İbn Abbâs'ın (ra) naklettiğine göre, Resûlullah (sas) Mekke'nin fethedildiği gün şöyle buyurmuştur:
“Allah (cc), bu beldeyi gökleri ve yeri yarattığı gün haram (saygın ve dokunulmaz) kılmıştır. Burası Allah'ın (cc) haram (saygın) kılması sebebiyle kıyamet gününe kadar haramdır (saygın kalacaktır)…”
عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) يَوْمَ الْفَتْحِ فَتْحِ مَكَّةَ… “إِنَّ هَذَا الْبَلَدَ حَرَّمَهُ اللَّهُ يَوْمَ خَلَقَ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ فَهُوَ حَرَامٌ بِحُرْمَةِ اللَّهِ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ…”
(M3302 Müslim, Hac, 445)
***
عَنْ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ عَدِىِّ بْنِ حَمْرَاءَ [الزُّهْرِىِّ] قَالَ: رَأَيْتُ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) وَاقِفًا عَلَى الْحَزْوَرَةِ فَقَالَ: وَاللَّهِ! إِنَّكِ لَخَيْرُ أَرْضِ اللَّهِ وَأَحَبُّ أَرْضِ اللَّهِ إِلَى اللَّهِ وَلَوْلاَ أَنِّى أُخْرِجْتُ مِنْكِ مَا خَرَجْتُ.”
Abdullah b. Adî b. Hamrâ' (ez-Zührî) anlatıyor: Resûlullah'ın (sas) Hazvere denilen mevkide durup şöyle buyurduğunu gördüm:
“(Ey Mekke!) Vallahi sen Allah'ın en hayırlı ve Allah'a en sevimli olan beldesisin. Senden (zorla) çıkarılmış olmasaydım, seni asla terk etmezdim.”
(T3925 Tirmizî, Menâkıb, 68)
***
عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ عَنْ النَّبِيِّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “أُمِرْتُ بِقَرْيَةٍ تَأْكُلُ الْقُرَى يَقُولُونَ يَثْرِبُ وَهِيَ الْمَدِينَةُ تَنْفِي النَّاسَ كَمَا يَنْفِي الْكِيرُ خَبَثَ الْحَدِيدِ.”
Ebû Hüreyre'den (ra) rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Bana diğer şehirleri silip süpürecek olan bir şehre hicret emri verildi. Oraya Yesrib diyorlar, halbuki o Medine'dir. Demirci körüğünün, demirin kirini attığı gibi bu şehir de kötüleri bir bir dışarıya atar.”
(HM7364 İbn Hanbel, II, 248; B1871 Buhârî, Fedâilü'l-Medîne, 2)
***
عَنْ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ زَيْدٍ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) عَنِ النَّبِيِّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “أَنَّ إِبْرَاهِيمَ حَرَّمَ مَكَّةَ، وَدَعَا لَهَا، وَحَرَّمْتُ الْمَدِينَةَ كَمَا حَرَّمَ إِبْرَاهِيمُ مَكَّةَ، وَدَعَوْتُ لَهَا فِى مُدِّهَا وَصَاعِهَا، مِثْلَ مَا دَعَا إِبْرَاهِيمُ [عَلَيْهِ السَّلاَمُ] لِمَكَّةَ.
Abdullah b. Zeyd'den (ra) rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“İbrâhim Mekke'yi haram ilân etti ve onun için dua etti. Tıpkı İbrâhim'in Mekke'yi haram ilân ettiği gibi ben de Medine'yi haram ilân ettim ve tıpkı İbrâhim"in (as) Mekke için dua ettiği gibi ben de Medine'nin ölçü ve tartısı için (bereket dileyerek) dua ettim.”
(B2129 Buhârî, Büyû', 53)
***
عَنِ ابْنِ عُمَرَ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “اللَّهُمَّ بَارِكْ لَنَا فِى شَأْمِنَا اللَّهُمَّ بَارِكْ لَنَا فِى يَمَنِنَا.”
İbn Ömer'den (ra) rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:
“Allah'ım, bize Şam'ımızı bereketli kıl! Allah'ım, bize Yemen'imizi bereketli kıl!”
