Ebû Mâlik el-Eş'arî'nin (ra) naklettiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Ümmetimde câhiliye âdetlerinden kalma dört şey vardır ki bunları (kolaylıkla) terk edemezler. Bunlar; asaleti ile övünme, nesepleri kötüleme, yıldızlarla yağmur isteme ve bağıra çağıra ölülere yas tutmadır…”
أَنَّ أَبَا مَالِكٍ الْأَشْعَرِيَّ حَدَّثَهُ أَنَّ النَّبِيَّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “أَرْبَعٌ فِى أُمَّتِى مِنْ أَمْرِ الْجَاهِلِيَّةِ لاَ يَتْرُكُونَهُنَّ: الْفَخْرُ فِى الْأَحْسَابِ وَالطَّعْنُ فِى الْأَنْسَابِ وَالْاِسْتِسْقَاءُ بِالنُّجُومِ وَالنِّيَاحَةُ…”
(M2160 Müslim, Cenâiz, 29)
***
عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) عَنِ النَّبِيِّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “لاَ فَرَعَ وَلاَ عَتِيرَةَ.”
Ebû Hüreyre'den (ra) nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“(İslâm'da) fera' ve atîre (kurbanları) yoktur.”
(B5473 Buhârî, Akîka, 3; M5116 Müslim, Edâhî, 38)
***
أَنَّ أَبَا هُرَيْرَةَ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “مَنْ حَلَفَ مِنْكُمْ فَقَالَ فِى حَلِفِهِ: بِاللاَّتِ فَلْيَقُلْ: لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللَّهُ...”
Ebû Hüreyre'nin (ra) naklettiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:
“Sizden biriniz yemin eder ve yemininde de "Lât'a yemin olsun ki!" derse arkasından "Lâ ilâhe illâllâh" desin...”
(M4260 Müslim, Eymân, 5)
***
عَنْ عَبْدِ اللَّهِ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) قَالَ: قَالَ النَّبِيُّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “لَيْسَ مِنَّا مَنْ لَطَمَ الْخُدُودَ، وَشَقَّ الْجُيُوبَ، وَدَعَا بِدَعْوَى الْجَاهِلِيَّةِ.”
Abdullah (b. Mes'ûd) (ra) tarafından nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: “(Ölenlerin ardından) avuçlarıyla yanaklarını döven, yakalarını yırtan ve câhiliye âdeti olarak bağırıp feryat eden kimse bizden değildir.”
(B1294 Buhârî, Cenâiz, 35)
***
عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ: أَنَّ النَّبِيَّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: أَبْغَضُ النَّاسِ إِلَى اللَّهِ ثَلاَثَةٌ: “مُلْحِدٌ فِى الْحَرَمِ، وَمُبْتَغٍ فِى الْإِسْلاَمِ سُنَّةَ الْجَاهِلِيَّةِ، وَمُطَّلِبُ دَمِ امْرِئٍ بِغَيْرِ حَقٍّ لِيُهَرِيقَ دَمَهُ.”
İbn Abbâs'tan (ra) nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Allah'ın (cc) en çok nefret ettiği insanlar şu üç sınıftır: Harem (bölgesi) içinde zulüm ve haksızlık eden, İslâm dininde câhiliye âdetleri(ni uygulama ve yaşatma) arayışı içinde olan ve haksız yere başka birinin kanını dökmek isteyen.”
(B6882 Buhârî, Diyât, 9)
***
İslâm, 610 yılında yeryüzünü şereflendirmiş ve bu tarihten itibaren Allah Resûlü (sas), başta en yakınları olmak üzere insanları Allah'ın dinine çağırmaya başlamıştı. İnananların sayısı zamanla arttıkça, Kureyş toplumunun onlara karşı uyguladığı baskı da şiddetini artırmıştı. Müşriklerin ağır baskı ve işkenceleri dayanılmaz boyutlara ulaşınca Resûlullah (sas), Müslümanlar için çareler aramaya başladı. Bu arayış neticesinde on beş kişilik ilk “muhacir heyetine” hiç kimseye zulmetmeyen bir hükümdarın iş başında olduğu Habeşistan'a gitmelerini ve Allah bir çıkış yolu gösterinceye kadar orada kalmalarını söyledi. Buna karşılık Kureyş, Habeşistan'a hicret eden bir avuç Müslümanı sığındıkları bu ülkeden geri getirmek için bir heyet gönderdi. Âdil hükümdar Necâşî Ashame'nin huzurunda bu heyet ile Müslüman heyeti arasında bir tartışma oldu. Kureyşlilerin iddialarına muhacir Ca'fer b. Ebû Tâlib (ra), İslâm'ın kendilerinde meydana getirdiği değişimi özetlediği şu tarihî konuşmasıyla cevap verdi:
“Hükümdar! Biz câhiliye toplumuyduk; putlara tapar, leş yer, çirkin işler yapardık. Akraba ilişkilerine değer vermez, etrafımızdakilere kötülük ederdik. Güçlülerimiz zayıflarımızı yok ederdi. İşte biz bu hâlde iken, neticede Allah (cc) bize içimizden soyunu, doğruluğunu, güvenirliğini ve iffetini iyi bildiğimiz bir resûl gönderdi. Bu peygamber bizi Allah'a, tevhid inancına ve O'na ibadet etmeye davet etti. Bizim ve atalarımızın Allah'ın dışında tapmış olduğumuz taşlardan ve putlardan kurtulmamızı öğütledi. Doğru söylemeyi, emanete riayet etmeyi, akraba ile iyi ilişkiler kurmayı, komşulara iyi muamelede bulunmayı, haram yemeye ve kan dökmeye son vermeyi emretti. Aynı şekilde çirkinlikleri, yalan sözü, yetim malı yemeyi, namuslu kadına iftira etmeyi de yasakladı. Sadece tek olan Allah'a ibadet etmeyi ve O'na hiçbir şeyi şirk koşmamamızı emretti. Namazı, zekâtı ve orucu da bize emretti.”
