Doç. Dr. Adil BOR
Tahran Din Hizmetleri Müşaviri
Allah dünyayı insanların yaşayabilecekleri bir şekilde yarattı. Evrende bir toz zerreciği mesabesinde dahi olmayan insan, yeryüzüne halife tayin edildi. Halife kelimesi de epistemolojik olarak bu durumu ifade eden bir kavramdır. Ancak insan evrende çok küçük bir yeri kaplasa da onun sahip olduğu akıl, idrak, hayal gücü, duyguları ve arzuları, evreni aşacak ve evrene hükmedebilecek bir yapıdadır. İnsana dünyanın imarını ve ıslahını gerçekleştirme; dünyayı adalet, hakkaniyet ve emniyet çerçevesinde idare etme görevinin tevdi edilmesinin arka planında onun sahip olduğu söz konusu özellikler bulunmaktadır.
İnsan, fıtratı gereği hem rahmani hem de şeytani duygulara sahiptir. İnsanın iç dünyasında bu duygular arasında sürekli bir çekişme söz konusudur. Bazen hayra teşvik eden duygular galip gelirken bazen de fesada, zulme ve insanı mutsuz eden düşünce ve davranışlara sevk eden duygular etkin olmaktadır. Ancak insanın akıl ve idrak melekesi işlevsel olduğunda onun rahmani duyguları galip gelme ihtimali yüksektir. İnsan, fıtri olarak bu potansiyele sahiptir. Fakat insan, taklit, cehalet ve çevresel faktörlerden dolayı akıl ve idrak işlevselliğini kaybedebilir. Bu durumda insanı, hayra, hakikate ve fıtri değerlere teşvik eden duyguların yerine, şeytani ve nefsani arzular ön plana çıkabilmektedir. Bunun bir sonucu olarak insan tayin edildiği hilafet makamına uygun olmayan fesadı, adaletsizliği, zulmü gerçekleştirebilir. Bu da insanın akli melekesinin işlevsel olmasının önemini ortaya koymaktadır. Bundan dolayı insanın akıl ve iradesinin aktifliğine rehberlik eden bir öncüye ihtiyaç olmuştur.
Kur’an’ın temel amacı da insanın aklını ve duygularını kullanmada ve insanın atandığı halifelik makamının hakkını vermede kendisine rehberlik etmektir. Bu anlamda Kur’an ve sünnet, insanı düşünce ve değerler hususunda terbiye etmeyi amaçlayan ilahi bir eğitim programıdır. Şöyle ki bu programın sahibi olan Allah, insanın da dâhil olduğu bir bütün olarak varlığın asıl terbiyecisi ve ilk muallimidir. Kur’an’da bu durum, “Rabbü’l-âlemin” ifadesiyle belirtilmektedir. Rab kelimesi, yaratmak ve idare etmek anlamları yanında, terbiye etmek ve eğitmek manalarını da içermektedir. Bu anlamda insan istisna tutulursa bütün varlık ilahi terbiyeye teslim olmuştur.
Tevhit, tezkiye, ümran ve ubudiyet, ilahi eğitim programının ana eksenini oluşturmaktadır. Tevhit, bütün varlığın sahibinin Allah olduğu esasına dayanmaktadır. Müslüman, bu çerçevede varlığı anlamaya çalışır. Tezkiye, insanın saygınlığına yakışmayan davranışlardan uzak durup ahlaki değerlere sahip olmasıdır. Ümran, adalet, hakkaniyet ve merhametle dünyayı imar etmektir. Ubudiyet ise Allah’a kul olmaktır. Yani Allah’a teslim olmak ve Allah’a karşı derin bir saygı duymaktır. Diğer bir ifadeyle ubudiyet, insanın, Allah’ın güzel isimleri (esma-i hüsna) çerçevesinde zihninin ve kalbinin özgürleşmesi, iradesinin ve aklının başkasına teslim edilmemesidir. Bu anlamda Kur’an ve sünnette yer alan zikir, tesbih, namaz, ahlaki ve insani değerler; bir bütün olarak emir ve nehiyler vahyin söz konusu temel amaçlarını gerçekleştirmeye yöneliktir. Diğer bir ifadeyle ubudiyet, Allah’a kul olmakla aktif bir birey olmaktır. Çünkü Allah’a kul (abd) olmak insanı pasifize eden değil, bilakis insana şahsiyet kazandırarak onu aktif bir birey hâline getiren eylemdir. Dolayısıyla insanın aklını işlevsiz kılan ve şahsiyet desenlerini yok eden bir ubudiyet anlayışı, peygamberlerin insanlara ilettiği ve öğrettiği ubudiyet anlayışına uymaz.
