Hadislerle İslam

Cahiliye Devri: Zulüm, Zorbalık, Cehalet

Cahiliye devrinin özellikleri nelerdir? Asabiyet ne demektir?

Abone Ol

Cündeb b. Abdullah el-Becelî'nin (ra) naklettiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:

“Kim kabilecilik/ırkçılık propagandası yaparak veya kabileciliğe/ırkçılığa destek vererek yolunu şaşırmış bir topluluğun bayrağı altında öldürülürse, onun ölümü câhiliye ölümüdür.”

عَنْ جُنْدَبِ بْنِ عَبْدِ اللَّهِ الْبَجَلِيِّ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “مَنْ قُتِلَ تَحْتَ رَايَةٍ عُمِّيَّةٍ، يَدْعُو عَصَبِيَّةً، أَوْ يَنْصُرُ عَصَبِيَّةً، فَقِتْلَةٌ جَاهِلِيَّةٌ.”

(M4792 Müslim, İmâre, 57)

***

عَنِ ابْنِ عُمَرَ: أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) خَطَبَ النَّاسَ يَوْمَ فَتْحِ مَكَّةَ فَقَالَ: “يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّ اللَّهَ قَدْ أَذْهَبَ عَنْكُمْ عُبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةِ وَتَعَاظُمَهَا بِآبَائِهَا فَالنَّاسُ رَجُلاَنِ: رَجُلٌ بَرٌّ تَقِيٌّ كَرِيمٌ عَلَى اللَّهِ وَفَاجِرٌ شَقِيٌّ هَيِّنٌ عَلَى اللَّهِ وَالنَّاسُ بَنُو آدَمَ وَخَلَقَ اللَّهُ آدَمَ مِنْ التُّرَابِ...”

İbn Ömer'den (ra) nakledildiğine göre, Resûlullah (sas), Mekke'nin fethi günü insanlara bir hutbe vererek şöyle buyurdu:

“Ey İnsanlar! Allah sizden câhiliye gururunu ve atalarla övünme âdetini gidermiştir. İnsanlar iki gruptur: İyi, takva sahibi, Allah (cc) katında değerli kişi ve günahkâr; bedbaht, Allah katında değersiz kişi. İnsanlar Âdem'in (as) çocuklarıdır. Ve Allah (cc) Âdem'i (as) topraktan yaratmıştır...”

(T3270 Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'ân, 49; D5116 Ebû Dâvûd, Edeb, 110, 111)

***

أَنَّ أَبَا مَالِكٍ الْأَشْعَرِىَّ حَدَّثَهُ أَنَّ النَّبِيَّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “أَرْبَعٌ فِى أُمَّتِى مِنْ أَمْرِ الْجَاهِلِيَّةِ لاَ يَتْرُكُونَهُنَّ: الْفَخْرُ فِى الْأَحْسَابِ وَالطَّعْنُ فِى الْأَنْسَابِ وَالْاِسْتِسْقَاءُ بِالنُّجُومِ وَالنِّيَاحَةُ...”

Ebû Mâlik el-Eş'arî'nin (ra) naklettiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:

“Ümmetimde câhiliye âdetlerinden kalma dört şey vardır ki bunları (kolaylıkla) terk edemezler. Bunlar; asaleti ile övünme, nesepleri kötüleme, yıldızlarla yağmur isteme ve bağıra çağıra ölülere yas tutmadır...”

(M2160 Müslim, Cenâiz, 29)

***

عَنْ سُلَيْمَانَ بْنِ عَمْرٍو عَنْ أَبِيهِ قَالَ: سَمِعْتُ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) فِى حَجَّةِ الْوَدَاعِ يَقُولُ: “أَلاَ إِنَّ كُلَّ رِبًا مِنْ رِبَا الْجَاهِلِيَّةِ مَوْضُوعٌ لَكُمْ رُءُوسُ أَمْوَالِكُمْ لاَ تَظْلِمُونَ وَلاَ تُظْلَمُونَ. أَلاَ وَإِنَّ كُلَّ دَمٍ مِنْ دَمِ الْجَاهِلِيَّةِ مَوْضُوعٌ وَأَوَّلُ دَمٍ أَضَعُ مِنْهَا دَمُ الْحَارِثِ بْنِ عَبْدِ الْمُطَّلِبِ...”

