Aile Dergisi

Çeşm-i Cihan Amasra, Topkapı Sarayı’nda

Amasra denilince bölgeyi 1460 yılında Cenevizlilerden alarak Osmanlı topraklarına katan Fatih Sultan Mehmet’in Lalasına söylediği o meşhur sözler geliyor akla: “Lala Lala! Çeşm-i cihan bu mu ola.”

Abone Ol

Özgür Demir

Amasra’nın muhteşem güzellikteki koylarını görünce bölgeyi cihanın göz bebeği olarak adlandırmamak kabil değil. Şöyle bir tepeden bakınca o masmavi ipil ipil koyları, hem mecazen hem de fiziki olarak dünyanın göz bebeğine benzetiyorsunuz.  İlçe, Bartın’ın dik yamaçlarını Karadeniz’in mavisiyle buluşturan bir yarımada ve iki ada üzerine kurulmuş.

Bartın merkezden yaklaşık 17 km uzaklıkta olan ilçeye dağ yollarından geçerek ulaşıyorsunuz. Bu sırada Karadeniz’in o temiz havasını, çam ormanlarının reçine saçan kokularını ciğerlerinize çekmeyi ihmal etmeyin. Eğer biraz şanslıysanız bulutların dağların zirveleriyle buluştuğu o eşsiz manzaralarla da karşılaşabilirsiniz. Yol boyunca sağınızda solunuzda yükselen sık ormanlar, sizi şehrin gürültüsünden ve asık yüzlü beton yüzünden uzaklaştırıp doğanın dinginliğine buyur edecek. Virajlı yolları aşıp Amasra’ya yaklaşırken şehir ayaklarınızın altında uzanıyor. Şehrin kuşbakışı görüntüsünü kaçırmamanızı tavsiye ederiz.

Amasra, Hititlerden Fenikelilere pek çok medeniyete ev sahipliği yapmış bir kent. Roma İmparatorluğu’nun ticari merkezlerinden biri olmuş. İmparatorluk ikiye ayrılınca Bizans yönetimi de bölgeye hak ettiği değeri vermiş.

Şehrin ilk yerleşimcileri bilinmese de tarihi antik çağlara kadar uzanıyor. Şehrin antik çağdaki adı Sesamos. Sesamos “susam diyarı” anlamına geliyor. Geçmişte bölgenin susam çiçekleriyle bezeli olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Bartın’ın bu güzide ilçesine Cenovalıların “Çiçekli Kale” dediklerini de hatırlamak gerek. Efsaneye göre şehri susam ve nergis çiçeklerine meftun Neleus kurmuş ve bölgeye de bu adı uygun görmüş. Cenova izlerini taşıyan dar sokaklarını adımlarken gözünüze çarpan tabelalarda bu isme sıkça rastlamanız mümkün.

Amasra adı ise M.Ö. 3. yüzyılda kenti yöneten kadın lider Amastris’ten mülhem. Amastris bir Pers prensesi. Perslerin Amasra’da ne işi var demeyin. Bölge, zengin orman kaynakları ve sahip olduğu limanlarıyla deniz ticaretinin merkezlerinden biri. Hâl böyle olunca da Perslerden Roma İmparatorluğu’na, Cenevizlilerden Osmanlı’ya pek çok büyük devlet, bölgeyi yurt edinmiş.

İlçenin turizm açısından değer kazanması oldukça yakın. 1940’lı yıllarda bölgeye ilk olarak yerli turistler rağbet gösteriyor. Özellikle günübirlik ziyaretlere imkân tanıması, ulaşım kolaylığı; gençlerin ve hafta sonunu değerlendirmek isteyenlerin rotasını Amasra’ya çeviriyor.  Bölge, yerli turistlerin yanı sıra yabancı turistlerin de uğrak yeri. Burada özellikle Uzak Doğu’lu misafirlerin varlığı dikkat çekici.

Tarihî yarımadanın birbirinden güzel koyları görülmeye değer. Karadeniz’in turkuaz renkli suları Amasra’nın yeşiliyle buluştuğunda sizi harika bir manzara bekliyor.

Gün, şehrin batısında doğarken güneş ışıkları suyun yüzünde aksediyor. Göz kamaştırıcı bu ışık dansını ıskalayanlar için bu defa soluğu diğer koyda alıp gün batarken ufku kızıla boyayan manzarayı yakalamak mümkün. Doğudaki koyda dalgalar o kadar güçlü ki dalgakıranları aşıp köpük köpük yükselen suları görebiliyorsunuz. Batı koyunda ise sular daha müzmin ve sakin.

