dışına atar." sözleriyle, medenî bir toplumun inşa edileceğini haber veriyor ve yeni koyduğu isimle dönüşümün hedefini gösteriyordu. Allah Resûlü’nün (sas) oluşturduğu Medine şehri, fazilet ve erdemler şehri olmuştu. Hz. Peygamber (sas) Tebük Seferi dönüşünde şehri görünce, "İşte bu Tâbe’dir (iyilik ve güzellik şehridir)." buyurarak onun güzelliğine işaret etmiş, böylece şehre ikinci bir isim daha vermişti. Hatta sözlerinin devamında sadece Medine’ye değil Uhud’a olan sevgisini de dile getirmiş, "Bu da Uhud’dur, öyle bir dağdır ki o bizi sever, biz de onu severiz." buyurmuştu. Yüce Yaratıcı (cc) güzel olduğuna ve güzeli sevdiğine göre O’nun yarattıklarına yakışan da güzel bir isimle çağrılmak değil midir? Allah Resûlü’nün (sas), "Siz kıyamet günü kendi isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle çağırılacaksınız. Öyleyse güzel isimler koyun." cümlesi, isim koymadaki temel espriyi yansıtmaktadır.
Resûl-i Ekrem’in (sas) dilinde sadece insan değil bütün mahlûkât güzel isimlere kavuşuyordu. O, sadece aslı kötü olan şeylere bu özelliklerine yakışmayan güzel isimler verilmesine karşı çıkıyordu. Nitekim kendisinden şarap üretilen üzüme ve üzüm dalına bu özelliğini vurgulayarak şerefli, cömert anlamına gelen ‘kerm’ isminin verilmesini, "Sizden biri, üzüme ‘kerm’ demesin! Kerm (şerefli) olan ancak Müslüman insandır." sözleriyle hoş karşılamadığını ifade etmişti. Câhiliye döneminde Araplar, hem bolca üzüm vermeleri sebebiyle üzüm asmalarına hem de üzüm şarabının, içenleri cömertliğe ve ikrama sevk etmesi sebebiyle üzüme ‘kerm’ yani ‘cömert’ derlerdi. Hz. Peygamber (sas) içki ve şarap haram kılındıktan sonra olumlu bir ismin bu şekilde haram kılınmış içeceğin hammaddesi için kullanılmasını yasaklamıştı. Zira bu isim işitenlere şarabı hatırlatacak, belki ona yönlendirebilecekti.
O, bütün mahlûkâtla barışıktı. Eşya ve doğa ile ilişkisi hep bu düzlemde gerçekleşiyor, her bir eşyayı Yüce Yaratıcı’nın (cc) kendine bahşettiği bir nimet ve değer olarak telakki ederek onlara canlı birer varlık gibi muamele ediyordu. Mahlûkâta güzel bakıp güzel görüyordu Allah Resûlü (sas). Elbiselerini giyerken onların bir bir isimlerini sayıp Rabbine hamdeder ve bu nimetlerin hayırlı olmasını, hayırda kullanılmasını niyaz ederdi. Sahip olduğu eşyalar ve hayvanlara da güzel isimler verirdi. Kılıcına ‘Zülfikâr’ bir atına ‘Mürtecez’, eşeğine ‘Ufeyr’, develerine de ‘Kasvâ’ ve ‘Beydâ’ isimlerini vermişti.
Hz. Peygamber (sas), her konuda olduğu gibi isimler üzerinden de insan saygınlığının korunmasına özen göstermiştir. İsimler nedeniyle insanların rencide olmasını veya ismin oluşturacağı olumsuz kanaatleri bertaraf etmeyi, insanî ilişkilerin huzurlu, güvenli ve sağlıklı temeller üzerine kurulmasını istiyordu. Ferdî ve toplumsal ilişkileri olumsuz yönde etkileyen uğursuzluk inancının isimler üzerinden sürdürülmesine de bu nedenle engel olmak istemiştir. Nitekim o (sas), tefe’ülden yani bir şeyi hayırlı saymaktan hoşlanır, uğursuz saymayı ise sevmezdi. ’Yesâr’ (Kolaylık), ‘Rebâh’ (Kazanç), ‘Necîh’ (Başarılı) ve ‘Eflah’ (Kurtulmuş) gibi isimlerden sakındırırken, bu kişiler isimleriyle çağrıldığında, orada olmamaları hâlinde insanların ‘Kolaylık yok!’ ‘Kazanç yok!’ diye cevap vereceklerine, dolayısıyla farkında olmadan karamsarlığa itilmiş olacaklarına işaret etmiştir. Bu konuda Peygamber Efendimizin (sas) asıl kaygısının isimlerin kendisi ile ilgili değil insanlar tarafından algılanış şekli ile ilgili olduğu söylenebilir. Zira daha sonra aynı isimleri, anlamları güzel olduğundan olsa gerek değiştirmekten vazgeçmişti.