Süleyman b. Amr'ın (ra) naklettiğine göre, babası (Amr b. Ahvas) şunları anlatmıştır:

“Resûlullah'ı (sas) Veda Haccı'nda dinledim, şöyle diyordu:

"Bilesiniz ki! Câhiliye faizlerinden olan tüm faizler kaldırılmıştır. Anaparalarınız ise sizindir. Haksızlık etmeyecek ve haksızlık da görmeyeceksiniz. Bilesiniz ki! Câhiliye devrinin bütün kan davaları kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdülmuttalib'in oğlu Hâris'in kan davasıdır..." ”

(D3334 Ebû Dâvûd, Büyû', 5; T3087 Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'ân, 9)

***

عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ بِحَدِيثٍ يَرْفَعُهُ قَالَ: “النَّاسُ مَعَادِنُ كَمَعَادِنِ الْفِضَّةِ وَالذَّهَبِ خِيَارُهُمْ فِى الْجَاهِلِيَّةِ خِيَارُهُمْ فِى الْإِسْلاَمِ إِذَا فَقُهُوا…”

Ebû Hüreyre'nin (ra) Resûlullah'a (sas) nispet ederek naklettiği bir hadiste şöyle buyrulmaktadır:

“İnsanlar gümüş ve altın madenleri gibi madenlerdir. Câhiliye devrinde hayırlı olanlar, İslâm"da da hayırlıdır. Yeter ki (dini) iyi kavrasınlar…”

(M6709 Müslim, Birr, 160; B3336 Buhârî, Enbiyâ, 2)

***

Hz. Peygamber (sas) ve ashâbı bir araya geldiklerinde câhiliye devrindeki anılarından bahsederlerdi ve bu meclisler, kimi zaman gözyaşlarına kimi zaman da neşeli anlara sahne olurdu. Bazen de ashâbdan kimileri Peygamber Efendimizin (sas) yanına gelerek câhiliye döneminde yaptıkları davranışları pişmanlık içerisinde anlatırlar ve ona hükmünü sorarlardı. Yine bir gün bir adam Resûlullah’ın (sas) yanına gelerek hayatının İslâm’la tanışmadan önceki hâlini şu şekilde tasvir etti: "Yâ Resûlallah! Biz câhiliye halkıydık. Putlara tapar, çocuklarımızı öldürürdük. Benim bir kızım vardı. Putlara tapma yaşına eriştiği zaman onu çağırdığımda sevinçle hemen yanıma gelirdi. Yine bir gün onu yanıma çağırdım, peşimden geldi. Ailemize ait olan yakındaki bir kuyuya gittim. Kızımın elinden tutarak onu kuyuya attım. Ondan hatırımda kalan son şey, "Babacığım, babacığım!" şeklindeki çığlıkları oldu." Bu sözleri duyan Allah Resûlü’nün (sas) gözlerinden yaşlar süzüldü. Bunun üzerine oradakilerden biri Resûlullah’ı (sas) üzdüğü için adama kızdı. Allah Resûlü (sas) ise "Bırakın! O, kendisini üzen bir şeyi anlatıyor." dedi ve adamdan anlattıklarını tekrarlamasını istedi. Adam sözlerini tekrarladı ve Hz. Peygamber (sas), yine gözyaşları mübarek sakalını ıslatacak kadar ağladı. Bu olaydan oldukça etkilenen Rahmet Peygamberi (sas), kalbi İslâm’la yumuşamadan önce yaptığı bu davranıştan pişmanlık duyan sahâbîsine döndü ve ona umut veren şu sözleri söyledi: "Allah (cc), câhiliyede yapılan kötülükleri(n sorumluluğunu) kaldırmıştır. Sen işe (hayata) yeniden başla!"

Câhiliye döneminde insanlık, hayatın her alanında zalimce uygulamalara şahit oluyordu. Câhiliye karanlığını en çarpıcı şekilde resmeden olay ise bir babanın kızını diri diri toprağa gömmesiydi. İnanç olarak putperestliğin hâkim olduğu İslâm öncesi devirde insan, yalnız Rabbine karşı değil tüm âleme ve mahlûkata karşı zalimce bir tutum içerisindeydi.