Ca'fer, İslâmî esasları açıkladıktan sonra sözlerine şöyle devam etti: “Biz onu tasdik ettik, ona iman ettik ve onun getirdiği ilâhî bildiriye uyduk. Artık sadece Allah'a ibadet ettik, O'na hiçbir şeyi ortak koşmadık. Bize haram kıldıklarını haram, helâl kıldıklarını helâl kabul ettik. Bunun üzerine kendi toplumumuz bize düşman kesildi. Bize işkence ettiler.
Allah'a ibadeti bırakıp tekrar putlara tapmaya döndürmek, önceden helâl saydığımız çirkinlikleri tekrar helâl kabul etmemizi sağlamak ve böylece dinimizden döndürebilmek için bize baskı yaptılar. Onlar bizi ağır bir baskıya maruz bırakınca, zorlayınca, bize zulmedince, bizimle dinimiz arasına girip inancımızı yaşamamıza engel olunca, biz de kalkıp senin ülkene sığındık. Seni başkalarına tercih ettik ve sana yakın olmayı istedik. Ey hükümdar, senin yanında haksızlığa uğratılmayacağımızı umduk!” Bu konuşmadan sonra Necâşî mültecileri Kureyşlilere vermeyi kabul etmedi ve misafirliklerinin devamına karar verdi.
Ca'fer b. Ebû Tâlib (ra), Allah Resûlü'nün (sas) kendilerinde gerçekleştirdiği mucizevî değişimi, hayatlarının İslâm'la aydınlanmadan önceki ve onunla şereflendikten sonraki iki farklı dönemini, işte bu şekilde tasvir etmişti. Onların şahit olduğu dönemlerden birincisi, İbrâhimî davetin unutulmaya yüz tuttuğu, dinî, insanî, ahlâkî değerlerin yozlaştığı, insanın kendisine ve Rabbine yabancılaştığı karanlık dönemdi. İkincisi ise bu karanlığın Resûlullah (sas) tarafından İslâm'ın nuruyla aydınlatıldığı saadet asrıydı. İslâm öncesinde insanlığın inançsızlık, zulüm, adaletsizlik ile kıvrandığı, hayatın her alanında cahilce uygulamaların hüküm sürdüğü bu zaman dilimi, o dönemde yaşanılanlara yakışır şekilde “câhiliye dönemi” olarak isimlendirilmişti.
Câhiliye kavramı, “cehl” kökünden gelir ve “bilgisizlik ve cehaletin yanında kabalık, zorbalık, barbarlık” anlamı da taşır. Cehl kelimesinin “ilim” ve “hilm”kavramlarının zıddı olması yönüyle, câhiliye kavramı da yalnızca ilmin değil “akıllı ve kültürlü davranma, yumuşak, hoşgörülü, bağışlayıcı ve medenî hareket etme” anlamındaki hilmin de zıddıdır. Bu yönüyle inanç veya dünya görüşü yönünden câhiliye çağının bilgisizliği, İslâm'ın bilgelik ve aydınlığının zıddını ifade eder. Nitekim câhiliye dönemi insanı yalnızca bilgisizliklerinden dolayı değil hilm sahibi olmadıklarından dolayı da Kur'an tarafından eleştiriye muhatap olmuşlardır. Câhiliye dönemi, İslâm öncesinde Arapların sahip oldukları inanç ve sosyal hayat telakkisi olarak tanımlanır ancak bunun yanında genel olarak o dönemin zihniyetini andıran günah ve isyan içeren davranışlar için de câhiliye nitelemesi yapılabilmektedir.