(T3953 Tirmizî, Menâkıb, 74)
***
Tarih olaylara bağlanır, hafıza mekânlara. Peygamber’in (sas) dilindeki şehirlerin öyküsü, kendisi kara örtülere bürünmüş olsa da insanlık için beyaz bir sayfa açan Kâbe’nin yanı başında başlar. Sadece Mekke’yi değil tüm peygamber şehirlerini hafızalara bağlayan şey, bu kübik, mütevazı binadır. Dağlarla çevrili bir alanın tam ortasındaki Kâbe seyirliktir. Hele etrafındaki dağlardan bakıldığında... Nedir, bu sade yapıyı seyirlik kılan, cazibe merkezi yapan? Cevabı çok olsa da bu sorunun, yeryüzündeki ilk mâbet olan Kâbe’yi bu kadar güzel yapanın, onun zemininden başlayıp Beyt-i Ma’mûr’a kadar yükselen, lahuti ve temsilî değeri olduğu söylenebilir. Bu değer ve saygınlık çok eskiye dayanır. "Allah (cc), bu beldeyi gökleri ve yeri yarattığı gün haram (saygın ve dokunulmaz) kılmıştır. Burası Allah’ın (cc) haram (saygın) kılması sebebiyle kıyamet gününe kadar haramdır (saygın kalacaktır)..."
‘Şehirlerin anası’ olan şehrin kuruluşunun hikâyesi, rivayetlere göre iki kadının birbirini çekememesine kadar uzanır. Ortada henüz Kâbe yoktur. Fakat olay tam da Kâbe’nin kurulacağı civarda geçer. Hz. İbrâhim’in (as) güzel ama kendisine bir evlât veremeyen eşi Sâre, önce cariye iken sonra kuması olan Hâcer’e bir türlü katlanamamıştır. Çaresiz, Hz. İbrâhim (as), Hâcer’i (ra) Kenân diyarından alıp etrafı dağlarla çevrili bir kum adasına bırakır. Üstelik Hâcer’in (ra) kucağında bebeği de vardır. Hâcer’in (ra) yanında az bir su, birkaç lokma yiyecekten başka bir şey de yoktur. Zaten bu da bir zaman sonra tükenir. Oysa ‘su’ hayat demektir, su medeniyettir, onsuz hiçbir şey olmaz ki! Suları biten Hâcer (ra), yavrusunu tepelerin arasındaki kum denizine bırakır, zavallı anne iki tepenin arasında çaresizce bir mucize ümidiyle koşar, kâh birine, kâh ötekine... Gözü, belki de bir mucize beklercesine ufukta göreceği bir kervanda, bir kurtarıcıdadır.
Aslında Mekke’nin temellerinin atılmasını iki kadına bağlayan bu ve benzer rivayetler, olayın sadece dış görünüşünü tasvir eder. Fakat olayların ardında sebepler, sebeplerin gerisinde hikmetler hâlâ boşluktadır. O boşluğu kısmen bir hadis doldurmaktadır. Bu hadis, çeşitli rivayet şekilleriyle hadis edebiyatındaki yerini almıştır bile. Üstelik Peygamberimizin (sas) en yakınlarından birisinin, Enes b. Mâlik’in (ra) anlatımıyla: "Bir gün Peygamberimiz (sas) muhtemel ki Kâbe’nin yanı başında, diğer iki kişiyle uykuya dalar. Üç melek gelir ve Allah Resûlü’nün (sas) kalbini açarlar, onu altın bir kâse içindeki zemzem suyuyla yıkar, hikmet ve iman ile doldururlar." Artık Resûlullah (sas) Mi’rac yolculuğuna hazırdır. Allah’ın Resûlü (sas), bu seyahatinde Hz. Âdem (as), İdris (as), İbrâhim (as), Yusuf (as), Musa (as), Harun (as), Yahyâ (as) ve İsa (as) Peygamberleri bir bir geride bırakarak yedi kat semayı aşıp Sidretü’l-müntehâ’ya varır. Bir kulun varabileceği son noktaya. Hadiste geçen bir ‘ara bilgi’ manidardır. Peygamber Efendimiz (sas) Sidretü’l-müntehâ’da iki nehir görmüştür ve ona, bunların yeryüzündeki iki nehrin izdüşümleri olduğu söylenmiştir. Bu nehirler Nil ve Fırat’tır. Nil, temsilî olarak Mısır uygarlığına, Fırat ise Mezopotamya uygarlığına yani insanlığın kurduğu iki büyük uygarlığa gönderme yapar gibidir. Zemzem ise yeni bir uygarlığı, İslâm medeniyetini müjdelemektedir.
