Arkeolojik bulgular ışığında tarihi MÖ üç binli yıllara kadar uzanan Kudüs, başlangıçta bir tepe üzerinde kurulmuştu. Uzun süre küçük bir yerleşim birimi olarak varlığını sürdüren Kudüs zamanla büyümüş, bölgede surlarla güçlendirilmiş şehirlerin ortaya çıkmasına paralel olarak da gelişme kaydetmişti. MÖ XIV. yüzyıla ait Tell Amarna tabletlerinde “Urusalim” ve “Bet-Şulmanu” olarak bahsedilen Kudüs, arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılan bulgularda “Yeruşlem” (Aramice), “Urişlem” (Süryanice), “Ursalimmu” (Asurca), “Yeruşalayim” veya “Yeruşalim” (İbranice) gibi, “barış” ve “kutsallık”la bağlantılı isimlerle anılmıştır. İslam geleneğinde ise Kudüs, Kuds-i Şerif ya da Beytülmakdis isimleriyle insanlığı ortak bir noktada toplayan şehir olmuş; barışı fiiliyatta, kutsallığı ise isminde tezahür ettirerek hangi dinden olursa olsun ötekine saygı ve hoşgörünün en güzel örneklerini tarihin altın sayfalarına yazdırmıştır.
Kudüs Akdeniz, Süveyş ve Akabe Körfezi gibi su yollarına, bir diğer ifade ile Asya, Avrupa ve Afrika gibi üç kıtaya çıkan kara ve deniz yollarına yakın oluşu nedeniyle tarih boyunca stratejik açıdan önemli bir şehir olmuştur. Kudüs’e sahip olmak, söz konusu coğrafyaya hâkim olmak anlamına geldiği için şehir tarih boyunca büyük devletlerin hep ilgisini çekmiştir. Bu önem zamanla kutsal dinlerin şehre verdiği değerle daha da katlanmıştır. Öte yandan Kudüs, bu ilginin bedelini de tarih boyunca çok ağır biçimlerde ödemiştir. Tarihinde kırktan fazla kez el değiştiren ve pek çok kez muhasara edilip yağmalanan şehir yirmiden fazla kez işgal edilmiş, en az on sekiz kez de yıkılıp yeniden inşa edilmiştir. Bütün bunlara rağmen hâlâ bütün ihtişamıyla varlığını sürdüren şehir, bugün de dünya gündeminin en belirleyici ögelerinden biridir.
Kudüs, insanlığın ortak mirasıdır. Kendine özgü kutsiyetiyle semavi dinlerin müşterek kutsalı olan ilk ve tek şehirdir. Günümüzde dünyada her beş kişiden üçü şehri kutsal kabul etmektedir. Bu yönüyle Kudüs, dünya şehirleri içerisinde de ilk sırayı almaktadır. Müslüman gelenekte Kudüs’ün kutsallığı, mahza dinî olup kutsiyeti de İslamiyet’in doğuşuyla başlamıştır. Mevcut durumda şehir her ne kadar Yahudilik ve Hristiyanlık tarafından kutsal olarak nitelense de her iki dinde de bu kutsallığın teopolitik bir yönü olduğu belirtilmelidir. Şehrin söz konusu dinler açısından kutsiyeti, özü itibari ile değildir. Bu dinlerde şehre atfedilen teopolitik kutsallık psikososyal etkenlerle uzun bir tarihsel süreçte oluşturulmuştur. Ne demek istediğimizi biraz açmakta fayda var.
