Aylık Dergi

Alemleri Yaratan ve Yaşatan Allah (cc)

En büyük hakikat, var edici kudretin yani yegâne tek bir ilahın varlığı ve mutlak otoritesi olunca en büyük cürüm de bunu inkar etmektir.

Abone Ol

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

DİB Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Kişi önce kendisini tanır

Cenabıhak, “Hiç mi kendi içlerinde düşünmediler?” (Rum, 30/8.) buyuruyor. Bebekken henüz etrafımızdakilerle konuşmaya başlamadan önce “içimizdeki ses” uyanmaya ve konuşmaya başlar. İşte o ses biziz! O bizim en sağlam yerimiz, dayanağımız ve bir ömür boyunca hep kendimizi orada hissedip yaşayacağımız merkezimizdir. Bazı filozoflar, “Her şeyden kuşku duyabilirim ama kuşku duyan yanımdan nasıl kuşku duyayım?” demişler. İç sesimizi yani kendimizi her şeyden daha yakınımızda biliyoruz. Çünkü biz orada varız. Şu satırları okurken de sizler muhakemenizi iç sesinizde yaşıyorsunuz.

Cenab-ı Hak bize olan vadini anlatırken dahi buyurur ki: “Sizin rızkınız ve size vadettiklerimiz semadadır.” (Zariyat, 51/22.); “Göklerin ve yerin Rabbine andolsun ki bu, sizin nutkunuz gibi haktır.” (Zariyat, 51/23.) Allah (c.c.) ayette vadinin gerçekliğini nutkumuz üzerinden bize tarif ediyor. Nutkumuzu ne kadar gerçek biliyorsak Rabbimizin vadini de o denli gerçek bilelim istiyor. Geceleyin başımızı yastığa koyduğumuzda, gözlerimiz kapalı, vücudumuz dingin ama iç sesimiz hâlâ etkindir. Nutkumuz yani iç sesimiz uykudayken bile rüyalarımızda bize eşlik eder.

Rabbimiz bize çok yakın

İç sesimizin mahiyetini bilmiyoruz ama o bizi biz yapan, varlığımızın en emin olduğumuz, “İşte burası ‘ben’im” dediğimiz yerimiz. İnsanın hikâyesi iç sesiyle başlıyor. İnsan burada düşünmeye başlıyor, kendisiyle konuşuyor; her şeyi burada ölçüyor, biçiyor, tartıyor ve burada bir karara bağlıyor. Allah bizi biz yapan iç sesimizin çok yakınında hatta en yakınında. Nitekim buyurdu ki: “İnsanı biz yarattık. Ve onun kendisiyle olan konuşmasını elbette biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf, 50/16.)

Ne zamandan beri varız?

Allah (c.c.) buyurdu ki: “İnsan hatırlamıyor mu; onu biz yarattık nitekim öncesinde o hiçbir şey değildi.” (Meryem, 19/67.) Hepimiz, kimliğimizde bir doğum tarihi taşıyoruz ve bu tarihten önce hiçbirimiz yoktuk. Ne iç sesimiz vardı ne de bedenimiz. Biz sonradan var olduk.

Öncesinde var olmadığımız hususu, varlığımızın çok önemli bir gerçeğidir. Onu göz ardı ederek hakikate ulaşamayız. Dünyaya sonradan geldiğimiz gerçeğinin kanıtını işte cebimizde taşıyoruz: “Bu kişi, şu tarihte yeryüzünde ilk defa bir bebek olarak şurada doğdu. Falanca baba ve filanca anneden dünyaya geldi.” Hüviyetimiz bunu ifade ediyor.

Varlıktan var edene götüren akıl

Nüfustaki kaydımıza biri “doğum” diğeri “ölüm” olmak üzere iki hane açılıyor. Doğum, hayat parantezinin başladığı; öncesi olmayan bir başlangıçtır. Ve bir gerçek daha: Ölüm. Durmaksızın işleyen bu dünyaya geliş ve bu dünyadan gidiş süreci beni de bu hayattan koparacak. Bu akışın bize verdiği mesaj açık: “Sen bir yolcusun!” Şu hâlde üzerimizde mutlak bir hüküm işliyor ve biz bu süreci durduramıyoruz, hiçbirimiz ölmekten kaçamıyoruz. Bunlar varlığımızın temel kodları ama asıl soru şu: Bunları kim tayin etti ve kim yürütüyor?

Bizi kim var etti kim yaşatıyor ve biz kime dönüyoruz?