Gerçekte, Hâcer’in ayaklarının dibinden sadece zemzem suyu değil bir medeniyet fışkırmıştır. Artık, Kâbe’yi merkeze alan yeni bir medeniyet inşa edilmektedir. Zemzem, dünyada akan gözyaşı seline inat, kurumakta olan Nil ve Fırat uygarlık havzasına, taptaze, diri bir uygarlık takviyesinin adıdır. Kur’an, İbrâhim Peygamber’in (as), "Rabbim! Bu şehri güvenli kıl, beni ve oğullarımı putlara kul olmaktan uzak tut..." "Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını senin Beyt-i Harâm’ının (Kâbe’nin) yanında, ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir, onları ürünlerden rızıklandır, umulur ki şükrederler." duasının tecelli noktası olan Mekke’nin, aslında çok düzenli ve özel bir iskân anlayışı sonucunda kurulmuş bir kent olduğunu kulaklarımıza fısıldar. Tarımın yapılmadığı, ekini ve suyu olmayan bu yere, Hâcer’in (ra) ve minik İsmâil’in (as) yerleştirilmesi, Beytullah’ın yanında İbrâhim’in (as) soyunun, ibadetini Allah’a (cc) özgü kılmasını sağlamak içindir. Burası zamanla tüm insanlık için bir çekim merkezi hâline gelecek, türlü meyvelerin yetiştirildiği bir şehir olacaktır. Ve bu medeniyetin ilk safhası Hz. İbrâhim’in (as) oğulları Hz. İsmâil (as) ve Hz. İshak’ın (as) eliyle gerçekleşecektir. Seneler sonra Hz. İbrâhim’in (as) soyundan gelen Hz. Muhammed (sas), her bir köşesine gizli bir mânânın sindiği bu şehrin dağıyla, taşıyla bile söyleşecektir. Haccın bazı uygulamaları, şehrin kuruluşunu yâd edecek, Hâcer’in Safâ ve Merve tepeleri arasındaki koşuşu ve şehrin kuruluşuna dair pek çok başka olay, hac ibadetinin en önemli parçası olacaktır.
Mekke, zamanın getirdikleri karşısında hüzünlüdür. Hübel, Lât ve Uzzâ’nın gölgesi düşmüştür, Kâbe’ye, Hacerülesved’e! Bereket versin, küfür eteğini toplamaktadır artık. Mekke, Hz. Muhammed (sas) ile yeniden tevhide beşik olmaya hazırlanmaktadır. Fakat bu, o kadar kolay değildir ki!
Allah’ın Resûlü (sas) putperestlerin elindeki Mekke’den Medine’ye hicret eder. O, Mekke’ye özlem duymaktadır; Kâbe’ye, Hira’ya, Hacerülesved’e... Doğduğu, yetiştiği, ilk vahyi aldığı şehir olan Mekke’ye. Sahâbe de aynı özlem içindedir. Medine’de, Mekke’nin hasretiyle, Bilâl’in dudaklarından dökülen dizeler, hasretin boyutunu gözler önüne serer:
"Ah ne olur!
Bir gece bile olsa Mekke’de bulunsam,
Sümbüller ve yavşanlarla bezeli bir dere kenarında uykuya dalsam,
Bir gün Mecenne pınarına varıp suya kansam,
Şâme ve Tafîl dağlarına doya doya baksam."
