Hadislerle İslam

Azimet ve Ruhsat: Asli Hükümler ve Arızi Durumlar

Abone Ol

"أَخْبَرَنِى جَابِرُ بْنُ عَبْدِ اللَّهِ: أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) … قَال: "إِنَّهُ لَيْسَ مِنَ الْبِرِّ أَنْ تَصُومُوا فِى السَّفَرِ وَعَلَيْكُمْ بِرُخْصَةِ اللَّهِ الَّتِى رَخَّصَ لَكُمْ فَاقْبَلُوهَا

Câbir b. Abdullah’ın (ra) rivayet ettiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:

"(Zorlanmanız yahut zarar görmeniz hâlinde) yolculukta oruç tutmanız, fazilet değildir. Allah’ın (cc) size tanıdığı ruhsatı kullanın ve onu kabul edin."

(N2260 Nesâî, Sıyâm, 47)

***

"عَنْ حَمْزَةَ بْنِ عَمْرٍو الْأَسْلَمِيِّ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) أَنَّهُ قَالَ: يَا رَسُولَ اللَّهِ! أَجِدُ بِى قُوَّةً عَلَى الصِّيَامِ فِى السَّفَرِ، فَهَلْ عَلَيَّ جُنَاحٌ؟ فَقَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : "هِيَ رُخْصَةٌ مِنَ اللَّهِ، فَمَنْ أَخَذَ بِهَا فَحَسَنٌ، وَمَنْ أَحَبَّ أَنْ يَصُومَ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْهِ

Hamza b. Amr el-Eslemî (ra), "Ey Allah’ın Resûlü! Yolculukta iken oruç tutabilecek gücü kendimde bulabiliyorum. Böyle yapmamda bir sakınca var mı?" diye sordu. Bunun üzerine Resûlullah (sas), "Bu, Allah’ın (cc) verdiği bir ruhsattır. Kim bunu alıp uygularsa güzel olur. Ama kim de oruç tutmak isterse bunu yapmasında bir sakınca yoktur."  buyurdu.

(M2629 Müslim, Sıyâm, 107)

***

"قَالَ ابْنُ عَبَّاسٍ: قَالَ لِى رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) :..." وَإِيَّاكُمْ وَالْغُلُوَّ فِى الدِّينِ فَإِنَّمَا أَهْلَكَ مَنْ كَانَ قَبْلَكُمُ الْغُلُوُّ فِى الدِّينِ

İbn Abbâs (ra) anlatıyor: "Resûlullah (sas) bana şöyle dedi: "...Dinde aşırılıktan sakının. Muhakkak ki sizden öncekileri dinde aşırılığa gitmek helâk etmiştir.""

(N3059 Nesâî, Menâsikü’l-hac, 217)

***

عَنْ عَائِشَةَ زَوْجِ النَّبِيِّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) أَنَّهَا قَالَتْ: مَا خُيِّرَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) بَيْنَ أَمْرَيْنِ إِلاَّ أَخَذَ أَيْسَرَهُمَا مَا لَمْ يَكُنْ إِثْمًا، فَإِنْ كَانَ إِثْمًا كَانَ أَبْعَدَ النَّاسِ مِنْهُ

Peygamber Efendimizin (sas) eşi Hz. Âişe (ra) anlatıyor: "Resûlullah (sas) kendisine iki iş arasında seçim hakkı tanındığında günah olmadığı sürece kolay olanını seçerdi. Şayet (kolay olan iş) günah ise ondan insanların en uzak duranı o olurdu..."

(M6045 Müslim, Fedâil, 77)

***

"عَنِ ابْنِ عُمَرَ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : "إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ أَنْ تُؤْتَى رُخَصُهُ كَمَا يَكْرَهُ أَنْ تُؤْتَى مَعْصِيَتُهُ

İbn Ömer’den (ra) nakledildiğine göre, Allah Resûlü (sas) şöyle buyurmuştur: "Allah (cc), yasakladıklarının yapılmasından nasıl hoşlanmıyorsa, tanıdığı ruhsatların kullanılmasından da öylece hoşnut olur."