Câhiliye kavramının, Allah Resûlü'nün (sas) ve ashâbının dilinde çeşitli şekillerde kullanıldığı görülmektedir. Nitekim pek çok rivayette câhiliyeye ait anılardan bahsedilirken Hz. Peygamber (sas), ashâbının davranışlarında câhiliyeye ait izler gördüğünde onları uyarırken veya sahâbe, o döneme ait davranışlarının hükmünü Resûlullah'a (sas) sorarken câhiliye kavramını zikretmişlerdir. Âyetlerde ise genel olarak câhiliye zihniyeti ve bunun insan ilişkilerine, sosyal ve hukukî alana yansımaları konu edilerek bunların yerine İslâm'ın değerleri yerleştirilmeye çalışılmıştır. Kur'an, Uhud Savaşı'nda münafıkların tutumunu, Allah'a karşı haksız yere câhiliye devrindekilere benzer düşüncelere kapılmaları sebebiyle eleştirmiş ve putperest câhiliye kuruntularına dayalı şüphe ve tereddütten kurtulamamış zihniyeti, “zann-ı câhiliyye” olarak isimlendirmiştir. “Hükmü'l-câhiliyye” yi yani eski câhiliye hükmünü geri getirmek isteyen insanlar uyarılmış ve Hz. Peygamber'in hanımları “teberrücü'l-câhiliyye” yani câhiliye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılma konusunda ikaz edilmişlerdir. Câhiliye dönemine damgasına vuran, inanç, ahlâk, tutum ve davranışlardaki taassup, adaletsizlik, aşırı kabile taraftarlığı, ırkçılık, kin, öfke ve şiddetin karşılığı olarak Kur"an"da, “hamiyyetü'l-câhiliyye” ifadesi zikredilmiş ve kalplerine câhiliye taassubu yerleşmiş olan kâfirler bu tutumları sebebiyle eleştirilmişlerdir.
Câhiliye zihniyetinin ve uygulamalarının temelini yozlaşan dinî inançlar oluşturuyordu. Zira hayatın her karesinde onların tahrif edilmiş inançlarına dair izler görmek mümkündü. İlâhî vahyin âdeta fetret döneminin yaşandığı bu çağda insanlar Hz. İbrâhim'in (as) ilâhî vahyini unutmuşlar, var olan dinî değerleri yozlaştırıp aslından çok farklı bir şekle büründürmüşlerdi. Hz. İbrâhim'den beri tek Allah'a inanan Arapların, zaman içinde, atalarına ve atalarının hatırasına sorgulamaksızın körü körüne bağlanmaları, onları şirk akidesine yönlendirmişti. Câhiliye zihniyetinin devamını sağlayan da, taassuba dönüşmüş olan, putperest ataları taklit zihniyetiydi. “Biz atalarımızı bir din (millet) üzerinde bulduk, biz ancak onları taklit ederiz.” şeklinde kendilerini niteleyen bu zihniyet, Allah Resûlü'nün (sas) en büyük mücadele alanını oluşturuyordu. Puta tapan atalarına koşulsuz bağlanmaları ve onları taklit etmeleri nedeniyle Kur'an tarafından da eleştirilmişlerdi. Âyetlerde, “Onlara, "Allah'ın indirdiğine uyun!" denildiği zaman onlar, "Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız." dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?” şeklinde tasvir edilen bu inatçı zihniyetin, âhirette de kendilerini müşrik atalarının yoldan çıkardıkları mazeretini ileri sürecekleri bildirilmektedir. Ne ilâhî bir bildiriye ne de kendi aklî muhakemelerine dayanan, sadece putperest atalarının inançlarına körü körüne bağlanan ve sorgulamayı kabul etmeyen böylesi bir tavır câhiliye zihniyetinin temel özelliğini oluşturuyordu.
Kur'an'ın, “Biz onlara okuyacakları kitaplar vermediğimiz gibi senden önce bir uyarıcı da göndermemiştik.” şeklinde özetlediği durum içinde câhiliye devrinde insanlar, az sayıdaki hanîflerin dışında, dinî yönden atalarından devraldıkları bilgisizlik içerisinde hayatlarını sürdürüyorlardı. Hz. İbrâhim'in “Hanîf dinini” bırakıp şirk akidesini benimseyen insanların Allah inancının yanında putlara da tapılan ilginç bir akideleri bulunuyordu. Esasında o dönemin insanına “Yeryüzü ve içindekiler kimindir?” denildiğinde, “Allah'ındır.” cevabını veriyorlar, Allah'ın dünyayı yarattığını kabul ediyor, zor durumda kaldıklarında O'na sığınıyor, rızkı O'nun verdiğine inanıyor ve O'nun üzerine yemin ediyorlardı.
