Aylık Dergi

Büyük Alim ve Mücadele Adamı Yusuf Karadavi’nin Ardından

Dinin hakikatine nüfuz edememek, nasları zahirî anlamlarıyla alıp maksadını göz ardı etmek, esası bırakıp teferruatta boğulmak, muhkemleri bir tarafa bırakıp müteşabihlere uymak, haramları rastgele çoğaltmak, kavram kargaşası içine düşmek, gerçeği ve sünnetullahı kavrayamamak. 

Abone Ol

Prof. Dr. Ahmet YAMAN
Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Türk okurların daha çok Kardavi nisbesiyle yakından tanıdığı son dönemin zirve ilim, fikir, irşat ve eylem eri Yusuf el-Karadavi 26 Eylül 2022 tarihinde dar-ı bekaya irtihal etti. İslam dünyası onun vefatıyla, sadece çok iyi yetişmiş ihatalı bir âlimi hatta allameyi değil aynı zamanda Müslümanların siyasi sosyal sorunlarıyla ve kimlik problemleriyle de yakından ilgilenen bir mürşit, bir mücahit ve davetçiyi kaybetmiş oldu. 

Bu büyük mücahit âlimin eserlerinin ve çabalarının ana mihverini bize iki kavramla özetle dediğinizde ben, şu iki kavramı öne çıkarırdım:

a. İçtihat ya da İslam’ın sürekli yenilenip değişen hayata dokunup onu yönetmesi,

b. İslami uyanışın problemleri ya da daha açık ifadeyle Müslümanların ve İslamlaşmanın içinde bulunduğu kriz ve geri kalış sebepleri.

Onun aziz hatırasını yâd etme sadedinde burada, merhum hocamızın kimi çağdaş meseleler hakkında değişik yerlerde yayımlanan makalelerinden ve kültürel, sosyal, siyasi ve iktisadi konularda pek çok kimsenin zihnini meşgul eden sorulara verdiği cevaplardan derlenen Likâât ve muhâverât havle kadâya’l-İslâm ve’l-asr (Kahire 1994), İslam hukukunun evrenselliğini ve sürekliliğini incelediği Şerîatü’l-İslâm hulûdühâ ve salâhuhâ li’t-tatbîk fî külli zemân ve mekân (Beyrut 1397) ile aşırılıklar ve denge denkleminde İslami bilinçlenme ve uyanışı incelediği es-Sahvetü’l-İslâmiyye beyne’l-cühûd ve’t-tetarruf (Katar 1402) isimli kitapları ekseninde bu iki konuyla ilgili yaklaşımlarının çok küçük bir özetini takdim edeceğim.

A. İçtihat

Merhum Karadavi’ye göre içtihat, dinî bakımdan bir yükümlülük, pratik hayat bakımından da bir zorunluluktur. Bu sebeple günümüz Müslümanları iki türlü bir içtihat anlayış ve uygulamasına muhtaçtırlar:

Bunlardan birincisi, el-ictihâdü’l-intikâî yani seçme ve tercih içtihadıdır ki bu, muazzam fıkıh mirasımız içinden İslam’ın temel hedefleri ile insanların menfaatlerini gerçekleştirmeye en yakın ve çağın şartlarına en uygun görüşleri seçmek biçiminde olur. Bu seçim de:
a. Ya dört mezheple sınırlı kalınarak yapılır. Mesela zekât konusunda Şafilerin fakire hayat boyu yetebilecek kadar verme içtihadını, Hanefilerin toprağın yetiştirdiği bütün ürünlere zekât düşeceği içtihadını ve Malikilerin gönlü İslam’a ısındırılmak istenilen kimselere (müellefe-i kulûb) hisse ayırma işinin devam ettirilmesi içtihadını tercih etmek gibi.