(HM5866 İbn Hanbel, II, 108)

***

Peygamber Efendimiz (sas), bir Ramazan gününde hazırlıklarını tamamlayıp ashâbı ile birlikte bir sefere çıkmıştı. Dayanılmaz bir çöl sıcağı vardı. Sıcaktan kavrulan toprak ayakları, güneş ise başları kavuruyordu. Resûlullah (sas) yolda ilerlerken sıcağın ve orucun etkisiyle ashâbının yorulduğunu görünce dinlenmeye çekilmelerini istedi. Yeteri kadar gölgelenebilecek ağaç olmadığı gibi, çadır kurmak için de vakit yoktu. İnsanlar gölgelenmek için buldukları ağaçların altına sığınmaya çalışıyorlardı. Bu arada Peygamberimiz (sas) insanların toplandığını gördü. Seslerin geldiği yere vardığında bazı kimselerin bir ağacın gölgesinde baygın hâlde yatan Ebû İsrâil (ra) isimli sahâbînin başında toplandıklarını, yüzüne su serperek onu serinletmeye, rahatlatmaya çalıştıklarını gördü. Peygamberimiz (sas) durumu öğrenmek maksadıyla, "Bu arkadaşınıza ne oldu?" diye sordu. Onlar, "Ey Allah’ın Resûlü, o oruçlu." dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (sas), "(Zorlanmanız yahut zarar görmeniz hâlinde) yolculukta oruç tutmak, fazilet değildir. Allah’ın (cc) size tanıdığı ruhsatı kullanın ve onu kabul edin."  buyurdu.

Allah’ın (cc) kullarını sorumlu tuttuğu çeşitli emirler ve yasaklar, helâller ve haramlar asıl hükümleri oluşturur ve bunlarla amel etmek ‘azimet’ olarak anılır. Fakat bu hükümlerin uygulanması esnasında karşılaşılan zaruret, meşakkat ve ihtiyaç gibi ârizî durumlar sebebiyle bazı hükümlerde çeşitli kolaylıklar gösterilmiştir. İşte bu kolaylıklara da ‘ruhsat’ adı verilir. Buna göre ‘azimetler’ Allah’ın (cc) kulları üzerindeki hakkı, ‘ruhsatlar’ ise kulların Allah’ın lütfundan aldıkları bir paydır. Ruhsatlar dini yaşamada bir gevşeklik değil, bilakis zorluk ve güçlüğün bulunduğu özel şartlarda dinin yaşanabilir olmasına imkân sağlayan özel ve geçici uygulamalardır. İnananlar öncelikle asıl yapmakla yükümlü oldukları hükümlerle yani azimetle amel ederler. Ancak güçlerini aşan bir zaruret, ihtiyaç ya da zorlukla karşılaştıklarında kendilerine verilen ruhsatlardan da istifade etmeleri gerektiğini bilirler. Bu nedenledir ki Cenâb-ı Hak (cc), zorluk doğurabilecek bazı durumlarda bir çıkış yolu olarak ruhsatları da bildirmiştir. Örneğin Müslümanlara orucu farz kılmış, hastalık veya yolculuk durumunda orucun ertelenip daha sonra uygun bir zamanda kaza edilebileceği, buna imkân olmaması hâlinde de fidye verilebileceğini bildirerek güçlüğü ortadan kaldırmış ve "Allah (cc) sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez!"  buyurmuştur. Yine, "Yeryüzünde sefere çıktığınız vakit kâfirlerin size saldırmasından korkarsanız, namazı kısaltmanızdan ötürü size bir günah yoktur..." buyrulmuştur. Bu bağlamda Allah Resûlü (sas) de savaş ve sefer hâlinde öğle ve ikindi namazlarını birlikte, akşam ve yatsı namazlarını da birlikte kılmıştır (cem’ etmiştir).

Ancak Sevgili Peygamberimiz (sas) kimi zaman ruhsata uymak istemeyenleri de zorlamamıştır. Nitekim Hamza b. Amr el-Eslemî (ra), "Ey Allah’ın Resûlü! Yolculukta iken oruç tutabilecek gücü kendimde bulabiliyorum. Böyle yapmamda bir sakınca var mı?" diye sormuş, bunun üzerine Allah Resûlü (sas),"Bu, Allah’ın (cc) verdiği bir ruhsattır. Kim bunu alıp uygularsa güzel olur. Ama kim de oruç tutmak isterse bunu yapmasında bir sakınca yoktur."  buyurarak tercihi kişinin kendisine bırakmıştır.