Sıla ülkesinden kutsiyet ülküsüne: Yahudilik ve Kudüs
Yahudilik açısından Kudüs’ün kutsal bir şehre dönüşmesi en az altı yedi asırlık bir süreçte gerçekleşmiştir. Kudüs ismi Tevrat’ta hiç zikredilmemektedir. Hz. İbrahim’in, çağdaşı Malki-Tsedek isimli kralı Şalem şehrinde ziyaret ettiği bilinmektedir. (Tekvin, 14/18-20.) Geç dönem Tevrat tefsirlerinde bu ziyaretin Kudüs’te (Yeruşalem) gerçekleştiği iddia edilse de Şalem’in Kudüs olduğuna dair bu yorumu destekleyecek herhangi bir tarihsel veri bulunmamaktadır. Tevrat yazarlarının Hz. İbrahim’in Kudüs ziyaretiyle ilgili naklettiği efsanevi anlatımlar, arkeolojik bulgular tarafından da desteklenmemektedir. Üstelik bu kadar kutsal olduğu iddia edilen bir şehre Hz. İbrahim’e vaat edilen kutsal topraklar içerisinde de özel bir vurgu yapılmamıştır. Öte yandan Kudüs’e Hz. Musa’nın da özel bir vurgusu yoktur. O, İsrailoğullarına vadettiği toprakları tek tek açıklamasına rağmen Kudüs’e özel bir atıf yapmamıştır. Eğer şehrin başlangıçtan itibaren bir kutsiyeti söz konusu olsaydı soy ve din açısından Yahudi geleneğinde çok öneme sahip bu iki figürün Kudüs’ü mutlaka zikretmeleri gerekirdi.
Kudüs, Hz. Musa’dan sonraki dönemlerde de Yahudilerin ilgisini çekmemiştir. Hz. Musa’nın halifesi Yuşa (Yehoşua), kutsal topraklara girdiğinde şehri ele geçirse de kalıcı olarak yerleşmemiştir. Eğer bir kutsiyet söz konusu olsaydı Yuşa’nın şehri imar ve iskân etmesi gerekirdi. Aksine o, hâkimiyetini tesis ettikten sonra yönetimi Arap kökenli sakinleri Yevusilere bırakarak şehirden ayrılmıştır.
Öte yandan Kudüs, İsrailoğullarına vadedilen topraklar içerisinde de ele geçirilen en son şehir olmuştur. Yuşa’dan iki buçuk asır sonra Hz. Davud tarafından fethedilen şehir, millî birlik ve beraberliğin simgesi olarak başkent kabul edilmiştir. Şehri, dinî nedenlerden ziyade siyasi gayelerle merkez seçen Davud, İsrailoğulları arasında çıkacak muhtemel iktidar kavgalarını önlemek istemişti. Her ne kadar Hz. Süleyman bir mabet inşa ederek şehri kutsallaştırmak istese de gelişen süreçte Yahudiler Kudüs’ü ayrıcalıklı bir ibadet merkezi olarak kabul etmemiş, kutsal kabul ettikleri bölgesel mabetlerine daha fazla önem atfetmişlerdi.
Kudüs’ün Yahudi geleneği açısından kutsallaşması; tarihlerinde yaşadıkları sürgünlerle birlikte oluşmaya, zamanla da belirginleşmeye başlamıştır. MÖ 586’daki Babil sürgünü Kudüs’ün Yahudiler açısından kutsallaşmasında bir dönüm noktası olmuştur. Sürgündekiler, vatanı Kudüs’le özdeşleştirmiş, şehir onlar için ne olursa olsun ulaşılması gereken bir ülküye dönüşmüştür. 70 yılında mabedin Roma tarafından yıkılıp bir kısım Yahudinin sürgüne gönderilmesi, 135 yılında ise İmparator Hadrian tarafından Yahudilerin Kudüs’te yaşamalarının yasaklanmasından sonra Kudüs “geri dönülmesi gereken ülke”ye ilave olarak “ulaşılması gereken ülkü”ye dönüşmüş; şehir artık Yahudi dünyasının tamamının ilgi odağı hâline gelmiştir. Yahudi kutsal kitabında Kudüs’le ilgili anlatılan bilgilerin çoğu, her biri çok sonraki dönemlerde kaleme alınan tarihsel kayıtlar (dikkat edelim dinî değil) olan Peygamber (Neviim) ve Kitaplar (Ketuvim) bölümlerini kaleme alan yazarlar tarafından kaydedilmiştir. Yahudi din adamlarının (Rabanim) söylemleriyle ütopyaya dönüştürülecek Kudüs’le ilgili asıl abartılı anlatımlar, Rabbinik literatürde tezahür edecektir. Özetle Kudüs, Yahudi geleneğinde sürgünlerden altı yedi asır gibi uzun bir süreden sonra teopolitik gayelerle kutsal bir şehre dönüşmüştür.