Bir keresinde de bir deveyi sağdırmak üzere yanındakilere isimlerini sormuş, ‘Mürre’ (Acı) ve ‘Harb’ (Savaş) ismindeki iki kişinin sırf isimleri nedeniyle sağmalarına izin vermemiş, deveyi sağması için ‘Yaîş’ (Yaşar) isimli şahsa izin vermişti. Yine aynı nedenle bir yere bir tahsildar göndereceği ya da bir köye girdiği zaman o kişinin veya yerin ismini sorar, beğenirse memnuniyeti yüzüne yansır, beğenmediğinde ise bu durum yine yüzünden anlaşılırdı.
Resûlullah (sas), Rabbinin kulun zannı ile beraber olduğunu bilir ve olaylara hep olumlu yaklaşırdı. Huneyn Savaşı sırasında doğan küçük Medineli Sehle bnt. Âsım b. Adî’ye, sefere çıkarken, Sehle (Kolaylık) ismini verip, "Allah (cc) işinizi kolaylaştırsın." diye dua etmesi, çetin bir işi, koyduğu isimden yola çıkarak hayırla sonuçlandırmayı dilemesi açısından dikkat çekicidir. Yine Hudeybiye Antlaşması sırasında anlaşma yapmak üzere müşriklerden Süheyl b. Amr’ın geldiğini görünce, zor şartlar altında gerçekleşen bu görüşmenin, adı ‘kolaylık’ anlamına gelen Süheyl ile yapılacak olmasına sevinip, "Allah (cc) işinizi kolaylaştırmıştır!" buyurması da isimler üzerinden hayrı ümit ettiğini göstermektedir.
İsim vermek, bir anlamda da isim sahibinin gönlünü hoşnut etmektir. İnsanlara hoşlanmadıkları lakaplar takmak, onları bu şekilde çağırmak ise ferdî ilişkileri olumsuz etkiler. Resûlullah (sas) döneminde bir kişiye iki üç isim verildiği olur, ancak bu kişi onlardan biri ile çağrılmaktan hoşlanmayabilirdi. Bu yüzden Allah (cc), müminlerin kardeş olmasına vurgu yaptıktan sonra, "...Birbirinizi karalamayın, birbirinizi (kötü) lakaplarla çağırmayın..." buyurmuş, kişiyi hoşlanmadığı şekilde çağırmayı yasaklamıştı. İnsana, isimlerinin ve künyelerinin en sevimlisi olanla hitap etmek, Sevgili Peygamberimizin (sas) hoşuna giderdi.
Bir gün Resûlullah (sas) Hz. Ali (ra) ile görüşmek için kızı Fâtıma’nın (ra) evine gelmiş, ancak onu evde bulamamıştı. Kızına onun nerede olduğunu sordu. Fâtıma (ra), "Aramızda bir şey geçti. Beni kızdırdı ve çıkıp gitti." dedi. Bunun üzerine Resûlullah (sas) birini gönderip onu bulmasını istedi. Daha sonra Hz. Ali’nin (ra) mescitte olduğu anlaşıldı. Resûlullah (sas), mescitte uzanmış, örtüsü bir tarafından düşüp toprağa bulanmış olan Hz. Ali’nin (ra) yanına geldi. Bir taraftan Hz. Ali’nin (ra) üzerindeki toprağı çırpıyor bir taraftan da, "Kalk ey Ebu’t-türâb, kalk ey Ebu’t-türâb!" diyordu. Böylece Hz. Ali (ra), kendisine verilen isimler içinde en çok hoşuna gidenin bu olduğunu söylediği Ebu’t-türâb yani ‘topraklı’ künyesini almıştı. Ebû Hüreyre’ye ise ‘kedicik babası’ anlamına gelen lakabı, kedilere olan sevgisinden ötürü verilmişti.
Gördüğü olumlu bir davranışı güzel bir isimle adlandıran Sevgili Peygamberimizin (sas) bu güzelliği müşrikleri bile kapsamıştı. Müşriklerden Safvân b. Ümeyye’ye, ‘Ebû Vehb (Eli açık, cömert)’, künyesi ile seslenerek hem onun güzel davranışlarını pekiştirmiş hem de Allah’a (cc) şirk koşan bu insanı hayra çağırmıştı.
İsimler kişinin inanç, ahlâk ve kültürünü yansıttığı gibi duyan kişinin zihninde olumlu veya olumsuz çağrışımlar da yapmaktadır. Bu sebeple Peygamber Efendimiz (sas) câhiliye inanç izlerini taşıyan, kibir, böbürlenme anlamı çağrıştıran ve kötü anlam taşıyan isimleri değiştirmiş, bunların yerine Allah’a (cc) kul olmayı çağrıştıran, peygamberleri, salih insanları hatırlatan, ilk söylendiğinde güzel ve hayırlı anlamlar ifade yapan isimleri tercih etmişti. Böylece oluşturduğu toplumda isimler vasıtasıyla da inancın, kültürün, ahlâkî meziyetlerin hatırlanmasını, hayır ve güzelliklerin zihinlere yerleşmesini temin etmişti.
Kaynak: Diyanet Hadislerle İslam