Câhiliye döneminde kişinin kız çocuk sahibi oluşu onun için bir utanç vesilesiydi. Zira kadın toplumda uğursuzluk sebebi olarak görülür, kişi kız çocuk sahibi olduğunda öfkelenir, yüzü kapkara kesilirdi. "Kendisine verilen kötü müjde(!) yüzünden halktan gizlenir. Şimdi onu, aşağılanmış olarak yanında tutacak mı, yoksa toprağa mı gömecek? Bak, ne kötü hüküm veriyorlar!" şeklinde Kur’an’da anlatılan bu kötü psikoloji içerisinde câhiliye insanlarından bazıları çareyi kızını toprağa gömmekte bulurdu.

Bazıları ise çocuklarını fakirlik korkusuyla öldürürlerdi. Zeyd b. Amr b. Nüfeyl gibi hanîflerden olup kız çocuğunu ölümden kurtarmak için babasına masrafını ödeyip yanında yetiştirenler de vardı. İslâm’la birlikte bu çirkin âdet yasaklanmış ve diri diri gömülen kız çocuğunun hangi sebepten öldürüldüğünün kıyamet günü sorulacağı bildirilmiştir.

Câhiliye zihniyeti inanç, ibadet, ahlâk, sosyal yaşantı gibi hayatın farklı alanlarına çeşitli tutum ve davranışlar hâlinde yansımaktaydı. İnanç yönünden şirk ve kitap-peygamber tanımazlık olarak görülen bu zihniyet, sosyal hayatta zorbalık, zulüm ve şiddeti fazilet sayıyordu. Hukukta adaletsizlik, eğitim ve öğretimde cehalet, siyasette ise kabile asabiyeti esastı. Buna karşılık yerleşik hayat yaşayan şehirlilerde yönetimin elitlerin elinde olduğu düzenli bir teşkilatlanma biçimi vardı ve hâkimiyetin dayandığı esaslar açısından gücün ve ‘asabiyetin’ hükümranlığı söz konusu idi. İktisadî açıdan ise olgun olmayan bu barbar zihniyet; zorbalık, yağma ve talana dayanan bir cömertlik ve kahramanlığı erdem kabul ediyordu.

Hz. İbrâhim’in (as) getirdiği vahyin unutulmaya yüz tuttuğu, tevhid akidesinin yerine putperestliğin hâkim olduğu bir coğrafyada inançsızlık içerisinde bocalayan insanların sosyal ilişkileri de tam bir kargaşa hâlindeydi. O dönemin yapısını Habeş muhacirlerinden Ca’fer b. Ebû Tâlib, Necâşî’ye şöyle özetliyordu: "Biz câhiliye toplumuyduk; putlara tapar, leş yer, çirkin işler yapardık; akraba ilişkilerini keser, etrafımızdakilere kötülük ederdik. Güçlülerimiz zayıflarımızı ezerdi." Câhiliye zihniyetinin devamlılığını ise ataları taklit ve onlara körü körüne bağlı olma düşüncesi sağlıyordu. Ne ilâhî bir vahye ne de insanî bir muhakemeye dayanan bu taassup yüklü tavır, câhiliye insanının atalarının sahte dinlerini ve geleneklerini devam ettirmesine yol açıyordu.

Araplar, câhiliye döneminde şehirlerde yerleşik hayat sürenler (hadarîler) ve çölde yaşayanlar (bedevîler) olarak ikiye ayrılmış durumdaydılar. Ayrıca toplumda hür, köle ve mevâlî şeklinde bir sınıf ayrımı da söz konusuydu. Köle ve cariyeler sahiplerine bağlıydılar ve mal gibi alınıp satılıyor, miras bırakılıyorlardı. Sosyal yapının kabilecilik esasına dayandığı, insanın ancak mensup olduğu kabileye göre değer kazanabildiği, ırk, renk, soy ve zenginliğin üstünlük ölçüsü olarak kabul edildiği bir sistem hüküm sürüyordu. Kabileler arasında çeşitli sebeplerden dolayı kan davaları ve savaşlar eksik olmazdı, ancak haram aylarda kan dökülmesi yasak sayıldığı için savaşlara ara verilirdi.