Peygamber Efendimizin (sas) bu tutumunu bilen sahâbe de kendi durumuna uygun hareket ediyordu. Hatta bazı yolculuklarda Hz. Peygamber (sas) dışında sadece bir kişinin oruç tuttuğuna bile rastlanıyordu. Ancak aynı ortamda farklı uygulamalar içinde olan ashâb birbirlerini hoşgörüyle karşılamaktaydı. Ebû Sâid el-Hudrî (ra) anlatıyor: "Biz Peygamber (sas) ile beraber Ramazan ayında savaşa çıkardık. Aramızda oruç tutan da vardı tutmayan da. Oruç tutanlar tutmayanları, tutmayanlar da tutanları kınamazdı. (Ashâb) kendisini güçlü hissedip oruç tutanın da, zayıf hissedip tutmayanın da yaptığını hoş görürdü."

Sahâbe arasında, ruhsatlardan yararlanmayıp daha çok azimeti tercih eden hatta çok fazla ibadet yapmak isteyenler vardı. Bu özelliğiyle bilinen Abdullah b. Amr b. Âs (ra), Peygamberimiz (sas) ile arasında geçen bir konuşmayı şöyle anlatmıştı: "Bir gün Allah Resûlü (sas) bana, "Ey Abdullah! Gündüz oruç tuttuğun, geceleri de ibadetle meşgul olduğun kulağıma geldi, gerçekten öyle mi?" diye sordu. Ben, "Evet, ey Allah’ın Resûlü!" diye cevapladım. Efendimiz (sas), "Böyle yapma. Oruç tut, bazen de tutma! (Gece) namaz kıl, bazen de uyu! Çünkü vücudunun sende hakkı var, gözünün sende hakkı var, hanımının sende hakkı var, misafirinin sende hakkı var. Her ay üç gün oruç tutman yeterlidir. Çünkü işlediğin her iyilik için on kat sevap vardır. Bu da yılın tamamını oruçlu geçirmek anlamına gelir."  buyurdu. Ancak ben ısrar ettim ve "Ey Allah’ın Resûlü! Benim gücüm kuvvetim yerinde, (daha fazlasını yapabilirim)." dedim. Bu defa o, "Öyleyse Allah’ın (cc) peygamberi Dâvûd’un (as) orucundan tut. Daha fazlasını yapma!" dedi. Ben, "Allah’ın (cc) peygamberi Dâvûd’un (as) orucu nasıldı?" diye sordum. Efendimiz (sas), "Bir gün oruç tutup bir gün tutmamak suretiyle yılın yarısı(nı oruçlu geçirmek şeklindeydi)." diye cevapladı." Hadisi ondan rivayet eden Ebû Seleme (ra) ardından şu notu düşmektedir: "Abdullah yaşlandıktan sonra, "Keşke, Hz. Peygamber’in (sas) verdiği ruhsatı kabul etseydim." derdi. " Zira gençken rahatlıkla yapabildiği bu ibadetleri yaşlandığında devam ettirmekte zorlanmıştı ve kendisini sorumlu tuttuğu bu ibadetlerini de yaşlılığından dolayı bırakmak istememişti.

Allah Resûlü (sas) bu tür eğilimleri, ’dinde aşırılık’ diye nitelendirmiş ve ashâbını bundan ısrarla sakındırmıştır. Nitekim hacda şeytan taşlama esnasında kullanılacak taşları toplarken onların küçük olması gerektiğini işaret etmiş ve "...Dinde aşırılıktan sakının. Muhakkak ki sizden öncekileri dinde aşırılığa gitmek helâk etmiştir."  buyurmuştur.