Bu hasret Mekke’nin fethi günü bitecektir. Geceyi Zîtuvâ’da geçiren Allah’ın Resûlü (sas), o gün Mekke’nin yukarısındaki Küdâ semtinden deve üstünde şehre girer. O, Zeyd’in oğlu Üsâme’yi arkasına almıştır. Sanki bu hâliyle Üsâme’yi seneler sonra Bizans’a doğru göndereceği ordunun komutanlığına hazırlar gibidir. Efendimiz (sas) devesinden iner, Kâbe’ye yönelir. Artık özlem bitmiştir. Kutlu Elçi (sas), Beytullah’ın içindedir. Putları dışarı çıkartan Allah Resûlü (sas) hepsini kırar. Efendimiz (sas) dışarı çıkınca insanlar da akın akın Kâbe’nin içine girerler. Allah’ın Resûlü (sas), Mekke’nin fethedildiği gün, bir zamanlar köle olan ve ağır işkencelere maruz kalan Bilâl’i Kâbe’nin tepesine çıkartmış, ona ezan okutmuştur.
Mekke onu istemezken Peygamber’e (sas) kucak açan, onu baş tacı yapan Medineli ensar tedirgindir. Ya Peygamber (sas) bir daha hiç ayrılmamacasına Mekke’de kalırsa? Hani o dememiş miydi, "(Ey Mekke!) Vallahi sen Allah’ın (cc) en hayırlı ve Allah’a (cc) en sevimli olan beldesisin. Senden (zorla) çıkarılmış olmasaydım seni asla terk etmezdim." diye! Hani Mekke’ye o kadar yaklaşmışken, Hudeybiye’de geri dönüş kararı alındığında, "Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik." âyeti indiğinde, dememiş miydi, "Bana öyle bir âyet indi ki benim için bütün dünyadan daha sevimlidir." diye.
İşte Mekke fethedildi. Dünyalara bedel şehir! Peygamber artık niye ayrılsın ki buradan? Niye gelsin ki Medine’ye? Yine de ensar bir taraftan kendisini teselli etmekten geri kalmaz, "Büyük fetih, Mekke’nin fethi değil, Rıdvan biati ve Allah’ın (cc) rızasıdır." diye. Allah’ın Resûlü’nün (sas), bir defasında uzaktan Medine’nin evleri görüldüğünde şehre bir an evvel varmak için bineğini sürmesi, "Allah’ım! Mekke’ye verdiğin bereketin iki katını Medine’ye ver." diye dua edişi. Bir sefer dönüşü, Medine ufukta uzanırken Peygamber’in (sas) dudaklarından, ’Tâbe’ (iyilik ve güzellik şehri) sözünün dökülüşü ve "Yeryüzünde kabrimin olmasını en çok arzuladığım şehir Medine’dir." deyişi biraz olsun teselli verir, kendisini hasrete hazırlayan gönüllere.
Medineliler gönüllerinden kopan duygularla Allah’ın Resûlü’ne (sas) sanki şöyle seslenmekteydiler o gün: "Ey Nebî! Gel! "Kapılarında meleklerin beklediğini" söylediğin Medine şehrine gel. "İslâm şehirleri arasında en son yıkılacak şehir Medine’dir." demiştin ya! Sensiz yıkılır bu şehir, viran olur evler, bahçeler. Hadi gel! Hani sen, Medine’den çıkarken ağaçlık yoldan çıkardın da Medine’ye girerken yolcuların geceleyip dinlendiği Muarres yolundan gelirdin ya! İşte öyle gel. Hani Medine’deyken demiştin ki, "Ümmetimden kim Medine’nin sıkıntı ve zorluğuna katlanırsa ben kıyamet günü muhakkak onun için şefaatçi veya şahit olacağım." diye. Sen bizim hayat suyumuzsun; bizi susuz bırakma, hadi ne olur gel!"
Resûl-i Ekrem Efendimiz (sas) tabiî ki de Medine’sine geri dönecekti. Çünkü onda vefasızlıktan eser yoktu. O (sas), Beytullah’ın yanı başındaki hayatından vazgeçer ama ona zor zamanında kendisine kucak açan Medinelilere karşı vefasından asla vazgeçmezdi. Vazgeçmedi de. Kavuştuğu anda Kâbe’sini, Hira mağarasını bırakıp Medine’ye geri döndü. Allah’ın Resûlü (sas) vaktiyle, "Bana diğer şehirleri silip süpürecek olan bir şehre hicret emri verildi. Oraya Yesrib diyorlar, halbuki o Medine’dir. Demirci körüğünün, demirin kirini attığı gibi bu şehir de kötüleri bir bir dışarıya atar." diye bitirmemiş miydi sözünü?