Asabiyet adı verilen, kabile mensuplarının birlikte hareket etmelerini sağlayan kabilecilik ruhu ve dayanışma duygusu oldukça güçlü idi. Müşriklerin bu tutumları Kur’an’da, ’hamiyyetü’l-câhiliyye’ şeklinde yer almış ve kâfirler, taassuba varan aşırı kabilecilik, kin, öfke, şiddet ve düşmanlık duygularından dolayı eleştirilmişlerdi. Ayrıca eşitlik ve adaletin yerine kabileciliği ve üstün ırk düşüncesini öngören ’hükmü’l-câhiliyye’ yigeri getirmek isteyenler bu davranışlarından dolayı Kur’an’da kınanmışlardı. Hz. Peygamber’in (sas), "Haksız da olsa kendi kabilene arka çıkmandır." diyerek tanımladığı asabiyet duygusu, insanlar arasında yalnızca takvayı üstünlük ölçüsü kabul eden İslâm dini tarafından kaldırılmıştı. Nitekim Allah Resûlü (sas), Mekke’nin fethedildiği gün irad buyurduğu hutbesinde tüm insanların Hz. Âdem’den (as), Hz. Âdem’in (as) ise topraktan yaratıldığını bildirmiş ve insanlara şöyle seslenmişti: "Ey İnsanlar! Allah (cc) sizden câhiliye gururunu ve atalarla övünme âdetini gidermiştir. İnsanlar iki gruptur: İyi, takva sahibi, Allah (cc) katında değerli kişi ve günahkâr, bedbaht Allah katında değersiz kişi. İnsanlar Âdem’in (as) çocuklarıdır. Ve Allah Âdem’i topraktan yaratmıştır..."

Sevgili Peygamberimiz (sas) her fırsatta kabile asabiyeti yerine İslâm kardeşliğini yerleştirmeye çalışmıştır. Nitekim bir seferinde ensar ve muhacir arasında bir tartışma yaşanmış ve taraflar, ‘Yetişin ey ensar!’ ve ‘Muhacirler yetişin!’ şeklinde bağırmaya başlamışlardı. Bu sözleri duyan Hz. Peygamber (sas), "Bu câhiliye çağrıları da nedir!" şeklinde söz konusu ırkçı hareketlere tepki göstermişti. Ayrıca Resûlullah (sas), "Kim kabilecilik/ırkçılık propagandası yaparak veya kabileciliğe/ırkçılığa destek vererek yolunu şaşırmış bir topluluğun bayrağı altında öldürülürse, onun ölümü câhiliye ehlinin ölümüdür." buyurmuştu. Habeşli siyah bir köle olan Bilâl-i Habeşî (ra) ve Ebû Zer (ra) arasında geçen bir tartışmada Ebû Zerr’in Bilâl’i zenci olan annesinden dolayı ayıplaması üzerine Allah Resûlü (sas) onu şöyle uyarmıştı: "Ey Ebû Zer! Onu anasından dolayı mı ayıplıyorsun? Demek ki sen, kendisinde hâlâ câhiliyeden izler bulunan bir kimsesin."

Miras konusunda da İslâm’dan önce kadın, her türlü haktan mahrum ediliyor, mirasın erkeğin hakkı olduğu düşünülüyordu. İslâm’da kadınlara akrabalık derecesine göre miras hakkı farz kılınmış, Câhiliye döneminden önce paylaştırılan her miras, paylaştırılmış olduğu şekilde geçerliliğini sürdürmüş ancak İslâmiyet’ten sonrakiler İslâm ahkâmına tâbi kılınmıştı. Câhiliye insanının İslâm’la şereflendikten sonra bile hayatın her alanına sinmiş olan bu kabilecilik ruhunu hemen bırakması mümkün olmadı ve Hz. Peygamber (sas), zaman zaman ashâbına bu alışkanlıklarını bırakmalarına dair uyarılarda bulundu: "Ümmetimde câhiliye âdetlerinden kalma dört şey vardır ki bunları (kolaylıkla) terk edemezler. Bunlar; asaleti ile öğünme, nesepleri kötüleme, yıldızlarla yağmur isteme ve bağıra çağıra ölülere yas tutmadır."

Câhiliye zihniyetinin tamamına hâkim olan ‘kabilecilik tutkusu’ güçlü olmaya dayanıyordu. Bu sebeple evlenmek ve özellikle erkek çocuk sahibi olmak onlar için çok önemliydi; zira çokluklarıyla övünürlerdi. Evlenme ve boşanma durumlarında erkeğe büyük bir serbestlik tanınırken, kadının hakkı göz ardı edilirdi. İslâm’la birlikte kadına kendi isteği ile evlenebilme hakkı verilmiş oldu.