Pratik ve pragmatik gayelerle oluşturulan kutsiyet: Hristiyanlık ve Kudüs
Durum, Hristiyan geleneği açısından da farklı değildir. Erken dönemlerde kutsal ve seçkin bir şehir kabul edilmeyen Kudüs, Hristiyanlıkta da kutsallığını zamanla kazanmıştır. Aslında Hristiyan teolojisinin esasını oluşturan doktrinlerin tamamı Kudüs’te şekillenmiştir. Bu sebeple de şehrin Hristiyanlar açısından başlangıçtan itibaren kutsal olması gerekirdi. Zira Hz. İsa hayatının son günlerini burada geçirmiş, Hristiyan inancına göre çarmıha burada gerilerek insanlığın asli günahına kefaret olmuş, çarmıhtan sonra dirilip ebedî yaşamın ölüme karşı zaferini yine burada kazanmıştı. Teslisin unsurlarından olan Oğul, Hz. İsa’da bedenleşerek Havarilere Kudüs’te görünerek onlara ilahi mesajı yayma emrini yine burada vermişti. Hristiyan inancına göre İsa gökyüzüne yani Baba’nın yanına Kudüs’ten yükselmişti. İlk müminler topluluğu kilise bu şehirde ortaya çıkmış, İncil (Müjde) de tüm dünyaya bu şehirden yayılmıştı. Ancak Hz. İsa’dan sonra onun öğretisini kabul edip benimseyenlerin Yahudiler tarafından dışlanması, Kudüs’te hayatın kendilerine dar edilmesi, miladi birinci yüzyılın sonlarından itibaren de şehrin Roma idaresine girmesiyle beraber İsa’ya inananlara yapılan baskılar Kudüs’ü Hristiyanlar nezdinde daha da önemsizleştirmişti. Hristiyanlık diğer hususların aksine Kudüs konusunda Yahudiliğin mirasını devralmamış; güçlenmesine paralel olarak Yahudilikle yollarını ayırarak müstakil bir din hüviyetine kavuşmuştur. Roma idaresinde ise şehir pagan merkezine dönüştürülmüş; miladın ilk üç asrı boyunca çok karanlık dönemler yaşamıştır. Bu süre zarfında şehirde Hristiyanlar ibadetlerini dahi yapamamışlardır. Bu sebeple Hristiyan din adamları Kudüs’ün kutsiyetini kaybettiğini, dolayısıyla ilahi planda hiçbir öneminin kalmadığını ifade etmişlerdir. Ancak her şeye rağmen miladın ilk üç asrında Hristiyanlar, Kudüs’ü hayatlarından tamamen de çıkarmamış; zaman zaman ziyaret ederek şehirde küçük çaplı da olsa varlıklarını sürdürmeye çalışmışlardır. İlk dönemlerde Kudüs’ü dinî açıdan mühim görmeyen Hristiyanlar, Kudüs’ün öneminin İsa Mesih’te vücut bulduğunu düşünerek yer üstündeki Kudüs’ten ziyade Tanrı Krallığı’ndaki semavi Kudüs’ü önemsemişlerdi.