‘Kınamak, zarar vermek, karıştırmak, kötülemek, bozmak’ gibi anlamlara geliyordu ‘Yesrib’. Allah Resûlü (sas) ise dönüşüme sahne olan ve ilerde İslâm medeniyetinin beşiği olacak şehrin isminin bu şekilde anılmasına rıza gösteremezdi. Kötülüğü çağrıştıran bu kelimenin yerine medenî bir toplumu ifade eden ‘Medine’ ismini vermişti İslâm şehrine.
Hz. Peygamber (sas) Medine’yi medeniyetin merkezi hâline getiriyordu. Burada kötü unsurların kendiliğinden ayıklandığı, ahlâk temeline dayalı bir şehir kültürü inşa etmeye çalışıyordu. Hz. Peygamber (sas), Medine’yi ahlâkîlik ve iman vasıflarının tecelli odağı yapıyor, doğruyu yanlıştan ayırt etmeyi Medine’ye bırakıyordu. Onun eliyle Medine’de böyle bir bilinç, böyle bir bellek oluşturulmuştu. İşte o, Medine’ye dönüyordu. Medine cennete dönüyordu. Ravza-i Mutahhara’ya hazırlanıyordu. Artık Medine, medeniyetin merkezi oluyordu. Medine, Medine-i Münevvere (nurlanmış, aydınlanmış şehir) oluyordu.
Öyle bir şehirdi ki Medine! Mekke’de Allah’ın (cc) evi vardı, Mekke harem olmasına haremdi ama Peygamber Efendimiz (sas), "İbrâhim (as) Mekke’yi haram ilân etti ve onun için dua etti. Tıpkı İbrâhim’in Mekke’yi haram ilân ettiği gibi ben de Medine’yi haram ilân ettim ve tıpkı İbrâhim’in (as) Mekke için dua ettiği gibi ben de Medine’nin ölçü ve tartısı için (bereket dileyerek) dua ettim." demişti.
Allah’ın Resûlü (sas), İbrâhim Peygamber’in (as) Mekke’yi, Süleyman Peygamber’in (as) Kudüs’ü kutsal ilân etmesi gibi Medine’yi saygın bir şehir ilân ediyor ve buranın bereketlenmesi için Rabbine dua ediyordu.
Medine’de değil insanlara, yerde biten ota bile zarar verilemezdi. Bu hususta Medine’nin Mekke’den farkı yoktu. Allah (cc), Mekke’yi daha gökleri ve yeri yarattığı gün harem (saygın, dokunulmaz) kılmıştır. Orada savaş yapılmaz, kan dökülmez. Mekke’nin otu koparılmaz, ağacı kesilmez, sahibine ulaştırma kastı olmaksızın yitiğine el sürülmez, hayvanı ürkütülmez... Mekke’de sadece ızhır otunun toplanmasına izin vardı. O da bu bitkinin kuyumcuların ve dökümcülerin ateş körüklerinde ihtiyacını duydukları yakıt değeri taşımasından ve inşaat sektöründe tıpkı Anadolu köylerinde samanın kerpicin harcına katılması gibi kerpiç yapımında kullanılmasından kaynaklanıyordu. Peygamber Efendimiz (sas), Medine’nin etrafındaki on iki millik alanı da güvenli alan tayin etmişti. Buradaki ağaçları, kesmek bir tarafa, yaprakları için bile silkelemek yasaktı. Sadece develerin yemi için ayrılanlar bunun dışında tutuluyordu. Ebû Hüreyre (ra), ‘Medine’nin hududunu belirleyen iki kara taşlığın arasında geyik görsek ürkütmezdik.’ diyordu. Ebû Eyyûb el-Ensârî (ra) bir defasında şehirde bir tilkiyi köşeye sıkıştıran çocukları paylayıp tilkiyi kurtarmıştı. Muhtemeldir ki o anda Peygamber’in şu sözleri Ebû Eyyûb’un (ra) kulaklarında yankılanıyordu: "Medine’nin hareminde avlananın elbiselerine el konulur." Bu cezayı çok görmemek gerekir bu insanlara. Şehrin kıyafeti olan hayvan ve bitki örtüsünü şehirden çekip alan, dağından ovasından ağacını, kurdunu, kuşunu silip süpüren ve toprağı çırılçıplak bırakan insanlara yaptıklarının ne anlama geldiğini anlatmanın bir yoluydu bu. İşte doğasıyla barışık Peygamber şehri Medine!