Her iki koyun plaj olarak kullanıldığının altını çizelim. Yaz aylarında turist akınına uğrayan kent, havaların soğumasıyla biraz daha sakinleşiyor.

Eğer amacınız doğal güzelliklerini seyretmek ve tarihî yapıları temaşa etmekse sonbahar aylarını tercih etmenizde fayda var. Konaklamak için öğretmenevini tercih edecekseniz haftalar öncesinden yerinizi ayırtmanız gerekli fakat son dakikacılardansanız merak etmeyin; otel ve pansiyon açısından zengin olan Amasra, sizi kendine yakışır şekilde ağırlayacaktır.

Amasra Kalesi

Kale dediysek şehre hâkim bir tepeden bakan ve heybetiyle yerleşim alanını kuşatan bir yapı gelmesin aklınıza. Amasra Kalesi, bütün mütevazılığıyla koyların arasında boylu boyunca uzanıyor. Kale, iki ana yapıdan oluşuyor. Bunlardan biri “Kemere” denilen bir köprüyle Amasra’ya bağlanan Boztepe’deki Sormagir Kalesi, diğeri Amasra’daki Zindan Kalesi’dir. Kalenin her iki koya açılan iki büyük kapısı mevcut. Kuzeydoğu ucunda Büyükliman Kapısı, batısında Küçükliman (Antik) Kapısı var. Ayrıca güneyinde bir de Zindan Kapısı bulunmakta. Günümüzde kale şehrin içinde sıkışmış, diğer yapılarla hemhâl olmuş durumda. Kalenin çevresindeki tarihî yapılar da görülmeye değer.

Fatih Camii

Bizans döneminden kalma bir kiliseyken bölgenin Osmanlı topraklarına katılmasıyla birlikte 15. yüzyılda camiye çevrilmiş. Camide okunan hutbeler sırasında kılıç hakkı geleneğinin devam ettirilmesi de notlarımız arasında. Ziyaretinizi cuma gününe denk getirebilir ve tarihi yüzyıllar öncesine uzanan bu geleneğe sizler de şahit olabilirsiniz. 

Ağlayan Ağaç

Biraz yokuş çıkmayı göze alabilirseniz, “Ağlayan Ağaç” Amasra’nın alametifarikalarından biri olarak sizi bekliyor. Bahar aylarından bünyesinde topladığı nemi damla damla geri sunan bu servi ağacı, insanda ağlıyor izlenimi uyandırdığından sebep bu adı almış.

Amasra Müzesi

1982 yılında faaliyete geçen müzede antik çağlardan geç dönem Osmanlı eserlerine kadar pek çok tarihî eseri görmeniz mümkün. Yapı, 1884 yılında Deniz Lisesi olarak inşa edilmiş, 1976’da ise Kültür Bakanlığına devredilmiş. 1955’ten itibaren derlenen ve o dönemde henüz bir müze olmadığı için belediye binasında sergilenen eserler, Deniz Lisesinin restorasyonunun ardından bu binaya taşınmış. Şehrin merkezinde yer alan müzeyi, pazartesileri hariç makul bir giriş ücretiyle rahatlıkla gezebilirsiniz.

Müzede dört adet sergi salonu mevcut. Arkeolojik ve etnografik eserlerin sergilendiği salonların dışında, denizdeki batıklardan çıkartılan tarihî eserler denizaltı atmosferinin oluşturulduğu bir salonda sergileniyor.

Çekiciler Çarşısı

Çekicilik, bir tür ahşap oyma sanatı. Geçmişi Fenikelilere kadar uzanan bu sanat, Amasra da hâlen canlı. Özellikle mutfak eşyaları yapımında Amasralı çekici ustaları hünerlerini sergiliyorlar. Amasra Çekiciler Sokağı, dar ve uzun bir koridor görünümünde. Sizi iki yandan kuşatan hediyelik eşya dükkânları renkli bir manzara sunuyor.

Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde Amasralıların ıhlamur ve şimşir ağaçlarından yaptıkları mutfak eşyalarıyla geçimlerini sağladıklarından bahseder. Şimşir kaşıkların bugün dahi mutfaktaki yeri herkesin malumu. Fakat günümüzde kontrolsüz ağaç kesiminin verdiği zararlardan ötürü şimşir ağacı koruma altına alınan ağaç türlerinden. Hediyelik dükkânları gezerken bu ayrıntıyı bilmekte fayda var.