Kudüs’ün Hristiyanlık tarihinde önem kazanması MS IV. yüzyılın başlarına rastlar. Hristiyanlığın devlet dini hâline gelmesiyle birlikte bu yüzyıldan itibaren Roma-Bizans İmparatorluğu’nun himayesini gören Kudüs; imparatorlar, bunların aileleri ve bürokratların desteğiyle yapılan kilise ve manastırlarla Hristiyan kentine dönüştürülmüştür. Hz. İsa, ilgili mekânlar ve ona ait olduğu iddia edilen eşyalarla ilgili uydurulan hurafelerle şehre olan ilgi artırılmaya çalışılmıştır. O zamana kadar orta ölçekte bir taşra şehri olarak varlığını sürdüren Kudüs, hac geleneğinin ortaya çıkmasıyla beraber hareketli bir Hristiyan şehrine dönüşmeye başlamıştır. Şehre karşı artan bu popüler ilgiye başlangıçta Hristiyan din adamları bütün güçleriyle karşı koymuşlardır. Kudüs’ün kutsal olmadığını savunan bu din adamları, şehrin kutsallığının Hz. İsa’nın gelişiyle son bulduğu inancında idiler. Bu görüşlerine kanıt olarak da Hz. İsa’nın Kudüs hakkında şikâyet bağlamında dile getirdiği sözlerini öne çıkarıyorlardı. (Matta, 23/37-39; Luka, 19/41-44.) Kilise babalarından Kayseriyeli Eusebius (260-339) tarihsel açıdan değerli olsa da Kudüs’ün tanrının nazarında kutsallığının kalmadığını sürekli dile getirmiş; Aziz John Chrysostom (349-407) İsa’ya nispet edilen uyduruk kalıtları ziyaretin abesle iştigal olduğunu söyleyerek şehre kutsiyet atfedenlerle alay etmişti. Kapadokya bölgesindeki Nissa (Nyssa) kentinin piskoposu Gregory (335-395) ise hayatı boyunca vaazlarında oldukça sıradan, hatta diğer yerlerden çok daha fazla kötü insan, tüccar ve fahişenin bulunduğu Kudüs’ün hiçbir önem ve özelliğinin olmadığını telkin etmişti. Kudüs’ün kutsal bir kent olmadığını savunan bu din adamları, şehrin kutsallığı ile ilgili anlayışın Yahudilik kalıntısı olduğunu, Hz. İsa’nın gelişiyle başlayan Yeni Ahit döneminde Kudüs’e kutsallık payesi verilmediğini de ileri sürüyorlardı. Süleyman Mabedi’nin artık öneminin kalmadığını, bunun yerini Hz. İsa’nın bedeninin aldığını söyleyen bu din adamları, kutsallığın Hz. İsa’da toplandığını, kurtuluşun da ona katılmaktan geçtiğini savunuyorlardı.
Ancak başta kilise babaları olmak üzere pek çok din adamının Kudüs’le ilgili halk arasında yaygınlık kazanmaya başlayan kutsallık algısıyla yaptığı bütün bu mücadelelere rağmen popüler kültür zamanla dinî kabulü bastırmıştır. Hristiyanlığın devlet dini olmasından sonra imparatorluğun Kudüs’le ilgili pragmatik politikaları, popülist din adamlarının yorum ve destekleriyle Kudüs’ü Hristiyanlığın kutsalına dönüştürmüş; bu algı da zamanla yine din adamlarının gayretleriyle inanca evrilmiştir.
Özü ve ortaya çıkışı itibarıyla kutsal kent: Müslüman Kudüs
Kur’an-ı Kerim’de “mübarek belde” (İsra, 17/1.), “uzak mescit” (el-Mescidü’l-Aksa), “doğruluk yurdu” (Mübevveü Sıdk) ve “kutsal toprak” (el-Arzu’l-Mukaddese) sözcükleriyle zikredilen Kudüs, Mekke ve Medine ile birlikte Müslümanların üç haremi şerifinden biridir. Allah’ın “Sübbuh” ve “Kuddus” ism-i şeriflerinin tecellisi olan şehir, uluhiyetle ubudiyeti buluşturan, peygamber kokulu bir kenttir.