Ümmetini daima itidale ve orta yola davet eden Allah Resûlü (sas), İslâm dininin kolaylık dini olduğunu, yeri ve zamanı geldiğinde Allah (cc) tarafından verilmiş ruhsatlarla amel edilmesi gerektiğini bizzat göstererek öğretmiştir. İbadetleri ve azimet hükümlerini uygularken nasıl onlara rehberlik yapmışsa, ruhsatların kullanımında da onlara öncülük yapmıştır. Hatta öyle zamanlar olmuştur ki kendisine uymayıp ruhsatlardan yararlanmayanları açıkça eleştirmiştir. Fakat gerek bu ruhsattan yararlanmasında, gerekse yararlanmayanlara sitem etmesinde Rahmet Elçisi’nin (sas) ashâbına olan merhamet ve düşkünlüğü yatmaktadır. Bu hususun ilginç bir örneği Mekke’nin fethi sırasında yaşandı. Allah’ın Elçisi (sas) ve ashâbı Ramazan ayında Mekke’nin fethi için yola çıkmışlardı ve herkes oruçlu idi. Mekke ve Medine arasında yer alan Kürâu’l-Ğamîm vadisine vardıklarında Peygamber Efendimize (sas), "İnsanlar oruç tutarken çok zorlanıyorlar. Ve insanlar senin ne yapacağını bekliyorlar." denildi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sas) binitinin üzerinde herkesin görebileceği bir yerde durdu. Bir bardak su istedi ve insanların kendisini görmelerini bekledikten sonra suyu içti. Bunu gören ashâb kendilerine gösterilen bu ruhsatı değerlendirdi ve su içerek susuzluklarını giderdiler. Daha sonra Resûlullah’a (sas) bazı insanların oruçlarını bozmadıkları bildirilince (kendisine uymayan bu kimseler hakkında), "Onlar söz dinlemeyenlerdir onlar söz dinlemeyenlerdir!" buyurdu. Öte taraftan Abdullah b. Abbâs (ra) gibi meşakkatli durumlarda verilen ruhsatlara ziyadesiyle sevinenler de bulunmaktaydı. Onlar böylece dinin azimetlerini yerine getirirken de ruhsatlarıyla amel ederken de aynı ibadet huzurunu paylaşmaktaydılar.

Bazen Allah’ın (cc) verdiği ruhsatların bilinmemesi ya da onlardan yararlanılmaması yüzünden ortaya çıkan üzücü hâdiseler, Hz. Peygamber’in (sas) daha sert tepkiler vermesine yol açmaktaydı. Câbir b. Abdullah’ın (ra) anlattığına göre, bir yolculukta arkadaşlarından biri başından yaralanmıştı. Bu şahıs ihtilâm olmuş ve yol arkadaşlarına, "Benim teyemmüm yapmam konusunda ruhsat olduğunu düşünüyor musunuz?" diye sormuş, onlar da su varken teyemmüm edemeyeceğini, dolayısıyla onun için bir ruhsat bulunmadığını söylemişlerdi. Bunun üzerine adam gusletmiş, ancak yarası su alıp, azdığından dolayı ölmüştü. Durum Resûlullah’a (sas) bildirilince onlara şöyle çıkışmıştı: "Onu öldürdüler, Allah (cc) da onların canlarını alsın! Bilmiyorlarsa sorsalar ya! Muhakkak ki cehalet (hastalığının) ilacı sormaktır. Gerçekten ona, sadece teyemmüm etmesi, yarasının üzerine bir bez bağlayıp sonra üzerine meshetmesi ve vücudunun geri kalan kısmını da yıkaması yeterliydi."  buyurdu.

Bu konuda Allah Resûlü’nün öğrettiklerine bir başka örnek de şudur: Bir yolculuk esnasında cünüp olan Ammâr b. Yâsir (ra), yeterli su olmadığı için yerde yuvarlanıp bütün vücudunu toprağa sürerek teyemmüm etmişti. Hâdiseyi anlattığında Hz. Peygamber (sas), "Hâlbuki şöyle yapman sana yeterdi." dedi. Ardından ellerini toprağa vurdu ve (biriken tozu) silkeledikten sonra elleriyle yüzünü ve kollarını ‘mesh ederek’ cünüp olan kimse için teyemmüm ruhsatının nasıl uygulanacağını ona bizzat öğretti. Soğuk havalarda abdest almada sıkıntı çekenlerin, mestleri üzerine mesh etmeleri ruhsatı da onun öğrettikleri arasındaydı.