b. Ya da dört mezhebin dışında kalan müçtehitlerin görüşleri arasından yapılır. Mesela Müslüman hanımların ve nesillerin geleceğinden endişe edilmesi hâlinde ya da ihsan (iffetli) olma niteliğini araştıramama durumunda ehl-i kitap kadınlarla evlenmenin kısıtlanmasında Hz. Ömer’in (r.a) içtihadını benimseme, sadece mehir belirlenmeden yapılan bir nikâhtan sonra zifafa girilmeden meydana gelen boşamalarda değil bütün boşamalarda kadına müt’a denen gönül alıcı bir hediye verilmesinin gerekliliği konusunda Atâ b. Ebî Rabâh’ın görüşünü benimseme, “Aşırı kızgınlık (iğlâk) hâlinde yapılan boşama geçerli değildir.” anlamındaki hadisten (Buhari, Talâk, 11.) hareketle aşırı sinirlilik hâlindeki boşamayı geçerli saymama hususunda seleften bazılarının görüşünü benimsemek gibidir.

Müslümanların bugün muhtaç olduğu ikinci tür içtihat ise el-ictihâdü’l-inşâî denen, kurucu ve meseleyi ilkten ele alıp yeni bir hüküm ortaya koyma içtihadıdır. Bu çaba mesela tüp bebek, organ ve doku nakli gibi tıbbi konularda, uluslararası ilişkilerde, ve ekonomi-finans alanında yeni yeni karşılaşılan gelişmeler gibi çağımızda ortaya çıkan problemlerde söz konusu olacaktır.

1. İçtihadın ilkeleri

Karadavi’ye göre günümüz dünyasında dikkate alınacak içtihat ilkeleri şunlardır:

a. Kat’iyyat alanından uzaklaşmak. Zira içtihat, delili zanni olan hükümlerde geçerlidir. Dolayısıyla kat’iyi zanniye, muhkemi müteşabihe dönüştürmek isteyen heva sahibi insanlara kapılmamamız gerekir. Çünkü bu takdirde güvenebileceğimiz bir ilke, başvuracağımız bir kaynak kalmaz.

b. Zanni olanı da kat’i hâle dönüştürmemek, görüş ayrılıklarının bulunduğu bir konuda hemen kolayca icma iddiasında bulunmamak. Geçmişte bazı âlimlerin içtihatları karşısında çağdaşlarının yaptığı gibi her müçtehide karşı “icma kılıcını” çekmek doğru değildir. Bu noktada İmam Ahmed b. Hanbel’in şu sözü hiç unutulmamalıdır: “İcmanın varlığını iddia eden kimse kuşkusuz yalan söylemiş olur. Nereden biliyor icma olduğunu? Belki insanlar ihtilaf ettiler de o bilmiyor.”

c. Korkudan kurtulmak. Bu kurtuluş, önce yaptıklarına daima hazır fetvalar isteyen yöneticilerin korkusundan, sonra taklitçi ve donuk fikirli ulemanın baskıcı korkusundan olacaktır.

d. İçinde yetiştiğimiz fikrî ortama ve müçtehidin hata edebileceği riskine rağmen gönülleri içtihada açmak, müçtehidin çalışma alanını daraltmamak. Çünkü o da beşerdir, masum değildir. Ona cesaret vermek içtihadın devamlı olmasını da sağlar.

2. İçtihadın şartları

Bu noktada Yusuf Karadavi, fıkıh usulü kitaplarında etraflıca ele alınan içtihat şartları yani müçtehitte bulunması gerekli nitelikleri de kendi değerlendirmesiyle şöyle belirler:

a. İlmî-kültürel şartlar: Arap dilini bilmek, Kitap ve sünneti bilmek, hakkında kesin icma olan konuları bilmek, fıkıh usulünü, kıyas ve istinbat yollarını tanımak ve nihayet İslam’ın gözettiği maksatları ve sahip olduğu temel ilkeleri bilmek. 

b. Bunların yanında müçtehit, çağının insanını da yakından tanımalıdır ki kendi fildişi kulesinde yaşayıp gerçeklerden habersiz fetva ve hüküm vermesin veya geçmişte kalan bir dönem ve toplumda uygulanan hükümleri “Zamanın, mekânın durum ve örfün değişmesine bağlı olarak fetva da değişir.” kuralını göz ardı ederek yeni bir dönem ve topluma tatbik etmesin. 