Kudüs, İslam’ın ilk kıblesidir. Hz. Peygamber (s.a.s.) vahye mazhar olduktan sonra ibadetlerinde Kudüs’e yönelmiştir. Hüzün yılında İsra ve Miraç olayı ile Efendimize (s.a.s.) umut ve teselli olan şehir, mucizeyi inkâr eden müşriklere kanıt, Hz. Ebu Bekir gibi amasız ve fakatsız inananların güven ve sadakatini test edip ödüllendiren şehir olmuştur. Kudüs, fethi Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından müjdelenen bir şehirdir. Şehrin fetih stratejisini çizen bizzat Efendimiz’dir. O, bu uğurda hem diplomasiyi hem de askerî yöntemleri sonuna kadar işletmişti. Onun (s.a.s.), Bizans İmparatoru Herakleios’a gönderdiği İslam’a davet mektubunun diplomatik açıdan Kudüs’le de doğrudan bağlantısı vardır. Zira imparatorun Müslümanlığı kabul etmesiyle Kudüs’ün de bulunduğu Bizans şehirleri İslam hâkimiyetine girmiş olacaktı. Mute ve Tebük gazveleri de Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Kudüs’e yönelik siyasi ve askerî hamleleridir. Başlangıçta ayak direse de stratejisinde peygamber emeği olan şehrin asıl sahiplerine kavuşması uzun sürmemiş, Efendimiz’in (s.a.s.) vefatından kısa bir süre sonra Hz. Ömer zamanında fethedilmiştir (17/638).
Kudüs Müslümanların hâkimiyetine, kutsiyetine yaraşır bir şekilde savaş olmadan ve kan dökülmeden geçmiştir. Asırlar boyu defalarca kuşatılan ve el değiştiren bu kutlu şehir, belki de tarihinde ilk defa harabeye dönmeksizin ve halkı katledilmeksizin sulh ve sükûn içerisinde el değiştirmiş; ismine uygun olarak uzun soluklu bir sulh ve selamet dönemine adım atmıştı. Kudüs, İslam dünyasının Hristiyan dünyaya karşı rüştünü ispatladığı bir şehir de olmuştur. Emeviler döneminde şehrin büyük bir ilgiye mazhar olması, Hristiyan dünyasına verilecek mesajın en kısa sürede ulaşacağı bir kapı işlevi üstlenmesinden kaynaklanmaktaydı.
Ders veren bir mektep olarak Kudüs
Kudüs, tarih boyunca Müslümanlara bir ve beraber olmayı yaşadığı işgallerle öğreten ve bunun bedelini de en ağır şekilde ödeten bir mektep olmuştur. Halifelik yönetiminin zayıflamasından dolayı Müslüman emirlerin enerjilerini birbirleriyle uğraşarak boşa harcadıkları sırada Kudüs’ün Haçlıların eline düşüvermesi, bu dersin somut bir örneğidir. Bunun bir diğer örneği de günümüzde yaşanmakta değil midir? İslam dünyasının parçalanmışlığının Kudüs’ü ne hâllere düşürdüğünü bizzat gören ve yaşayan; Kudüs’ün bu durumunun İslam dünyasını nasıl bir utanca boğduğuna şahit olan bizler değil miyiz?
Öte yandan, onurlu bir şehir olan Kudüs; kahramanlarına ve hizmetkârlarına da onur bahşeden bir şehirdir. Başta fatihi olan Hz. Ömer olmak üzere Abdülmelik’i ve oğlu Velid’i, Nureddin Zengi’yi, şehrin ikinci fatihi Selahaddin’i, Kayıtbay’ı, Osmanlı sultanları Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman ve II. Abdülhamid’i… Özetle kendisine hizmet eden herkesi ölümsüzleştiren, adını tarihe altın harflerle yazdıran bir şehirdir.
Tarih boyunca pek çok âlim, zahit, arif, müçtehit ve mücahidin yaşadığı Kudüs şehri; ilmi, feyzi, bereketi ve maneviyatıyla hem bu kutsal kentte yaşayanları hem de dünya üzerindeki diğer Müslümanları besleyen bir pınar da olmuştur.
Müslüman Türk kenti olarak Kudüs
Kudüs, Müslüman kentidir. Şehrin mevcut imarını Müslümanlar sayesinde kazandığı bir gerçektir. Kudüs’ü Kudüs yapan Müslümanlardır. Müslümanlar kendi hâkimiyetlerinde şehri diğer din mensuplarına asla kapatmamış, onların ibadetlerine ve ziyaretlerine hiçbir zaman engel olmamışlardır. Bu sebeple Müslümanların hâkimiyetinde Kudüs ayrışmanın değil birleşmenin; kendinden olmayanı dışlamanın değil kucaklamanın sembolü olmuştur.