Bunun yanında kendilerini Allah'a yakınlaştırsın diye Allah'la aralarında “aracı” olarak gördükleri putlara da tapıyorlardı. Kur'an'ın, Allah'ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeyleri şefaatçi edinmelerinden dolayı eleştirdiği bu insanlar, kimi zaman yardım dilemek, kimi zaman da şeref ve itibar kazanmak amacıyla sahte ilâhlar edinmişlerdi. Taş, ağaç, çamur veya hamurdan yapılan putlar, heykeller veya dikili taşlar câhiliyede tapınmaya değer bulunan nesneler arasındaydı. Her kabilenin ilâhî güç atfettiği bir putu bulunur ve onlara çeşitli şekillerde tapılırdı. Arap Yarımadası'nın çeşitli bölgelerinde ve özellikle Hicaz bölgesinde isimleri ve şekilleri farklı pek çok put vardı. Kâbe ve çevresinde üç yüz altmış put bulunuyordu. Bunun dışında her evde tapınacak bir put mevcuttu. Âyetlerde de zikredilen ve yalnızca ataların taktığı isimlerden ibaret olduğu vurgulanan Lât, Menât, Uzzâ ve Hübel gibi putlar ise putların en büyüklerinden sayılıyordu. Onlar için kurbanlar kesilir, yeminler edilir, onlara yiyecekler sunulurdu. Putların bazıları sabit, bazıları taşınabilirdi. Bir kısmı ise acıkınca yenilebilecek cinstendi. O döneme ait rivayet kültüründe câhiliye zihniyetinin şirk geleneğini yansıtan çarpıcı hatıralar yer almaktadır. Meselâ, tâbiînin önde gelenlerinden Mücâhid'in, kendisini azat eden efendisinden naklettiğine göre, bir gün efendisinin ailesi ona kaymak ve süt dolu bir tas vererek bunu tanrılarına hediye olarak götürmesini istemişti. Ancak tanrılardan korktuklarından dolayı yolda bunları yememesi için onu sıkı sıkı tembihlemişlerdi. O, tası götürüp putların önüne koyduğunda ise bir köpek gelip kaymağı yemiş, sütü içmiş, ardından da putun üzerine pislemişti. Ayrıca câhiliye insanının yolculuğa çıkarken beraberinde üçünü tenceresine sacayağı olarak kullanacağı, birine ise tapacağı dört taş aldığı da naklediliyordu. Yine câhiliye döneminde güzel bir taş ele geçirdiklerinde ona taptıkları, taş bulamadıklarında biraz kum toplayıp sonra bol sütlü deveyi getirip bu kum yığınını tamamen ıslatıncaya kadar deveyi sağdıkları ve o yerde kaldıkları sürece bu kum yığınına taptıkları da anlatılmıştır.
Câhiliye zihniyetinin temelini oluşturan putçu din anlayışı, hemen her varlığa ulûhiyet yakıştıran inanç tarzı, pek çok bâtıl inanış ve hurafeyi de beraberinde getirmişti. İnanç konusunda tam bir bocalama içerisinde olan câhiliye insanı, çeşitli varlıkları kutsallaştırarak, sahte ilâhların sayısını artırarak içlerindeki inanç boşluğunu doldurmaya çalışıyordu. Allah'a oğullar ve kızlar isnat ediyorlar, cinleri O'na ortak koşuyorlar, melekleri dişi olarak kabul edip Allah'ın kızları sayıyorlardı. Bunların yanında çeşitli gök cisimleri ve yıldızlar da ilâhî güç atfedilen varlıklar arasında yerini alıyordu. Ayrıca yıldızların yağmur yağdırarak insanları rızıklandırdığı düşüncesi câhiliyeden kalma alışkanlıklar arasında zikredilmiştir. Bu konuda Allah Resûlü (sas) şöyle buyurmuştur: “Ümmetimde câhiliye âdetlerinden kalma dört şey vardır ki bunları (kolaylıkla) terk edemezler. Bunlar; asaleti ile övünme, nesepleri kötüleme, yıldızlarla yağmur isteme ve bağıra çağıra ölülere yas tutmadır.” Ve yine o, buna inanmanın Allah'ı inkâr etmek anlamına geldiğini söyleyerek böyle davranışlardan ümmetini şiddetle sakındırmıştır. Câhiliye döneminde yıldız kaydığında bunu büyük bir insanın doğumu veya ölümüyle ilişkilendiren anlayış da Hz. Peygamber (sas) tarafından düzeltilmiştir. Buna benzer şekilde Allah Resûlü (sas), oğlu İbrâhim'in (as) vefat ettiği gün gerçekleşen güneş tutulmasında, insanların bu iki olay arasında ilişki kurması üzerine, güneş ve ayın Allah'ın âyetlerinden iki âyet olduğunu bildirmiş ve bunların kimsenin ölümü veya doğumu için tutulmayacaklarını söylemiştir.