c. Vacip ile objektif gerçekleri bağdaştırmak. Daha açık bir ifadeyle İslam’ın asla vazgeçilemez kesin inanç, amel ve ahlak esasları ile içinde yaşanılan hayatın görmezden gelinemeyecek gerçekliklerini bir arada değerlendirmek. Tıpkı sahabe-i kiramın yaptığı gibi. Sahabenin içtihadı, hayatın gerçekleri çerçevesinde idi. Allah’ın dinini hakkıyla kavramış olmaları, o hayat problemlerini İslam’ın; gerçeklik, kolaylaştırma, şeriatın ve kulların menfaatlerini birlikte kollama nitelikleri taşıyan özgün fıkhıyla çözümlemelerini sağlıyordu.

d. Dinin gereklerini yerine getirmek ve tepki çekmeyen bir hayat tarzını benimsemek. Allah’tan korkarak fetva vermek ve fetva verirken Allah Resulü’nün (s.a.s.) makamında bulunduğu bilincine sahip olmak. Böylece kişi, hevasına uymaz, dünyası karşılığında dinini satmaz.

Bu şartların, el-müctehid fi’ş-şer’ olan yani karşılaşılan bütün meselelerde içtihat etmekle yükümlü olan bir müçtehitte bulunması gerekli şartlar olduğunu söyleyen merhum Karadavi şöyle devam eder: 

Bundan ayrı olarak bir de el-müctehid fi’l-mes’ele diye nitelenen “konu müçtehidi” vardır. Belli bir alanla sorumlu olan bu müçtehit, genel ilmî niteliklerle donandıktan sonra alanıyla ilgili bilgilere erişmiş ise bu, onun o alanda içtihat etmesi için yeterlidir. Çünkü çoğunluğun tercih ettiği görüşe göre içtihat bölünebilir. Dolayısıyla, mesela bir iktisat uzmanı, konuyla ilgili varit olan bütün nasları bildikten, içtihat ile ilgili hususları, istidlal yollarını ve delillerin tearuz etmeleri durumunda devreye alınacak olan tercih prensiplerini kavradıktan sonra uzmanlık sahasıyla ilgili bir problemde içtihat edebilir.

Çağımızın müçtehit âlimlerinden biri olan Yusuf Karadavi’nin bu içtihat çağrısı ne yazık ki bazılarınca İslam’ı hayata kurban vermek olarak nitelendirilmiştir. Oysa o, İslam hukukunun bütün zaman ve coğrafyalarda sürekli olarak uygulanmaya en elverişli hukuk sistemi olduğunu ispat etmek amacıyla kaleme aldığı Şerîatü’l-İslam isimli kitabında bu yaklaşımın bütünüyle karşısında olduğunu haykırmıştır. Günümüzde İslam hukukunun uygulanması için gerekli şartları açıkladığı üçüncü bölümdeki ana başlıklara bakmak bile onun İslam-hayat bağlamında nerede durduğunu görmeye yetecektir. Söz konusu başlıklardan birincisi “Bir Bütün Hâlinde İslam’a Dönmek” iken ikincisi “İçinde Yaşadığımız Hayat Vakıasının Kıskacından Kurtulmak”, üçüncüsü ise “Batı’ya Uydu Olmaktan Kurtulmak” tır. Bu bahsi onun şu cümleleriyle bitirelim:

“Eğer biz İslam’ı gerçekten uygulamak istiyorsak mutlaka riayet etmemiz gereken bir başka şart daha vardır. O da toplumumuzun bugün her türlü maddi görüntüleri, sosyoekonomik kurumları, fikir cereyanları ve psikolojik telakki ve temayülleriyle, içerisinde yaşadığı hayatın kıskacından azat olup kurtulmaktır. Şunda hiç şüphe yoktur ki içinde yaşadığımız bu yapı ve kurumların, akım ve temayüllerin çoğu, İslam’ın dünya görüşüne ve onun hukukuna aykırıdır. Toplumumuzdaki İslam’a ters bu hayat tarzı, Müslümanlarca teslimiyetle kabul edilebilecek ve boyun eğilecek bir kader ve oldu bittiler olamaz! Asla olamaz! Böyle bir düşünce, zafiyetin ve sapmanın eseridir. Müslümanları buna sürükleyen şey, çeşitli yöntemleri, sinsi adımları ve becerikli yandaşlarıyla emperyalizmdir. 