Hac ibadeti, Mekke ve Medine’den ayrı düşünülemez, Mekke ve Medine ise hacdan. Mekke’de hac ibadeti yerine getirilir, Medine’de ise Peygamber’i (sas) ziyaret... "Muhammed ümmeti, (hac ve umre şiarlarına dair) saygınlığı korudukları sürece daima iyi hâlde olacaktır. Fakat saygıda kusur ederlerse kendi yok oluşlarını hazırlarlar." Peygamber Efendimiz (sas), haccın kolay yapılabilmesi için de birtakım tedbirler almıştı. Haremde gıda maddeleri karaborsacılığı (ihtikâr) yapmak orada zulüm yapmaktı. Mekke’de evler, Peygamber Efendimiz (sas), Hz. Ebû Bekir (ra) ve Hz. Ömer’in (ra) ölümlerine kadar ‘ücretsiz birer misafirhane’ olarak kullanılıyordu.
Kâbe ilk mâbetti, Mescid-i Aksâ ikincisi. Bu ikisine ek olarak ibadet için gidilecek son mâbet de Medine’deki Peygamber Mescidi olacaktı. Mescidin yerini ensardan satın almak istediyse de ensar, "Biz onun bedelini Allah’tan (cc) isteriz." diyerek para almaya yanaşmadılar. Oradaki müşrik kabirleri, harabe yapılar ve yabani hurma ağaçları kaldırıldı. Başta Peygamber olmak üzere bütün Müslümanlar ağızlarında, "Daha iyisi yok, âhiret yurdundan başka. Allah’ım! Yardım et muhacir ve ensara!" manileriyle taş taşıdı. O günün koşullarında ortaya duvarları kerpiçten, direkleri hurma kütüğünden ve tavanı hurma dallarından oluşan mütevazı bir yapı ortaya çıktı. Allah Resûlü’nün (sas) bina ettiği bu mescit, şehrin kalbi konumundaydı.
Allah’ın Resûlü (sas) Medine’de bir iskân siyaseti de takip etti. Ensardan Selimeoğulları, şehrin varoşlarından şehrin kalbi olan Peygamber Mescidi’nin yanına taşınmak istediler. Peygamber Efendimiz (sas) Medine’nin tenhalaşmasını, bir yerde nüfus yoğunlaşırken diğer bölgelerde nüfusun azalmasını, dolayısıyla şehrin bir noktaya yığılmasını istemiyor ve "Sizler ayak izlerinizin sevabını dikkate almıyor musunuz?" buyurarak bu isteği geri çeviriyordu. Bu olayın ardından, "Biz onların ayak izlerini kaydediyoruz." âyeti inmişti.
Allah Resûlü (sas), nezaket ve saygı kuralları üzerinde o kadar durmuştur ki "Şeytan bu topraklarınızda kendisine tapınmanızdan umudunu kesti. Fakat o birbirinizi rencide edecek davranışlarınızdan hâlâ büyük haz alıyor." diyordu. Nitekim sahâbenin ileri gelenleri de aynı hassasiyeti korumuştur. Abdurrahman b. Avf (ra), Halife Ömer’e (ra) hac dönüşünde konuşmasını Mina’da değil, Medine şehrine girdikten sonra yapmasını salık verir. "Çünkü" der, "hac nedeniyle Mina’da eğitimsiz kalabalıklar toplanır." Oysa halifenin hicret ve sünnet yurdu olan Medine’de yapacağı bir konuşma, fıkıh ehline, seçkin insanlara hitap edecektir. Hz. Ömer (ra) de "Zaten öyle yapacağım, endişelenme." diye cevaplar.
Sahâbe ve tâbiîne göre Medine’den ayrılmak, bir kusur sayılırdı. Haccâc, Hz. Osman’ın (ra) şehid edilmesinden sonra Medine’yi terk ederek Rebeze’ye yerleşen ve orada evlenip çoluk çocuğa karışan Seleme b. Ekva’a, "Medine’yi bırakıp geri döndün, bedevîleştin." diye sitem etmektedir. Seleme kendini savunur, "Hayır, Peygamber çölde yaşamam konusunda bana özel izin verdi." diye.