İslâm öncesinde yıldızların hareketlerine bakarak, cinlerden yardım alarak veya o dönemde revaçta olan çeşitli uygulamalarla gelecekten haber almaya yönelik pek çok bâtıl inanç bulunmaktaydı. Özellikle kâhinler, falcılar ve arrâflar gayba dair bilgi verdiklerine inanılan bilgi kaynakları arasında önemli yere sahipti. Doğaüstü güçlere sahip olduğu düşüncesiyle câhiliye insanı, bireysel veya toplumsal hemen her konuda bilgi sahibi olduğunu düşündükleri kâhinlere başvururlardı. Çeşitli yöntemlerle kehanette bulunduklarına inanılan kâhinlerin, sihir veya büyü yoluyla insanları etki altına aldıkları düşünülüyordu. Büyünün o dönemde yaygınlığından dolayı İslâm'ı tebliğ etmeye başladığında Allah Resûlü'nün (sas) de büyülenmiş olduğunu veya insanları sözleriyle etkileyen bir büyücü olduğunu sanmışlardı. Oysa şirk olarak tanımlanan sihir, büyü gibi bâtıl inançlar, Allah Resûlü'nün (sas) en büyük mücadele alanlarından biriydi ve o, kâhinlerin yalan sözlerle insanları kandırdıklarını söyleyerek onların sözlerine kesinlikle inanılmaması gerektiğini vurgulamıştı.
Câhiliye döneminde insanlar büyünün yanında gaybdan haber alma aracı olarak fallara da başvuruyorlardı. Bu dönem halkı, kum üzerine çizgiler çizerek (hattü'r-reml), kuş uçurarak (ıyâfe), taşları veya hurma çekirdeklerini yere vurarak (tark), insanın birtakım fiziksel özelliklerinden yola çıkarak (kıyâfe) veya fal oklarıyla (ezlâm) gelecekte yapacakları iş hakkında karar verirlerdi. İnsanlar hemen her konuda önemli birtakım kararlar almadan önce genellikle putların önünde çektikleri fal oklarına (ezlâm) başvururlar, çekilen ok doğrultusunda verilen kararı putların onayladığına inanırlardı. Kur'an tarafından şeytan işi birer pislik olarak nitelenen fal okları ve bunlarla kısmet aramak İslâm'la birlikte haram kılınmış ve bu tür uygulamalar ile işler Allah'ın takdirine değil de başka varlıkların iradesine bırakıldığı için Allah Resûlü (sas) tarafından da puta tapıcılık olarak tanımlanmıştır.
İslâm'dan önce Araplar arasında bazı varlıklara uğursuzluk nispet etme alışkanlığı ve uğursuzluğa dayanan birtakım hurafeler oldukça yaygındı. Evde, kadında ve atta uğursuzluk olduğuna inanan câhiliye insanı, ölülerin mezarlarından baykuş şeklinde çıktıklarına inandığı için, baykuşu uğursuz sayardı. Issız yerlerde bulunarak insanlara zarar verdiğine inanılan, cin veya şeytan türü gizemli bir varlık olduğu düşünülen “ğul” inancı da câhiliye döneminde yaygındı. Şevval ayını uğursuz sayarak bu ayda evlenmeyen Araplar, Safer ayının da uğursuz olduğunu düşünerek o ayda umre yapmazlardı. Ayrıca Safer'in, karında bulunan ve başkalarına da bulaştığına inanılan bir ağrı veya karın kurdu olduğu inancı da mevcuttu. Allah Resûlü (sas) ise yalnızca insanların zan ve kuruntularından ibaret olan, hayatı çekilmez kılan, eşyayı uğursuz sayma veya bunları kötüye yorma inançlarının (teşe'üm) aslının olmadığını vurgulamıştı. Varlıkların zâtında uğursuzluğu barındıramayacağını bildiren Allah Resûlü (sas), esasında Allah (cc) dışında, hiçbir kudrete sahip olmayan varlıklara bu tür güçlerin atfedilmesini câhiliye insanının temel karakteri hâline gelmiş şirk inancından kaynaklandığı ve İslâm'ın temeli olan tevhide ters düştüğü için reddediyor ve insanlara kalplerine bir korku geldiğinde Allah'a sığınmalarını öğütlüyordu.