Varlığımızdan artık emin olduğumuza göre bizi kim var etti? Ulu dağlar mı, taşlar mı, büyük gezegenler mi, güneş mi yıldızlar mı? Yoksa inekler, böcekler mi? Elbette ki bunların hiçbiri bizi yaratmış olamaz. Çünkü bunlar da sonradan olma mahlûklar ve bizden daha aşağı durumdalar. Bizi, kendimiz gibi insanlar da yaratmadığına göre o zaman bizi “kim yarattı?” Bu aşamada fıtratımızın bize doğal olarak sordurduğu sorunun aynısını Cenab-ı Hak da Kur’an’da sordu: “Acaba onlar herhangi bir yaratıcı olmadan mı yaratıldılar? Yoksa kendileri mi yaratıcıdırlar?” (Tur, 52/35.)

Biz kendimizden daha üstün bir kudretin eseri olmalıyız. Hâlbuki şeytan diyor ki: “Nereden çıktı bu var etme işi, seni kimse var etmedi. Yağmur yağdı, şimşek çaktı ve bazı şeyler denk geldi. Başlangıçta çok basit bir şeydi, zamanla gelişti ve sonra sen oldun (!)” Pozitivist bilimin konuya yaklaşımının özeti budur: Kısaca kazara!

Varlığım, zekâm, aklım, ruhum, iradem, sevgim, kabiliyetim, iç sesim, gözlerim, kollarım, ellerim, ayaklarım… İncelemekle ve araştırmakla bitmeyen; içinde binbir türlü ince hesapla ve hassas bir dengede işleyen bu dev canlı/cansız sistemler böyle kazara mı var oldu? Akleden bir insan buna “evet” demez/diyemez, bu denli kendisini kandıramaz.

Varlık, var edene dayanır

İnsan kendi hakikatiyle buluşmasın diye şeytan diyor ki: “Varlığını sorgulama! Sen hiçbir
şeyden oldun! Aslında sen sadece bir vehimsin!” Ben yoksam o zaman irademiz de yok. O zaman ahlak da yok, suç da yok, cürüm de yok, adalet de yok, zulüm de yok, hiçbir şey yok! Var eden yoksa hiçbirimiz yokuz demektir. Bu düşünce bizi ikna edemez. İç sesimizle yol alacaksak varlığımızı fark ettiğimiz zaman: “Ben kendi varlığımı hissediyorum, öyle ya seviyorum, düşünüyorum, aklediyorum, kafa yoruyorum. Her şeyden şüphe ederim ama kendimden nasıl şüphe edeyim? Varım ben. Bu bedenden içreyim. Nesnel varlığımdan öte bir ruh taşıyorum içimde, hissediyor ve konuşuyorum. Rüyamda bile iç sesim bana eşlik ediyor, kaybolmuyor.

Bu hayat nimetini bana kim tattırıyor? Onu nerede bulabilirim? Dağların tepelerine çıksam, ona seslensem beni duyar mı? Uzakta mı, yakında mı? Beni görüyor mu? Gökte mi yoksa yerde mi?” Varlıktan var edene doğru ilerleyen bir akletme yolculuğu fıtratına vefa gösterirse kişiyi Rabbini tanımaya götürür. Nitekim Allah (c.c.) buyurdu ki: “Allah’ın insanları yarattığı fıtrat üzere yüzünü Allah’ı birleyen olarak dine doğrult!” (Rum, 30/30.) Resulüllah da buyurdu ki: “Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar.” (Buhari/1385.)

Güzide bir örnek: Fıtrat Allah’a götürür

İnsanın fıtratına vefa göstererek aldığı yol ve vardığı sonuç ile peygamberlerin Allah’tan getirdikleri hakikat birebir örtüşmektedir. Bu örtüşme Rabbini tanıma, sevme ve sayma sürecinde kişinin daha yaşarken kalbini tatmin eden, ölürken de özlemle Rabbine kavuşturan bir huzur hâlidir. Güzide bir örnek olması bakımından fıtratına sadakat gösterip bu arayışı tertemiz bir şekilde İslam öncesinde yaşamış Hz. Ebu Zer’i (r.a.) hatırlayalım. Bu mübarek şahsiyet, yüzünü, gökleri yoktan var edene dönmek üzere akledip tüm putlardan arınmayı ve yegâne tek bir ilahtan gayrı ilah olamayacağı gerçeğini kendi içinde yaşayarak sonuçlandırdı. Gün gelip Mekke’de bir peygamberin çıkıp ‘La ilahe illallah!’ dediğini duyunca da varıp Resulüllah’ın (s.a.s.) yanına geldi ve Müslüman oldu. (Buhari/3522.)