Hz. Âişe’nin (ra) anlattığına göre, câhiliye döneminde dört çeşit nikâh vardı. Bunlardan birincisi dünürlüğe dayanan bugünkü nikâhtı. Diğer bir nikâh şekli, çocuğun soylu olmasını isteyen kişinin, karısını dilediği kişiye göndermesi şeklinde gerçekleşiyordu. Bir başka nikâh şekli, on kadar erkek bir kadınla cinsî münasebette bulunduktan sonra, kadının doğan çocuğu onlardan hoşuna giden birine ilhak etmesiydi. Dördüncü nikâh şekli ise gayri meşru birliktelik idi. Böyle bir kadın hamile kalıp da çocuğunu doğurunca daha önce kendisiyle cinsî münasebette bulunan erkeklerden birine çocuğun şekil ve şemailine bakarak babasını tespit edebilen ‘kâif’ yardımıyla nispet ederdi. Allah (cc), Peygamberimizi (sas) gönderince bugünkü Müslümanların nikâhı câhiliye halkının bütün nikâhlarını kaldırdı. ’Şiğâr’ adıyla câhiliye döneminde uygulanan ve mehirsiz olarak iki kadını karşılıklı değişmek anlamına gelen nikâh türü ve belli bir süreliğine nikâhlanmak şeklinde olan mut’a nikâhı da yasaklandı. Daha önce sınırsız olan eş sayısına sınırlama getirildi. Böylece nesepte belirsizliğe yol açan ve câhiliye zihniyetinin ürünü olan uygulamalar yasaklanmış oldu.

Câhiliye halkının evlilikle ilgili konularda özellikle kadının aleyhine olan bütün örf ve âdetlerine İslâm’la son verildi. O dönemde tiranlığın hüküm sürmesi sebebiyle, evlenmede söz hakkı bulunmayan kadınların miras ve mülkiyet hakkı da genellikle erkeklerin elindeydi. Hatta bir adam vefat ettiği zaman, onun velîleri kalan zevcesini de miras olarak almaya herkesten haklı olurlardı. Velîlerden birisi isterse ilk mehri üzerinden o kadınla evlenir, isterlerse onu başka birisiyle evlendirip mehrini alırdı. Yine isterlerse o kadını kimseyle evlendirmezler, fidye vermesi için hapsederler, ölünce mirasını alırlardı. Ölenin velîleri o kadın üzerinde ailesinden daha fazla hak sahibi olurdu. Bu adaletsiz durum, "Ey inananlar, kadınları miras yoluyla zorla almanız size helâl değildir. Onlara verdiklerinizin bir kısmını alıp götürmek için onları sıkıştırmayın..." âyetiyle sona erdirildi. "Geçmişte olanlar bir yana, babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyin; çünkü bu bir hayâsızlıktır, iğrenç bir şeydir ve kötü bir yoldur." âyeti de kadının miras malı olarak vârislere intikalini yasaklıyordu.

Câhiliye döneminde evliliği bitirme hakkı genellikle tek taraflı olarak erkeğe aitti. Talâk, erkeğin keyfî kararına göre alınır, istenirse dul kadınlar erkeğin ailesi tarafından alıkonabilirdi. Erkeğin karısını sırf ona zulmetmek amacıyla ve başkasıyla evlenmesini engellemek düşüncesiyle sayısız şekilde boşayıp kadının iddeti bitmeden tekrar ona döndüğü, sonra tekrar boşadığı oluyordu. Câhiliye döneminde görülen boşama türlerinden biri de zıhârdı ve buna göre erkek karısına, "Sen bana annemin sırtı gibisin." diyerek ona yaklaşmayı kendisine haram kılıyordu. Böyle bir durumda Allah Resûlü (sas), kişinin zıhâr kefareti vermesi gerektiğini bildirmişti.