Câhiliye Araplarında yaygın bir inanış olan nazar değmesine karşı korunmak amacıyla çeşitli nesneler kullanılmaktaydı. “Temâim” adı verilen nazarlık ve muska türü nesnelerle insanın nazardan korunduğuna inanıyor, hatta develerinin boynuna astıkları muskalarla onları da nazardan ve kazadan koruyabilecekleri kanaatini taşıyorlardı. Hz. Peygamber (sas) ise nazarın gerçek olduğunu bildirmekle birlikte ondan korunmak maksadıyla Yüce Allah (cc) yerine bu tür nesnelerden medet ummayı yasaklamış, hayvanların boynuna asılan nazarlıkların çıkarılıp atılmasını emretmişti.
İslâm öncesinde insanlar, bozuk inançlarının gerektirdiği şekilde birtakım ibadetlerde de bulunmaktaydılar. Ancak onların ibadetleri İbrâhimî geleneğin yozlaştırılmış yorumlarının ve putperest din anlayışlarının izlerini taşıyordu. Araplar arasında yaygın olarak görülen ibadetlerin başında hac geliyordu. Müşrikler, hac ibadetini “nesi"” uygulaması gereği ilkbahar ve yaz aylarına getirmek için ayların yerlerini değiştirirlerdi, böylece ancak otuz üç yılda bir kez hac asıl mevsimi olan Zilhicce ayında yapılırdı. Câhiliye dönemindeki haccın hemen her bölümüne şirk karışmış, Kâbe'nin içine putlar doldurulmuş, Safâ, Merve, Mina gibi diğer ibadet mahallerine de çeşitli putlar konulmuştu. Kur'an'da, “Onların Beytullah yanındaki duaları da ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildi...” şeklinde tasvir edildiği üzere, tavaf uygulaması da yozlaştırılmış ve Kâbe çıplak olarak tavaf edilir olmuştu. Daha sonra bu durum Allah Resûlü (sas) tarafından yasaklandı. Tavaf esnasında müşrikler şu şekilde telbiye getirirlerdi: “Buyur Allah'ım buyur. Senin ortağın yoktur. Ancak bir ortağın vardır. O da senin hükmündedir. Sen ona ve onun sahip olduklarına hükmedersin.”
Müşrikler, İslâm'dan önce Safâ ve Merve arasında sa'y yaparlardı. Gassân ve Ensar kabileleri ise sa'y yapmaktan kaçınırdı. Zira onlar Menât putu için ihrama girip telbiye getirirlerdi ve onun karşısında bulunan Safâ ve Merve'de sa'y yapmayı günah sayarlardı. Bir başka rivayete göre Ensar kabilesi, deniz kenarında bulunan İsaf ve Nâile adında iki puta telbiye getirir, sonra Mekke'ye gelip Safâ ve Merve arasında sa'y yapar ve tıraş olurdu. İslâm'a girdikten sonra ise Ensar kabileleri, sa'y yapmanın kendilerine ağır geldiğini söylemişler ve bunun üzerine, “Şüphe yok ki Safâ ile Merve Allah'ın koyduğu nişanlardandır. Her kim Beytullah'ı ziyaret eder veya umre yaparsa onları tavaf etmesinde kendisine bir günah yoktur.” âyeti indirilmişti. Bu şekilde İslâm"la birlikte şirk karışmış olan hac uygulamaları temizlenmiş ve Allah Resûlü (sas), hac ibadetini İbrâhim (as) dönemindeki safiyetine döndürmüştü.
Bu bağlamda Hz. Peygamber (sas), hacla ilgili olarak müşriklere muhalefet eden uygulamalarda da bulunmuştu. Müzdelife'den Mina'ya müşriklerin aksine güneş doğmadan önce hareket etmesi de bunun örneklerinden biriydi. Allah Resûlü (sas), müşriklerin hac aylarında umre yapmama âdetini de değiştirmişti. Câhiliye döneminde hac aylarında umre yapmak, yeryüzünde işlenen kötülüklerin en kötüsü sayılırdı. Bu yüzden Muharrem ayını Safer ayıyla değiştirirlerdi. Hz. Peygamber (sas) ise Mekke'ye geldiğinde hac için ihrama girdiklerinin dördüncü günü ashâbına hac niyetlerini umreye değiştirmelerini emretti. Böylece hac döneminde umre yapılmasına da imkân sağlandı.
Câhiliye devrinde kurban ibadeti Hz. İbrâhim'in (sas) sünneti olmaktan çıkmıştı ve kendilerini ilâhlarına yakınlaştırma amacıyla devam ettiriliyordu. İnsanlar hac zamanında veya diğer zamanlarda Kâbe'deki putlara veya diğer ilâhlarına kurban keserler, adaklar adarlardı. Kurban da diğer ibadetler gibi aslını kaybetmiş, tamamen keyfî ve asılsız kurallarla, şirk unsurlarıyla donatılmıştı. Ancak Allah'ın birliğine inanan hanîfler bu tür uygulamalardan uzak duruyorlardı. Nitekim hanîflerden Zeyd b. Amr b. Nüfeyl'e, İslâm'dan önce Kureyşliler putları adına kestikleri bir kurbanın etini ikram etmişler, o ise Allah'tan başkasının adına kesilen hayvanın etinin yenmeyeceğini söyleyerek onları şu şekilde ayıplamıştı: “Koyunu Allah (cc) yaratmış, onun için gökten yağmur indirmiş, yerden de onun gıdasını bitirmiştir. Sonra kalkıp siz onu Allah'tan başkasının adına kesiyorsunuz!”