Sevgili Peygamberimiz, ruhsatları sadece bildirmekle kalmamış bizzat kendisi uygulayarak zihinlere yerleşmesini sağlamıştır. İbadetleri emredilen şekilde yapmalarını ve mubah amelleri yerine getirmekten kaçınmamalarını bildirmiştir. Nitekim Âişe (ra) şöyle demiştir: "Peygamber (sas) bir iş yaptıktan sonra o hususta ruhsat verdi. (Bazı insanlar Peygamber’in (sas) yapıp ruhsat verdiği) o işi yapmaktan çekindiler. Onların bu çekimser tavırları Peygamber’e (sas) ulaşınca, Allah’a (cc) hamd ettikten sonra, "Bazı insanlara ne oluyor da hakkında ruhsat verdiğim bir durum kendilerine ulaştığında, ondan hoşlanmıyorlar ve onu yapmaktan kaçınıyorlar. Allah’a (cc) yemin ederim ki ben onların Allah’ı (cc) en iyi bilenleri ve Allah’tan (cc) en çok korkanlarıyım!"  buyurdu."

İnsanlara güç yetiremeyecekleri şeyleri yüklemeyen Allah Teâlâ (cc), kulları için daima kolay olanı dilemiş, insanlara yaşanması zor olan bir din göndermemiştir. Bu yüzden gayesi insanları korumak ve onları içine düştükleri meşakkatlerden kurtarmak olan İslâm dini, kolaylık temeli üzerine bina edilmiştir. Allah’ın (cc) dininde kolaylık vardır. Onun için Âişe (ra) validemizin anlattığına göre, "Resûlullah (sas) kendisine iki iş arasında seçim hakkı tanındığında günah olmadığı sürece kolay olanını seçerdi. Şayet (kolay olan iş) günah ise ondan insanların en uzak duranı o olurdu..." Nitekim o, arkadaşlarından birini bir bölgeye görevli olarak gönderdiğinde, "Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; sevdirin, nefret ettirmeyin."  buyurmuş ve bunu bir hayat düsturu hâline getirmiştir.

Verilen örneklerden hareketle, İslâm’daki ruhsatların yalnızca ibadetler konusundaki hükümlerle ilgili olduğu sanılmamalıdır. Bazen imanla ilgili hususlarda dahi belli ruhsatlar söz konusudur. Özellikle Mekke dönemindeki baskı ve işkence yıllarında yaşanan ibret verici şu sahne, inanç konusunda dahi bazı ruhsatlara başvurulduğunun göstergesidir.

Mekke müşriklerinin ağır işkenceleri sonucunda anne ve babasını şehit veren Ammâr b. Yâsir (ra), işkence altında bitkin düşmüşken müşriklerin zor kullanması sonucu onların taptığı ilâhlar hakkında olumlu sözler söyleyerek kurtulabilmişti. Daha sonra Peygamber Efendimize (sas) durumu anlatınca, Ammâr’ın (ra) baskı sonucu söylediklerini değil, kalbindeki imanını dikkate alan Allah Resûlü (sas), "Tekrar (zulüm) ederlerse sen yine böyle söyle!"  diyerek onu teskin etmişti. Yüce Allah’ın (cc), "Kalbi imanla dolu olduğu hâlde (inkâra) zorlanan" diye andığı dolayısıyla kalbinde iman açısından en ufak bir şüphe bulunmayan Ammâr (ra) için Resûl-i Ekrem (sas), "Ammâr iliklerine kadar iman ile doludur."  diyerek ona tasviplerini bildirmiştir.

Hadislerde görüldüğü üzere Peygamber Efendimiz (sas) zamanında azimetler kadar ruhsatlar da uygulanmıştır. Bunu belirleyen de ashâbının durumu, hükme konu olan şeyin bağlamı ve zamanı olmuştur. Müslüman’ın yapması gereken şey, aslî olan görevlerini yerine getirmektir. Bu da azimet olarak tanımlanmıştır. İhtiyaç, zaruret ve meşakkat hâsıl olduğu zaman da zorunlu veya isteğe bağlı olarak ruhsatlara başvurulacaktır. Sözün özü, normal şartlar dâhilinde azimetler ile, şartlar gerektirdiğinde de suistimale ve istismara yol açmayacak şekilde ruhsatlarla amel edilmelidir.