Allah nasıl bilinir, O’na nasıl seslenilir?

Hz. İbrahim (a.s.) Allah’ı (c.c.) mealen şöyle tanımladı: Ey beni yaratan! Ey bana doğru yolu gösteren! Ey beni yediren içiren! Ey hasta olduğumda bana şifa veren! Ey beni öldüren ve dirilten! Dikkat edilirse bu çağrıların hepsi Cenab-ı Hakk’a gidiyor. Ya Rabbi, desek, bunlardan hangisiyle sana seslenelim? Cenab-ı Hak buyuruyor ki: “De ki: İster Allah diye çağırın ister Rahman diye çağırın.  Hangisiyle çağırırsanız çağırın bütün güzel isimler O’na mahsustur.” (İsra, 17/110.)

Biz kısıtlı ve benzeriz, kusursuz ve benzersiz olan O!

İnsan aklettiği zaman anlıyor ki bu varlık nizamı içerisinde bazı şeyleri öğrendim ama bilmediğim çok şey var. Bazı şeylere gücüm yetiyor ama nice şeylere gücüm yetmez. Söz gelimi sürekli uyanık kalamıyorum; an geliyor uykuya yenik düşüyorum. Bazı olaylara tanık oluyorum ama gözümün önünde cereyan etmeyen nice şeylere tanık değilim. Şu hâlde ben her bakımdan kısıtlı ve sınırlıyım, mükemmel değilim.

Bu noktadan hareketle insan, kendisi gibi kısıtlı ve sınırlı olmayan birini düşünmeye ve akletmeye başlar. Bazı şeyleri bilen değil her şeyi bilen! Bazı şeylere gücü yeten değil her şeye gücü yeten! Uykunun kendisini hiç sarmadığı kudret! Bazı şeylere tanık değil her şeye her zaman tanık olan! İşte insan kendi kısıtlı varlığından yola çıkarak tüm noksan sıfatlardan münezzeh olan kudreti böylece kestirmeye başlar. Görüldüğü üzere ‘bazı şeyler’ ifadesi, biz kulların ortak tanımlarında yer alırken ‘her şey’ ifadesi ancak Mevla’yı (c.c.) tanımlar.

O’ndan gayrı bir ilah olmadığını bil!

Cenab-ı Hak kendisini, tam da kulun fıtratına uygun ve bilişsel arayışına birebir karşılık gelecek şekilde, Kur’an-ı Kerim’de şöyle tanıtır: “Her şeyi bilen işte O’dur!” (Hadid, 57/3.), “Her şeye gücü yeten işte O’dur!”  (Mülk, 67/1.), “Her şeye tanık olan işte O’dur!” (Sebe, 34/47.), “Rabbinin her şeye tanık olması sana yetmez mi?” (Fussilet, 41/53.), “Nerede olursanız olun O sizinle beraberdir.” (Hadid, 57/4.)

Allah, her şeye gücü yeten, her şeyi bilen, her şeye tanık olan, her şeyi ayakta tutan, uykusu ve herhangi bir dalgınlığı asla olmayandır! Bu tanımlara dikkat ettiğimizde tanımın bizi “Tek”e (Ehad) götürdüğünü görürüz. Çünkü tanım gereği her şeye gücü yeten yegâne tek bir kudret olabilir. İki tane her şeye gücü yeten olamaz. İki tane her şeye gücü yeten varsaysak bile bunlardan hangisinin diğerine gücü yeter? Tanım gereği her ikisinin de diğerine gücünün yetmesi gerekir. Ancak böyle bir şey olamayacağına göre her şeye gücü yeten ancak tek bir kudrettir. Her şeyi yaratan da ancak tek bir kudrettir. İki tane her şeyi yaratan tanım gereği olamaz. Şu hâlde kısıtlı olan kullar çok sayıdadır ama noksan sıfatlardan münezzeh olan ilah yegânedir, birdir ve tektir. “De ki O Allah Ehad’dir.” (İhlas, 112/1.)

Bütün peygamberler insanlara bu gerçeği hatırlatmak üzere gelmişlerdir. Hepsi tek bir ağızdan, sizin O’ndan gayrı bir ilahınız yoktur, uyarısında bulunmuşlardır. Bu ifade Kur’an’da pek çok ayette peygamberlerin dilinden tekrarlanmaktadır. Bu durumu özetler bir biçimde Cenab-ı Hak şöyle buyurur: “Senden önce gönderdiğimiz her elçiye (benden gayrı bir ilah yoktur, ancak bana kulluk edin) diye vahyettik.” (Enbiya, 21/25.)