Câhiliye insanı devenin ilk doğurduğu yavrusunu putlara kurban olarak keser, kanını da putların başına akıtırdı, hayvanın derisi ise bir ağaç üzerine atılırdı. Bu kurbana “fera"”, Receb'in ilk on gününde putlar için kesilip yenen hayvana ise “atîre”denirdi. Hz. Peygamber, “(İslâm'da) fera" ve atîre (kurbanları) yoktur.” buyurarak putlar ve dikili taşlar adına kesilen kurbanları reddetmiş, Allah'ın adı anılmaksızın kesilen her kurbanı yasaklamıştır. Kurbanların Allah (cc) rızası için kesilmesini şart koşmuştur. Kabirlerin başında kurban kesme, günah olduğu düşüncesiyle kurbanlık deveye binmeme âdetlerini de yasaklamıştır. Resûl-i Ekrem (sas), Arapların cömertlik gösterisi olarak kestikleri develerin etlerini yemeyi de yasakladı. Ayrıca canlıyken develerin hörgücünün ve koyunların kuyruklarının kesilmesi durumunda bunların leş hükmünde olduğunu bildirdi.
İslâm öncesinde insanlar, bazı hayvanları kendilerine haram kılıyorlar (bahira), bazılarını bir beladan kurtulmak için adak olarak seçiyor, sonra beladan kurtulunca salıverip onu kullanmayı kendilerine yasaklıyorlar (sâibe, hâm), bazı hayvanları da putları için kurban etmekten muaf tutuyorlardı (vâsıle). İslâm"la birlikte câhiliye döneminde kurbanla ilgili yapılagelen tüm bu bâtıl uygulamalar yasaklanmış, bir kısmı ise dine uygun hâle getirilmişti. Nitekim câhiliye döneminde çocuk doğduğunda onun için kurban kesilirdi, İslâm sonrasında da bu âdet devam ettirildi. Allah Resûlü (sas), câhiliye döneminde yapılan Receb ayında kurban kesme âdetine Allah (cc) rızası için olma şartını getirmiş ve ayrıca bunun Receb ayına mahsus olmadığını, herhangi bir ayda kesilebileceğini belirtmiştir. Aynı şekilde Hz. Peygamber (sas), adak uygulamasına da İslâm'a uygun olma durumunda izin vermiş, ancak Allah'ın dışındaki varlıklar için yapılan veya meşru sayılamayacak sebeplere bağlanan adakları yasaklamıştı.
Oruç ibadeti câhiliye insanı tarafından biliniyor ancak farklı şekillerde uygulanıyordu. Onların âşûrâ gününde oruç tuttukları bilinmektedir. Ramazan orucu emredildiğinde ise Allah Resûlü (sas), insanları âşûrâ günü oruç tutup tutmama konusunda serbest bırakmıştır. Ancak câhiliye döneminde bir gün boyunca hiç konuşmama şeklinde gerçekleşen “sükût orucu” Allah Resûlü (sas) tarafından yasaklanmıştır.
İslâm"dan önce insanlar, Allah'ın yanısıra putlara, Lât ve Uzzâ'ya, Kâbe'ye, annelerinin ve babalarının üzerine de yemin ederlerdi. Yemin etme âdeti İslâm'dan önce ve sonra Araplarda yaygın olan bir durumdu. İslâm, Allah'tan başka bir şeyin üzerine yemin etmeyi yasaklamış, Allah Resûlü (sas), “Kim yemin edecekse ancak Allah (cc) adına yemin etsin.” buyurarak putların, ataların ve tâğûtun üzerine yapılan yemini kaldırmıştır. Ağız alışkanlığı sebebiyle Müslümanların bu yeminlerini bırakmaları pek kolay olmamış, belki de bu sebeple Allah Resûlü (sas), “Sizden biriniz yemin eder ve yemininde de "Lât'a yemin olsun ki!" derse arkasından "Lâ ilâhe illâllâh" desin...” buyurmuştur. Ayrıca Resûl-i Ekrem (sas), eskiden Kâbe üzerine yapılan yeminin “Kâbe'nin Rabbine” şeklinde yapılmasını istemiştir. Allah Resûlü (sas), kişinin sahibi olmadığı bir şey üzerine yemin etmesini, adak adamasını, günah olan bir şey üzerine edilen yemini, Allah'a (cc) isyan konusunda adanan adağı, akraba bağını koparmaya dair yemini ve insanın kendisine eziyet edercesine yalın ayak yürümeye dair ettiği yemini de yasaklamıştır.