Medine, maddî ve mânevî irfan unsurlarının birleştiği yerdir. Peygamber Efendimiz (sas) orada mekân olgusundan yola çıkarak maddî yetkesini, mânevî yetkesiyle harmanlamıştır. O, "Evimle minberim arasında cennet bahçelerinden bir bahçe vardır. Minberim, havz-ı kevserimin üzerindedir." derken ılgın ağacından yapılmış bir minberi, insanları birleştiren, dünya ve âhiret dengesini kuran ve nihayet her basamağı ile âdeta insanlığı ötelere taşıyan ve mânânın nüfuz ettiği temsilî bir şehire dönüştürmüştür.
Her hasat döneminde Medineliler, turfanda meyveyi Allah’ın Resûlü’ne (sas) getirir. O (sas) ise, "Allah’ım! Meyvelerimizi bereketlendir, Medine’de bize bolluk ver, ölçü ve tartımızı bize bereketli kıl..." diye dua ederdi. Sonra orada bulunan en küçük çocuğa bu meyveyi vererek bir şenlik havası oluştururdu. Kuşkusuz onun bu gibi davranışları şehre bir kimlik kazandırmış ve şehrin kültürünün inşasında çok etkili olmuştur. Efendimiz (sas), ahaliye Medine’nin nimetine olduğu kadar mihnet ve sıkıntısına da beraberce katlanılması gerektiğini hatırlatır. "Size zarar vermek isteyenler tuzun suda eridiği gibi yok olur." diyerek moral verirdi onlara. "Pek yakında insanlar Medineli âlimlerden daha bilgili bir kimse bulamayacaklar." diyerek burayı ilim merkezi olarak görmek isteğini belirtirdi. Suffe ile bunu hayata da geçirdi. "Bütün ensar yurtlarında ve mahallelerinde hayır vardır." diyerek şehri birbirine kenetledi.
Medine, imanın, dağına, taşına, kumuna, mimarisine sindiği şehirdir. Böylesi bir şehri ne maddî felâketler ne de mânevî tehlikeler etkiler. "Veba da giremez bu şehre, Deccâl de." Küfür hâkim olsa yeryüzüne, "Yılanın, deliğine girmesi gibi iman da Medine’ye çekilir." Kâbe her şeyin başladığı ve her şeyin mihverindeki merkez olsa da Medine Mescidi, İslâm’ın teşekkül ettiği, sütunlarına Peygamber’in (sas) ve ashâbın kokusunun sindiği yerdir. Kim bilir Cibrîl (as) kaç kez adım atmıştır oraya, kaç kez vahiy inmiştir mihrabına!
İki şehir! Mekke ve Medine! Bunlar atom çekirdeğindeki proton ve nötron parçacıkları gibi İslâm çekirdeğinin iki sabit unsurudur. Efendimiz (sas), kabile kültürünü yıkarken yerine iman ve ahlâk temeline dayalı bir şehir kültürü inşa etmiştir. Mekânı, Müslümanların algısının odağına yerleştirmiştir. "Şüphesiz Allah (cc), bu ayınızda, bu beldenizde, bugününüzün haram olduğu gibi kanlarınızı, mallarınızı ve ırzlarınızı birbirinize karşı haram kılmıştır." buyururken bu mânâ, kulaklarımızdan gönlümüze akar.