‘Îlâ’ adı verilen boşama türünde ise erkek belli bir süre karısına yaklaşmamak için yemin ederdi. ’Hul’’ denilen boşanma şeklinde ise kadın kocasına belli bir bedel ödeyerek boşanırdı. Bu tür boşanma şeklini Resûlullah (sas) onaylamış ve ashâb tarafından da uygulanmıştı. İslâm ile sınırsız boşanma yasaklanarak kişinin tekrar karısına dönmesi üç boşama ile sınırlandırılmış ve en çok iki defa dönmeye ruhsat verilmiştir. Evlilik ve boşanmayla ilgili olarak İslâm’ın getirdiği ilkeler ve Allah Resûlü’nün (sas) uygulamaları neticesinde evlilik kurumu ve aile konusunda câhiliye döneminde var olan keyfîlik kaldırılmış, bu kurum saygın ve kutsal bir hâle getirilmiştir. Kadının mağduriyetini önlemek, kişinin nesebini korumak adına evlilik konusuna ciddiyetle yaklaşılmış, boşanma konusuna da çeşitli prensipler getirilmiştir.

İslâm’dan önce evlilik ve boşanmada kadının söz hakkının bulunmamasının nedeni, o dönemde kadınlara ve kız çocuklarına değer verilmemesi idi. Şehirlerde yaşayan üst tabakaya mensup zengin kadınlar istisna edilirse genel olarak câhiliye döneminde kadınlar bir meta gibi kullanılıyor, kimi cariyeler efendileri tarafından kendilerine kazanç sağlamaları için fuhşa zorlanıyorlardı. Daha sonra indirilen âyetlerle bu tür kadınların fuhşa zorlanması yasaklandı. Bununla birlikte Kur’an, kadınları, "Câhiliye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılmamaları"(teberrücü’l-câhiliyye) konusunda uyardı. Ayrıca câhiliye döneminde uygulanan Mecûsî geleneği kaldırılarak kadınlarla âdet dönemlerinde ilişkiye girmek yasaklanmış, diğer taraftan âdetli kadınla yiyip içmeme, birlikte oturmama gibi kadını dışlayan bütün âdetler kaldırılmıştı.

Câhiliye âdetlerinin hüküm sürdüğü uzun yıllar boyunca bir kişi evlâtlık edindiğinde artık evlâtlık çocuk o kişinin adıyla anılır, öz çocuk muamelesi görür, mirastan pay alırdı. Nitekim ashâb-ı kirâm, Allah Resûlü’nün (sas) azatlısı Zeyd’i ‘Muhammed’in oğlu Zeyd’şeklinde çağırırlardı. "Evlâtlıklarınızı, gerçek babalarının adlarıyla çağırınız. Allah (cc) yanında en doğrusu budur.Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız bu takdirde onları din kardeşleriniz ve görüp gözettiğiniz kimseler olarak kabul edin." âyetinin inmesiyle birlikte evlâtlıklar kendi babalarına nispet edildi.

İslâm’dan önceki ceza sisteminde kabileciliğin izlerini görmek mümkündü. Zira o dönemde suçun bireyselliği ilkesine pek riayet edilmez, ferde karşı işlenen suç kabileye karşı işlenmiş sayılır ve bu nedenle kabileler uzun süre birbirleriyle savaşır, yıllarca kan davası güderlerdi. Kan davası, asabiyetin en önemli koruyucusuydu. Her kabilenin birbiriyle nesiller boyu süren kan davasına dayalı husumetleri vardı. Allah Resûlü (sas) ise Veda Hutbesi’nde câhiliye döneminde yaygın olan mal ve kanla ilgili bütün iftihar vesilelerinin ayağının altında olduğunu bildirmiş ve "Bilesiniz ki! Câhiliye faizlerinden olan tüm faizler kaldırılmıştır. Anaparalarınız ise sizindir. Haksızlık etmeyecek ve haksızlık da görmeyeceksiniz. Bilesiniz ki! Câhiliye devrinin bütün kan davaları kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdülmuttalib’in oğlu Hâris’in kan davasıdır..." buyurmuştu.