Kur’an’ın akla gelen ilk özelliği hanifliktir. Haniflik, mahiyeti itibarıyla tevhit, hak, adalet, insani ve ahlaki değerlere ulaşmak için sürekli bir gayret içinde olmaktır. Bu anlamda hakikate ulaşmak için sürekli okumak, araştırmak, sorgulamak ve sentez yapmak hanifliğin özelliklerinden bazılarıdır. İlk nazil olan ayette okumanın emredilmesi fakat okuma çeşidinin belirtilmemesiyle muhatapların tenzili ve tekvini ayetleri okumada bir ayrım yapmamaları ve sürekli söz konusu ayetleri birlikte okuyarak zihin ve gönül dünyalarını zinde tutmalarının amaçlandığı söylenebilir.
Kur’an’ın ilk uygulayıcısı Hz. Peygamber, önce vahyin içerdiği değerlerinin gereğini yapmıştır. Kendisinden zelle mesabesinde hatalar peyda olunca uyarılmak suretiyle düzeltilmiştir. Kur’an’da bu yönde hitap içeren ayetler ile “Rabbim beni terbiye etti ve terbiyemi güzel yaptı.”(Suyuti, Cami’us-Sağir, 1,12.) hadisi de buna işaret etmektedir. Dolayısıyla Hz. Peygamber, ilahi programın model şahsiyeti olarak insanlara takdim edilmiştir. Hz. Peygamber’in yaşam tarzını soranlara Hz. Aişe’nin “Onun ahlakı Kur’an’dı.” şeklinde cevap vermesi de buna işaret etmektedir. Zira ilahi olsun beşerî olsun topluma sunulan herhangi bir düşünce veya değerin karşılık bulması, söz konusu programı yaşayan model şahsiyetlerin varlığına bağlıdır. Bu sebeple Peygamber Efendimiz de sahabeden model şahsiyetler inşa ederek insanlara vahyin değerlerini ulaştırmaya çalıştı. Kendisinden sonra sahabe de Hz. Peygamber’den aldıkları eğitimle dünya okyanusunda boğulmak üzere olan insanlığa, vahyin kopmayan ipini uzatarak insanların imdadına yetişti. Böylelikle sahabenin gayreti ve örnek şahsiyetiyle, vahyin değerleriyle insanlık yeniden hayat buldu ve âdeta yeniden dirilmiş (el-ba’su bade’l-mevt) oldu. Hakikat ve haklı olmanın ölçüsünün güç değil adalet ve ihsan olduğu insanlara fiilî olarak gösterilmiş oldu.
Hz. Peygamber ve sahabeden sonra Kur’an’ın anlaşılması ve hayat ile irtibatının kurulması âlimlerin uhdesinde kaldı. Dinî yaşayış, âlimlerin bilgi düzeyleri, hayata bakışları, Kur’an ve sünnetin ihtiva ettiği değerleri yaşamalarına göre şekillendi. Bu da doğru bir İslami tasavvurun oluşması için âlimlerin bilgi düzeyleri ve davranış biçimlerinin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Bu sebeple âlimler ve ilim talebeleri sürekli kendi bilgilerini güncellemeli, düşünce ve eylemlerinde hakikat arayışında olmaları gerekmektedir. Âlimlerin kendi zihin ve kalp dünyalarını doğru bir şekilde inşa etmeleri gerekmektedir. İdrak ve bilincini Kur’an ve sünnetin öncülüğünde oluşturmaları önem arz etmektedir. Bu da ancak Kur’an, sünnet ve onların etrafında oluşmuş ilmî birikimle ciddi bir ilmî yapı ile doğru iletişim kurmakla mümkün olacaktır. Kur’an ve sünnet etrafında oluşmuş ilmî birikim, Kur’an ve sünnetin anlaşılması için hayati önem taşımaktadır ve asla göz ardı edilmemelidir. Aksi takdirde İslam’ın ana damarı olan Kur’an ve sünnetten uzaklaşmak her zaman muhtemeldir. Sonuç itibarıyla İslami ve insani değerlerin, doğru bir şekilde topluma iletilmesi için öncelikle zihin ve kalpleri Kur’an ve sünnetin varlık tasavvuru, ahlaki ve insani değerleriyle şekillenmiş, düşünce olarak günümüzde yaşayan ve çağımızın farkında olan erdemli bireylerin inşasıyla mümkün olabilir.