Tabi bu şehirleri mübarek kılan "Şerefü’l-mekân bi’l-mekîn." sözünde olduğu gibi içerisinde yaşayan insanlardır. Mekke kıymetlidir çünkü içinde nice peygamberler ve son olarak da Hz. Peygamber (sas) yaşamıştır. Dahası müminlerin kıblesi, Allah’ın (cc) evi Kâbe Mekke’dedir. Medine kıymetlidir. Çünkü Medine Hz. Peygamber’in (sas) şehridir. O (sas), Medine’ye hicret etmiş, Medine’yi kıymetlendirmiştir. Yesrib’i Medine yapmıştır. Artık Medine’nin dağı taşı harem hâline gelmiştir. Dahası vefatından sonra da kabrinin bulunduğu yer müminlerin ziyaretgâhı hâline gelmiştir. Yalnız bu iki şehir değildir tabi kıymetli olan. Kudüs de vardır Allah Resûlü’nün (sas) dilinden düşmeyen şehirler arasında…
Allah’ın Resûlü (sas), "Yeryüzünde ibadet için sadece üç mescidin yoluna düşülür: Kâbe, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksâ." derken mekânı ve zamanı iman kabında eriten üç şehrin hikâyesine dikkat çeker. Mekke’ye, Medine’ye ve Kudüs’e cennetin kokusu sinmiştir. Peygamber (sas), "Hurma ve kaya cennettendir." der. Bu sözüyle belki de o, hurma ile belirginleşen Medine’yi ve Mi’rac’da mânevî bir üs olan ve kaya ile anılan Kudüs’ü yâd etmektedir.
Mi’rac sonrası, inançsızlar, "Kudüs’e gittiğini ispat et." dediklerinde Hz. Peygamber’in (sas), Mekke’deki Hicr’den, Mescid-i Aksâsı’nı anlattığı Kudüs! Hicr’den Kudüs’ü seyretmek! Sadece Allah’ın (cc) dilemesiyle olan mucizeye muhatap şehirler! İsrâ’nın ve Mi’rac’ın ilk menzilleri Mekke ve Kudüs! Tevhidin ilk mescitleri Mekke ve Kudüs! Gecenin zifirî örtüsünü üstlerine örttüğü bir anda, Hz. Peygamber’in (sas), Sidretü’l-müntehâ’daki renk haleleriyle karanlığını dağıttığı Mekke ve Kudüs!
Süleyman Mâbedi’nin kubbesinden havalanan Hüdhüd’ün kanat seslerini Mekke’de ebâbîl, Tih’te bıldırcın, Mi’rac’da Burak olarak duyarız. Sonunda tüm arz, yatay ve dikey boyutlarla şehrin siluetinde birleşir. Allah Resûlü’nün (sas) şehir algısında sadece bu üç şehir de yoktur. Onun sözlerinde insanlık şehir şehir mahşere akar. Onun, "Allah’ım, bize Şamımızı bereketli kıl! Allah’ım, bize Yemenimizi bereketli kıl!" buyurması bundandır.
Üsâme, Hz. Peygamber’in (sas) vasiyeti üzere ordusuyla Filistin’de Übnâ’ya baskın yaparken, Hz. Ali (ra), ‘lânetli’ diyerek Bâbil topraklarında atını dörtnala sürerken hep Peygamber Efendimizin (sas) bu iki şehrine özlem vardır. Sözlerin kalpten dudaklara dökülüşü gibi, susamış dudaklara suyun akması gibi İslâm Mekke ve Medine’den Yemen’e, Şam’a, Irak’a, Mısır’a ve İstanbul’a akmalıdır. Peygamber (sas), "Yemen bir gün fethedilecek." dememiş midir?
Ve Şam, Irak, Mısır, İstanbul, Roma... Bilâl’in bedeni Şam’a düşmeli, Eyüp Sultan’ın bedeni İstanbul’a!
Kıyamet alâmetlerini haber veren fiten rivayetlerinin biraz puslu havası içinde Hz. Peygamber’in (sas) sözlerine bağlanan, "Kudüs’ün imarı, Medine’nin yıkımıdır." sözü, belki de bir tarihsel devinimin ipuçlarını vermek için söylenmiştir. Medine’nin yıkımının büyük savaşın patlak vermesine, bunun İstanbul’un fethine, fethin ise Deccâl’in çıkışına alâmet kılınması... Peygamber şehrindeki değerlerin üstünün örtülüp Müslümanların dünyevîleştiği, tarihin Haçlı Seferlerinin ağırlığı altında mazlum halkları öğüttüğü bir dünya tarihinde nasıl da derin bir anlam kazanmaktadır. Bu anlam dairesi İstanbul’un fethinden kıyamete doğru bir zaman çizgisi çizerek döngüsünü tamamlamaktadır. Bu dairenin her bir noktasında başka bir şehrin hikâyesi vardır: Mekke, Busrâ, Tâif, Medine, Kudüs, İstanbul...