İslâm'dan önce, Allah'ın birliğine inanan hanîflerin dışında, müşriklerin çoğu âhirete şüpheyle yaklaşıyorlar hatta, “Bizim için dünya hayatından başka hayat yoktur, yaşarız ve ölürüz.” diyerek inkâr ediyorlardı. Böyle bir anlayışına sahip olan câhiliye insanı, ölüp toprak ve kemik yığını hâline geldikten sonra tekrar dirilme düşüncesinin öncekilerin masallarından başka bir şey olmadığını düşünüyordu. Bu yüzden indirilen âyetlerle ve bu âyetleri tebliğ eden Resûlullah'la (sas) çetin bir mücadele içerisine girmişler ve nasıl yaratıldıklarını unutarak, “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” şeklinde bu inkârlarını dile getirmişlerdi. Âhiret konusunda yalnızca bir zanna kapılarak Allah'ın (cc) âyetlerini alaycı bir şekilde yalanlayan müşrikler, ölüleri için cenaze törenleri düzenlerlerdi. Cenazeye saygı için ayağa kalkma âdeti vardı. O dönemde insanlar ağıt ve çığlıklarla ölüm haberini yayarlardı. Allah Resûlü (sas), bunları câhiliye âdetleri olarak niteleyip ölünün ardından yüksek sesle ağıt yakmayı yasaklamıştı. Câhiliye âdetleri arasında, kocası ölen kadının zorunlu olarak yas tutması, süslenmemesi, koku sürünmemesi de vardı. “(Ölenlerin ardından) avuçlarıyla yanaklarını döven, yakalarını yırtan ve câhiliye âdeti olarak bağırıp feryat eden kimse bizden değildir.” buyuran Allah Resûlü (sas), cenaze töreni ve matemle ilgili insan fıtratına uygun uygulamalar getirmişti.
İslâm öncesinde kendi fıtratına ve kendisini yaratan Rabbine yabancılaşan insanoğlu, cahilce arayışlar içerisine girmişti. Hz. İbrâhim"in (as) dini unutulmaya yüz tutmuş, tevhid akidesine şirk karışmıştı. İnsanlar tahrif olmuş inançları gereği eski safiyetini kaybetmiş olan birtakım ibadetleri sürdürmeye çalışıyorlardı. Putperest din anlayışları câhiliye zihniyetinin temelini oluşturuyordu ve bunun izlerini hayatın her alanında görmek mümkündü. Bu karanlık çağı aydınlatmakla emrolunan Allah Resûlü (sas), ilâhî vahyi son kez insanoğluna bildirdi. Zihinlere Allah'ın varlığını ve birliğini, tevhidin hak olduğunu nakşettikten sonra, câhiliyenin şirk bulaşan tüm uygulamalarını kaldırdı. İbrâhimî geleneğin özüne dayanan davranışları onaylarken, bunların bir kısmını yeniden düzenledi, sonradan dine giren her türlü bâtıl inancı ise kaldırdı. Kendisine câhiliye döneminde yaptığı hayırların faydasının olup olmadığını soran sahâbîye, “Sen eskiden yaptığın hayırlarla Müslüman oldun.” buyurarak faziletli davranışları teşvik etti. Câhiliyede yapılan yeminlere sadık kalınmasını, zira Müslüman olmanın verilen sözlerin arkasında durmayı daha çok gerekli kıldığını bildirdi. Böylece insanların hayatlarında önceki iyiliklerini ve erdemlerini inkâr etmeyen, bununla birlikte İslâm'ın inanç sisteminin gerektirdiği şekilde mevcut zihniyeti ıslah eden bir dönüşüm gerçekleştirilmiş oldu. Resûl-i Ekrem (sas), insanların hayatlarını baştan ayağa inşa eden bu yeni düzeni yerleştirmenin yanında, onların eski alışkanlıklarına tekrar dönmelerini engellemeye çalışmıştır. Zira câhiliye, yalnızca onun yaşadığı dönemde kalmış bir zihniyet değildir, İslâm'dan uzaklaşıldığında her çağda ortaya çıkabilecek niteliğe sahiptir. Bu yüzden Allah Resûlü (sas), her peygamberin gönderilmesinden önce bir câhiliye döneminin bulunduğunu bildirmiş ve İslâm"a rağmen câhiliye zihniyetini yaşatmak isteyen kimseleri “Allah'ın en çok nefret ettiği insanlar” arasında zikretmiştir.