Kullarına taşıyamayacakları yük yüklemeyen Cenâb-ı Hakk’ın buyrukları karşısında ruhsatlar birer alternatif hüküm gibidirler. Kolaylık prensibi de Allah’ın muradı olduğuna göre, sıkıntılı durumlarda ruhsata yönelmek de genel bir kural hükmündedir. Çünkü Yüce Allah (cc), "Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır."  buyurmuştur. İşte Hz. Peygamber’in (sas) bu kural doğrultusunda bütün sahâbeye değil de bazı arkadaşlarına tanıdığı kolaylıklar, diğerleri tarafından da bilinmekte ve gerekçeleri anlaşılmaktaydı. Hz. Peygamber’in (sas) ipek elbise giymeyi erkeklere yasaklamasına rağmen Abdurrahman b. Avf (ra) ve Zübeyr b. Avvâm’ın (ra) maruz kaldıkları kaşıntı gibi bir rahatsızlıktan dolayı ipek elbise giymelerine izin vermesi bu tür örnekler arasında sayılabilir. Yine İslâm’da yalan söylemek ve laf taşımak gibi davranışlar uygun (helâl) olmayan davranışlar arasında yer almasına rağmen, Allah Resûlü (sas) düşmanı yanıltma ve dargınların ve eşlerin arasını bulma gibi bazı özel durumların dikkate alınmasını önermiş ve "İnsanların arasını düzelten ve bunun için iyilik maksadıyla söz taşıyan veya iyilik maksadıyla (yalan) söyleyen, yalancı değildir."  buyurmuştur. Bu ve benzeri rivayetlerden, söz konusu ruhsatların maksada, zamana, yere ve kişiye göre farklılıklar gösterdiği anlaşılmaktadır.

İslâm’ın çeşitli hükümlerini yerine getirirken bireylerin karşılaştıkları zaruret ve zorluklar karşısında ruhsatlardan yararlanması, dinin vermiş olduğu bir kolaylıktır. Bu tür ruhsatların istismar edilmesi ne kadar sakıncalıysa, onları dinî hayatta bir ‘gevşeklik’ olarak görmek, ‘yapılması gereken ibadetleri terk etmek’ şeklinde anlamak da o kadar yanlıştır.

Ancak Allah (cc) yolunda savaş gibi, din, vatan ve millet savunması gibi bireyi aşan durumlarda azimet daha fazla öne çıkmaktadır. Nitekim görme engelli sahâbî İbn Ümmü Mektûm (ra), savaş konusunda engellilere ruhsat tanınmış olmasına rağmen ruhsatı değil azimeti tercih etmiş ve Kâdisiye Savaşı’nda sancaktarlık yaparak bu savaşta şehit düşmüştür. Fiziksel engelli bir sahâbî olan Amr b. Cemûh (ra) da oğullarının kendisi için tanınan savaşa katılmama ruhsatını kullanması yönündeki telkinlerini dinlemeyip şehit olma arzusuyla Uhud Savaşı’na katılmış ve şehit olmuştur.

Bu tür olağanüstü durumlarda Müslümanlar, karşılaştıkları zorlukları canları, malları ve evlâtlarını kaybetme pahasına da olsa göğüslemek zorundadırlar. Bu nedenledir ki iyilerden ve iyilikten söz eden bir âyette Yüce Allah (cc), "...zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenlerin davranışlarını..." de iyiliklerden saymış ve bu vasıflara sahip olanların doğru ve takva sahibi kimseler olduğunu ifade etmiştir.

Netice itibariyle azimetler de, ruhsatlar da Yüce Allah’ın (cc) kullarının yararına vermiş olduğu hükümlerdir. Normal şartlarda azimetle amel eden Müslümanlar, yeri ve zamanı geldiğinde ruhsatlarla da amel edebileceklerini bilmelidirler. Bu ikisinden birini tercih ederken belki de ölçü, ‘zararın def edilmesi, menfaatin celp edilmesi’ olacaktır. Azimetler de ruhsatlar da Rabbimizin verdiği ikramlardır. Rahmet Elçisi’nin (sas) ifade buyurduğu gibi, "Allah (cc), yasakladıklarının yapılmasından nasıl hoşlanmıyorsa, tanıdığı ruhsatların kullanılmasından da öylece hoşnut olur."

Kaynak: Hadislerle İslam