Kudüs, Müslüman olduğu kadar bir Türk şehridir aynı zamanda. Kudüs’ü koruyan ve şehre en fazla hizmet etme şerefine nail olan millet, Tolunoğulları ve İhşidiler başta olmak üzere Selçuklu, Memlüklü ve Osmanlı Türkleri olmuştur. Şehir, tarihinde en fazla, 744 sene gibi uzun bir süre Türklerin hâkimiyetinde kalmıştır. 870’li yıllarda Türk vali Ahmed b. Tolun’la başlayan Türk hâkimiyeti İhşidiler ile devam etmiştir. Kudüs, bu dönemden itibaren Haçlı işgaline kadar Kahire merkezli devletlerin idaresinde olsa da çoğu zaman başarılı Türk idareciler tarafından yönetilmiştir. Kudüs, 25 yıldan fazla bir süreyle Selçuklular tarafından yönetilmiştir. Şehirdeki Şii etkiyi kırmak için Sünni çizgide medreseler kuran Selçuklular, İslam dünyasının değişik yerlerinden getirttiği âlimlerle Sünni çizgide ders veren medreselerde pek çok öğrenci yetiştirip İslam dünyasının Sünni kalmasına büyük katkı sağlamışlardır.
1249’dan itibaren Türk kökenli Memlüklerin hâkimiyetine giren Kudüs, 1516’da Sultan I. Selim zamanında bir diğer Türk hanedanı Osmanlı’nın hâkimiyetine geçmiştir. 1917’ye kadar süren Osmanlı dönemi, Kudüs’ün en parlak dönemlerinden biridir. Dört asır boyunca kendilerini şehrin hükümdarı olmaktan ziyade “hizmetkârı” olarak gören Osmanlılar, bu niyet ve bilinçle yaptıkları hizmetlerle Kudüs’ü bir kültür başkentine dönüştürmüşlerdi. Tamamı günümüze ulaşmasa da sadece Harem-i Şerif’te Müslümanlar tarafından yaptırılan ve her birinin de kendine özgü fazileti olan tarihî yapı sayısı 200’den fazladır. Şehri bugün dahi çevreleyen muhteşem surlar başta olmak üzere, faalliğini hâlâ koruyan cami, mescit, tekke, zaviye, medrese, han, hamam, çeşme, sebil ve hastane gibi pek çok dinî ve sosyal yapı Türk İslam dönemine aittir. Ancak bütün bunların ötesinde Kudüs, Türk İslam hâkimiyetinde insanlığın kaynaştığı kutsal bir belde olmanın en muhteşem örneği olmuştur.
Kudüs’ün Osmanlı’dan sonra adına tezat bir şehre dönüşmesi herkesin malumudur. Hâlbuki bütün insanlığı bir noktada toplayan şehir, tarih boyunca ancak kutsala saygıyı, ötekine hoşgörüyü ve anlayışı paylaşabildiği ölçüde güzel; bu değerleri içselleştirebildiği dönemlerde barış kenti olmuştur. Bugün bu tarihsel güzelliğini kaybeden Kudüs, adına tezat bir şekilde barışla değil İsrail’in haksız ve adaletsiz eylemleriyle anılır hâle gelmiştir.
Dünya barışının anahtarı olarak Kudüs
Yazıyı bitirirken belirtilmelidir ki; insanlığın kadim şehri olan Kudüs kıyamete kadar önemini korumaya devam edecektir. Bu sebeple de Kudüs, sadece Filistin-İsrail meselesinin bir konusu değil aynı zamanda bütün İslam dünyasının bir meselesidir. Hatta Kudüs, sadece İslam dünyasının da değil bütün dünyanın bir meselesidir. İnsanlığın ortak mirası Kudüs’te yaşanan her olayın şöyle ya da böyle hem dünya hem de Müslüman kamuoyunda büyük yankı uyandırmasının sebebi de budur.
Unutulmamalıdır ki dünyanın barış ve huzuru, Kudüs’ün barış ve huzurundan geçmektedir.
Prof. Dr. Nuh Arslantaş