Yaratan ve yöneten Allah’tır

En büyük hakikat, sonradan olan her şeyin bir var edicisi olan Allah’tır. Allah (c.c.) sonradan var olan biri olmadığı için O’nun bir var edicisi yoktur. En az bunun kadar önemli olan bir diğer konu O’nun Ehad (Tek) olduğudur. Her şeyin yaratıcısı olduğu gibi her şeyi yaşatan Kayyum da (Bakara, 2/255.) O’dur. Sadece yaratma değil evrenin yürütülmesindeki emir de ancak O’na (c.c.) aittir. Nitekim Hak Teâlâ buyuruyor ki: “Bilinmelidir ki yaratma O’nun olduğu gibi emir de O’nundur.” (Araf, 7/54.) Her şey O’ndan istemekte ve ihtiyacını O’ndan görmektedir: “Göklerde olanlar da yerde olanlar da ancak O’ndan isterler.” (Rahman, 55/29.) Kullarının ihtiyacını sağlayan ancak O’dur: “O doyurur ancak O doyurulmaz!” (Enam, 6/14.)

Allah hep bizimledir işitir ve icabet eder

Nerede olursak olalım biz kullarını duyan ve onların imdadına yetişen ancak O’dur. Buyurdu ki: “Kullarım sana beni sorduğunda muhakkak ki ben yakınım. Çağıranın çağrısına icabet ederim.” (Bakara, 2/186.), “Benim Rabbim yakındır, icabet eder.” (Hud, 11/61.) Kul dara düştüğünde ancak O’nu imdadına çağırır. Nitekim buyurdu ki: “Dara düşmüş kimsenin çağrısına icabet eden ve sıkıntısını gideren yoksa başka biri mi var? Allah’ın yanı sıra bir ilah mı?” (Neml, 27/62.) Binaenaleyh, hak dua ancak O’na yapılandır.

Allah’ı tanıma, sevme ve sayma

Bu tanıma süreci insanın yalnızlıktan kurtulma sürecidir. Rabbimizi tanıdıkça O’nu beraberimizde hissederiz. Söz gelimi başımızı yastığa koymuş uykuya dalarken o zifiri karanlıkta, yanımızdakinin bile ne düşündüğümüzü bilmediği anlarda, yalnız olmadığımızı, O’nun bizi duyduğunu hisseder ve O’na konuşuruz: “Ya Rabbi, yarın bana sınavımda yardım et. Beni ve sevdiklerimi tehlikelerden koru. Bugün bazı yanlışlar yaptım. Düşünüyorum da çok üzgünüm. Ne olur beni bağışla! Seni kızdıracak ve beni karşında mahcup edecek hiçbir şey yapmak istemiyorum aslında…” Bu irtibatı gerek hayatımızda gerek ibadetlerimizde yaşamaya başladığımızda adım adım ihsana doğru yol almış oluruz. Nedir ihsan? Bu soruyu Hz. Cibril sorduğunda Resulüllah ona şöyle cevap verdi: “Allah’ı görüyormuşçasına kulluğunu yaşamak. Kulun kendini, iç sesini, düşüncesini, varlığını ve dış dünyayı yoklayarak adım adım yaratanını tanıma sürecinin doruklarına ihsan denir.” (Buhari, İman, 37.)

Allah’ı yanlış tanımak veya tanıtmak

En büyük hakikat, var edici kudretin yani yegâne tek bir ilahın varlığı ve mutlak otoritesi olunca en büyük cürüm de bunu inkar etmektir. Adına şirk dediğimiz ve kulun kendisini yaratıcının yerine koyması, buyruklarını tanımaması yahut O’na başka varlıkları/kimseleri ortak koşması korkunç bir durumdur ve kulun her türlü iyiliğini iptal eder, boşa çıkarır. Bu gerçeği de Cenab-ı Hak bütün peygamberleri üzerinden insanlara hatırlatmış ve onları şirke karşı açıkça uyarmıştır: “Sana da senden öncekilere de vahyettik ki şayet şirk koşacak olursan amellerin boşa gider ve sen kesinlikle ziyan edenlerden olursun.” (Zümer, 39/65.)

Cenab-ı Hak cümlemizi, zatını doğru tanımaya muvaffak kılsın, amin.