Câhiliyede işlenen suçlar için kısas ve diyet uygulamaları da görülürdü. Ancak her konuda olduğu gibi cezaları tatbik konusunda da hür köle, zengin fakir, kadın erkek arasında ayrımcılık yapılıyordu. Nitekim Allah Resûlü (sas) döneminde Yahudi Benî Nadîr ve Benî Kurayza kabileleri arasında çıkan bir olayın eşitsizlik ve üstünlüğe dayanarak çözümlenmek istenmesi üzerine âyet inmiş ve bu kabileler, "Câhiliye kanunlarıyla mı yönetilmek istedikleri" sorusuna muhatap olmuşlardı. Sevgili Peygamberimiz (sas), insanların asalet, soy, zenginlik gibi durumları dolayısıyla ayrıcalıklı muameleye tâbi tutulmalarını, zayıf ve kimsesiz kişilerin ezilmesini, cezaların yalnız güçsüzler için geçerli olmasını asla kabullenmemiş, her zaman hakkaniyet, adalet ve eşitlik prensipleriyle hareket ederek hüküm vermiştir. Nitekim bir defasında güçlü bir kabileye mensup olan ve hırsızlık yapan Fâtıma adlı bir kadın hakkında imtiyazlı hüküm vermesini kendisinden istediklerinde şöyle seslenmişti: "Sizden önceki toplumlar şu tavırlarından dolayı yoldan çıkmışlardır: Toplumun ileri gelenlerinden bir kimse hırsızlık yaptığında onu cezalandırmayıp affederlerdi. Ancak kimsesiz biri aynı suçu işlediğinde onu cezalandırırlardı. Bu canı bu tende tutan Allah’a yemin ederim ki hırsızlık yapan Muhammed’in kızı Fâtıma bile olsa elini keserdim!"

Câhiliye döneminde Araplar geçimlerini genellikle ticaretle sağlıyorlardı. Kur’an’da onların kışın (Yemen’e) ve yazın (Suriye’ye) ticaret seferleri düzenlediklerinden bahsedilmektedir. Bunun dışında Kâbe ve çevresindeki bazı önemli yerler aynı zamanda ticaret merkezi konumundaydılar ve belli zamanlarda buralarda panayırlar düzenlenirdi. Ukâz, Mecenne, Zü’l-Mecâz panayırları hem iktisadî hem de kültürel yönden Arapların hayatında önemli bir yere sahipti. O dönemde ticaretin gelişmiş olması dolayısıyla, çeşitli alışveriş türleri mevcuttu. Ama bunların çoğu haksız kazanç sağlamaya yönelikti. Câhiliye döneminde henüz annesi bile dünyaya gelmemiş deve yavrusunun doğumunda ücretini ödemek kaydıyla alışveriş yapılırdı. Hayvanların döllenmesinden ücret alınır, satın alınan yiyecekler teslim alınmadan başkasına satılırdı. Meyveler olgunlaşmadan, henüz ağaç üzerindeyken satılır ve bu şekilde satın alan kişi muhtemel bazı zararlara uğrardı. Şehre mal getiren ticaret kervanları yolda karşılanır, mallar ucuza alınır ve böylece ard niyetli kişilere karaborsacılık yapma imkânı doğardı. Satıcı ile müşteri arasına girerek malın fiyatını yükseltmeye çalışma (neceş) da alışverişte karşılaşılan durumlar arasındaydı. Bunların dışında alışverişte belirlilik ilkesine uymayan ve bu sebeple karşı tarafın zarar etmesine ve aldatmaya yol açan çok çeşitli ticarî satış şekilleri bulunmaktaydı.

Ayrıca ticarî hayatta da belli bir zümrenin hâkimiyeti söz konusuydu. Aldatma, dolandırma, güçsüzü ezme ve insanları sömürmenin yolu olarak faiz ve tefecilik oldukça ilerlemişti ve pek çok çeşidiyle yaygın şekilde uygulanmaktaydı. Allah Resûlü (sas) Veda Haccı’nda şöyle seslenerek bu haksız kazancı yasaklamıştı: "Bilesiniz ki! Câhiliyeye ait bütün faizler kaldırılmıştır. Anaparalarınız ise sizindir. Haksızlık etmeyecek ve haksızlık da görmeyeceksiniz..." İnsanları aldatmaya ve haksız kazanç elde etmeye yönelik, hak ve hukuk prensiplerini hiçe sayan tüm alışveriş türlerini İslâm dini yasaklamış ve bunun yerine karşılıklı rızaya dayanan ‘helâl’ satış şekilleri meşru kılınmıştır.