Biz, her türlü münkerat ve maskaralığıyla hâlihazırdaki durumu, reddi imkânsız bir kader, kuvvet ve pençesinden kurtulunması çaresiz bir oldu bitti kabul eden, kanun koyucuların ve ıslahatçıların, mevcut durum karşısında muhayyer değil, elleri kolları bağlı olduklarını benimseyen cebriyeci görüşü kesinlikle reddediyoruz. Yine biz, en mühim vazifesi, her türlü bozukluk ve sapkınlığı ile sırat-ı müstakimden ayrılmış olan hâlihazırdaki hayat sistemini meşru göstermek olan, bu eğri büğrü yaşanan hayata dinden destek lütfeden, gönüllerde ve akıllarda bunun meşruiyetini yerleştirmeye gayret eden ve bu yolda muhkem nasları kurban eden, değişmez temel din esaslarını değiştiren, caiz olmayan durumlara cevaz vermek için lazım gelen fetvaları veren meşruiyetçiliği de kesinlikle kabul etmiyoruz.

Çünkü dinin görev ve fonksiyonu, insan hayatını ideal ve örnek seviyeye eriştirmektir; yoksa insan hayatının içinde bulunduğu süfli vaziyetine göre yön değiştirmek değildir. Dinin görevi, hayatı kendi hak/doğru istikametine götürmektir; yoksa hayat kervanı nereye giderse onunla birlikte yürümek değildir.

Birçoklarının türküsünü söyledikleri “gelişmeye ayak uydurmak”tan maksat dinin idare ve irşat mesajından fedakârlık yaparak yönetilir ve başından çekilir bir duruma düşmesi değildir. Bu, herhangi bir ölçü tanınmadan, hayatın kontrolsüz gidişi demektir. Böylelikle hayat, dengesini, istikrar ve istikametini yitirerek kör devenin çöldeki yürüyüşü gibi şaşkın bir şekilde yürüyecektir!

Bize düşen, mevcut durumu şeriat ufkuna yükseltmektir; yoksa mübarek İslam hukukunu yaşanan hayatın mevcut uçurumuna düşürmek değil! Görevimiz, insanların mevcut hayat olgularını, Allah’ın şeriatına boyun eğdirmek ve insanların işlerini, yaşayışlarını ona tabi olacak bir keyfiyete ulaştırmaktır. Zira İslam şeriatı, Allah’ın kelimesi ve sözüdür; Allah’ın sözü ise, evet o ise, yüce ve üstündür.”

B. Müslümanların ve İslamileşmenin içinde bulunduğu kriz ve geri kalış sebepleri

Karadavi bu kriz ve geri kalışı iki esas noktaya bağlamaktadır: 

1. İslam’ı iyi tanımamak, 

2. İslam’ın şeklî yönlerine takılıp kalmak.

Müslümanların geri kalışında ona göre “İslami hareket”in de kısmi sorumluluğu vardır. Bu sorumluluk özeleştiri zayıflığı ve iç bölünmüşlüklerden kaynaklanmaktadır. İslami hareket önderleri, yapılanların doğruluğunu tespit ve sorgulamada sadece kendilerini dinlemekte, mensupların öneriler getirmesine ve tenkitler yöneltmesine fırsat vermemektedir. Oysa İslami hareket, sadece kendilerinin değil, bütün ümmetin, hatta ümmetin gelecek nesillerinin malıdır.

Bu yüzden hareket kuvvetli yönlerini de ibret almak için zayıf yönlerini de bilmek hakkına sahiptir. Bu da ehil olanların önüne özeleştiri kapısını açmakla olur.

Diğer taraftan bu önderler, meşrep farklılıklarına rağmen İslami grupları birleştirmeye ve uzlaştırmaya çaba sarf etmelidir. İlim ve düşünce adamları da ihtilafları değil, yardımlaşılması gereken ittifak noktalarını öne çıkarmalıdırlar.