Câhiliye döneminde kabileler arasında savaşların çok yaygın olması sebebiyle, elde edilen ganimetler de ekonomik hayatta önemli yere sahipti. Ancak ganimet mallarını taksimde bir sistem gözetilmiyor, yağmalama ve çapulculuk uygulanıyordu. İslâm’la birlikte ganimetlerin dağıtımında çeşitli ilkeler gözetilmiş, ilkel bir uygulama olan yağmacılık yerine ganimet hukuku tesis edilmiştir.

İslâm’dan önce içki, kumar, fuhuş ve çirkin birtakım eğlence türleri yaygındı. Bu tür faaliyetler yasaklanırken, dine uygun olan birtakım Arap örf ve âdetleri devam ettirilmiş veya bunlarda bazı düzenlemelere gidilmiştir. Nitekim câhiliye döneminde insanlar senede iki defa bayram yaparlar ve bu günlerde eğlenirlerdi. Hz. Peygamber (sas) Medine’ye geldiğinde, "Sizin de eğleneceğiniz iki gününüz vardır. Allah (câhiliyedeki) o günlerin yerine size daha hayırlısını verdi. Bunlar Ramazan ve Kurban Bayramı günleridir." buyurmuştur.

Câhiliye döneminde fazilet sayılan bazı davranışlar, İslâm’a uyduğu ölçüde kabul görmüş, tevhid inancına aykırı olmayan insanî ve ahlâkî değerlere müdahale edilmemiş, bazı alışkanlıklar ise İslâmî kurallarla güçlendirilerek sosyal hayatta devamlılıkları sağlanmıştır. Araplar arasında tek Allah’a inanan hanîflerin varlığı; haksızlıkları ve zulümleri engellemek amacıyla kurulan Hilfü’l-füdûl müessesesi; cömertlik, sıla-i rahim, komşuluk, misafirperverlik, ahde vefa ve mürüvvet gibi değerlere önem verilmesi toplumdaki yozlaşmaya rağmen karşılaşılan güzel vasıflardır. Bu yüzden Allah Resûlü (sas), câhiliye devrinde ticaret ortaklığı yaptığı Sâib’e şu tavsiyede bulunmuştur: "Ey Sâib! Câhiliye çağında yaptığın faziletli şeylere İslâm devrinde de devam et. Misafiri ağırla, yetime ikram et ve komşuna iyi davran!" Yine bir defasında kendisine gelerek câhiliye devrinde yaptığı köle azat etmek, sadaka vermek veya akrabaya iyilik yapmak gibi bazı davranışların karşılığı olup olmadığını soran Hakîm b. Hizâm’a, "Sen eskiden yaptığın hayırlarla Müslüman oldun." cevabını vermiştir. "İnsanlar gümüş ve altın madenleri gibi madenlerdir. Câhiliye devrinde hayırlı olanlar, İslâm’da da hayırlıdır. Yeter ki (dini) iyi kavrasınlar." buyuran Hz. Peygamber (sas), insanların değerlerinin gerçek anlamına vâkıf olup bunlara sahip çıktıklarında her zaman farklı bir yere sahip olacaklarını bildirmiştir.

Câhiliye döneminden asr-ı saadete geçişte Allah Resûlü (sas), Arap toplumunda büyük bir dönüşüm gerçekleştirmiştir. Barbarlığın ve bedevîliğin hüküm sürdüğü bir topluluğu büyük bir inkılâp gerçekleştirerek bilgi toplumuna dönüştürmüş, inançta, ahlâkta, hukukta, özetle hayatın her alanında insanları tevhid akidesi etrafında toplamayı başarmıştır. Sevgi ve merhametsizlikten katılaşan kalpleri önce imanla tanıştırmış, sonra birbirleriyle kaynaştırarak İslâm kardeşliğinin en güzel örneklerini sunmuştur. Câhiliye döneminin mal ve kana dair bütün övünme vesilelerini kaldırmış, bu sahte değerler yerine insanın kendisiyle, Rabbiyle ve tüm mahlûkatla ilişkilerini düzenleyen ilkeler koymuştur. Câhiliye zihniyetine açılan bütün kapıları kesin bir şekilde kapatıp o dönemi hatırlatan bütün izleri temizleyen Allah Resûlü (sas), câhiliye toplumundan İslâm medeniyetine uzanan büyük bir değişim gerçekleştirmiştir.