Müslümanların içinde bulunduğu krizin bir diğer sebebi de akli ve ilmî olmaktan çok duygusal yönelişlerin hâkim olmasıdır. Duygusallığın neticesi olarak ise şu zafiyetler ortaya çıkmaktadır:

a. Ümmetin gücünden daha büyük kuvvetlerle zamansız çatışmalara girmek.

b. Kendimizi fazla beğenip başkalarını eleştiri yağmuruna tutmak.

c. Tecditten korkmak, içtihattan çekinmek ve ilerleme kafilesine katılmaya heveslenmemek.

Sözün burasında merhum Karadavi’nin, es-Sahvetü’l-İslamiyye beyne’l-cühûd ve’t-tetarruf isimli kitabına bakmak yerinde olacaktır. Müslüman toplumların ve özellikle de gençlerin içinde bulundukları fikrî ve amelî krizi tahlil edip çıkış yolları teklif etmesi yönüyle bu eser, önemli bir işlev görmüştür. Bu eserdeki tespitlerine göre taassup ve hoşgörüsüzlük, Allah’ın yüklemediği sorumlulukları yüklemek, yersiz sertlik, katılık ve kabalık, insanlar hakkında kötü zan beslemek ve küfürle yaftalamak (tekfir), ihtilaf ahlakına riayet etmemek, cüz’iyyata takılıp kalmak, Müslümanlar arasında aşırılığın tezahürü olarak belirmektedir. 

Ona göre bu aşırılığı besleyen birçok sebep bulunmaktadır ki İslam davetinin kısıtlanması, din düşmanlarının baskı ve işkenceleri gibi bir kısmı dışarıdan gelse de bunların önemli bir kısmı bizzat Müslümanların kendisinden kaynaklanmaktadır. İşte İslami uyanışın bazı problemlerle karşılaşmasına ve Müslümanların geri kalışına da zemin hazırlayan bu iç sebeplerin başlıcaları şunlardır:

Dinin hakikatine nüfuz edememek, nasları zahirî anlamlarıyla alıp maksadını göz ardı etmek, esası bırakıp teferruatta boğulmak, muhkemleri bir tarafa bırakıp müteşabihlere uymak, haramları rastgele çoğaltmak, kavram kargaşası içine düşmek, gerçeği ve sünnetullahı kavrayamamak. 

Buraya kadar yaptığımız şu küçük bir özet bile çağın bu büyük âliminin, mücadele adamının, kâmil mürşit ve mütefekkirinin kıymetini bariz bir biçimde ortaya koyacaktır. Cenab-ı Hak’tan kendisine rahmet ve mağfiretiyle muamelede bulunup yerini dolduracak hayru’l-halefler ihsan etmesini niyaz ediyor, yazıyı muhterem Hayreddin Karaman Hocamızın, merhumun vefatından sonra yazdığı dizeler ile noktalıyorum:

Allâme ve Mürşid Karadavi’nin Ardından
Bir müjdesi var bil Rabbimin dinle
Bir grup olacak daim hak dinle
Uğrunda her şeye katlanacaklar
Cihad kalem kılıç hem de beyinle

Karadâvî üstad bu gruptandı
Ümmetin derdiyle dertlenip yandı
Ruhtaki güzellik yüzüne vurdu
Sıbğatullah bu nur ona boyandı

Orta yol Üstadın tuttuğu yoldu
Onun usulünde çözümler boldu
Kırmızıçizgisi vardı aşmadı
O takvâ sahibi güzel bir kuldu

Rahmetle yaklaştı dini sevdirdi 
Sözü atlamadan gayeye erdi
Basiret firaset onda değerdi
Ağacın yanında ormanı gördü

Seherler bereket ırmağı oldu
Ümmetin âfâkı eserle doldu
Hem Rabbi zikretti hem yazdı Üstad
Seherler ırmağa en doğru yoldu

Karadâvî kulun sana âşıktı
Kalbini Habîbin kalbine taktı
Hak sözü söyledi bedel ne olsa
Bu aşkın uğruna gemiler yaktı

Şimdi huzurunda emir bekliyor
Kulluğu cenneti lutfeyle diyor
Bizim de duamız zannımız budur
Hayri duasına dua ekliyor.
Prof. Dr. Hayreddin Karaman