Kuş Kayası Yol Anıtı

Amasra’ya 3-4 km mesafede bulunan bu anıta kırk basamaklı bir merdiveni aşarak ulaşıyorsunuz. Roma dönemine ait yol anıtı, şimdilerde merkezden yola çıkarak yapacağınız doğa yürüyüşü ile ulaşabileceğiniz mesafede. Zira yapılan tüneller bu eski antik yolu ikiye bölmüş durumda. M.S. 50’li yıllarda tamamlanmış anıt, Roma imparatoru Tiberius Claudius Cermonious zamanında Bitinya-Pontus valiliğine atanan Galius Julius Aguilla tarafından imparatorun anısına yaptırılmış. Romalı askerlerin dinlenme ve su ihtiyaçlarını giderme amacıyla yapılan bir rekreasyon alanı. Anıtta, kayaya oyulmuş bir kartal figürü ve asker heykeli mevcut. Anıtın üzerinde iki de kitabe bulunuyor.

Topkapı Sarayı’nda

Yahya Kemal

“Bazı yerler vardır ki ruh eser” derler. Topkapı Sarayı’nda bir gün geçiren insan, bu sözün kuvvetini derinden derine duyar. Son iki buçuk senenin üzüntülü günlerinden bir kaçını Topkapı Sarayı’nın odalarında; sofalarında; bahçelerinde geçirdim. Her ziyâretimde rûhum bu saraydan, soğuk bir demir kızgın bir ateşten nasıl çıkarsa öyle çıktı.

Topkapı Sarayı kâtiplerinden Dârülfünûn mezunu genç arkadaşım Lütfü Bey orada milli hâtıralarımıza dindârâne bir vazife ile nigehbandır. Orada bir odası var. Eski şairlerin divanlarî ile vak’a-nüvislerin kitapları arasında eski günlerimizi yaşıyor.

(…)

Bu sarayın esrarına onun irşâdı ile sülk ettim. Ekser sarayları, muayyen bir devirde, muayyen bir bânî için, muayyen bir mimar kurmuş. Yalnız bir devri ihsâs eden yekpâre bir kütledir. Topkapı Sarayı yekpâre değil, hatta bir bina bile değil; devir devir; parça parça, eklene eklene vücut buluş. Bir odadan bir odaya geçerken bir ahd-ı saltanat’dan öteki ahd-ı saltanat’a geçiliyor. Her padişahın bir odası var. Her biri bir padişahın canlı bir tasviri gibi. O kadar ki hakiki bir tasvir böyle bir resim kudretini gösteremez. Cihangir Selim-i Evvel’in odası o kadar küçük ve sade ki uzun seferlerinin birinde konduğu fakîrâne bir han odasını andırıyor. Zannediyorsunuz ki eyerlenmiş atı yanı başındaki kapıda beklemektedir. Büyük bir padişah kısa bir istirahatten sonra hemen çıkıp gidecek.

(…)

Bir odadan bir odaya geçerek, konuşa konuşa gezerken, rehberim Lütfü Bey dedi ki: “Hemen her gün iki saatimi bu harem odalarında geçiriyorum. Lâkin yalnız kalamıyorum. Çünkü evham basıyor.” Harem’den çıktıktan sonra iki bahçeyi de geçerek Revan Köşkü’ne girdikti. Bu köşk tam mânâsiyle bir Müslüman Türk sarayını andırıyor. Güzel, lâkin eskikliği hiç mahsûs değil. Harem ruhundan ârî. Meclisleri de muhârebeleri gibi erkekçe geçmiş olan Murâd-ı Râbi’nin bir timsali.

Revan Köşkü’nde gezerken kulağıma derinden bir Kur’an sesi geldi. Birden bire İslâm mimârisini tam mânâsiyle gördüm. Çünkü İslâm mimarisinin içine bir rûh gibi muhakkak rahle başında bir Kur’an sesi lâzım. O ses olmadığı zaman bu mimari kuru bir şekilde görünüyor. Bu fikrimi rehberim Lütfü Bey’e söyledim. Ve bu Kur’an sesinin nereden geldiğini sordum.

"Hırka-i Saâdet Dairesi’nden dedi. Yavaş yavaş sesin geldiği pencereye yaklaştım. Baktım; yeşil, yemyeşil rûhanî yeşil bir daire, pencereye arkasını çevirmiş bir hâfız, öteki âleme dalmış bir rûhun istirahatiyle okuyor; diğer bir hâfız da gözlerini yummuş bir köşede tesbihini çekerek bekliyor.

Rehberim Lütfü Bey’e sordum, Hırka-i Saâdet’de ne zamanlar bu hatim indirilir? Lütfü Bey gülümseyerek kulağıma dedi ki "Her gün! Her saat! Dörtyüz seneden beri geceli gündüzlü bilfâsıla..."

Hayretten gözlerim kapanmış dinliyordum. Lütfü Bey biraz mâlumat verdi: "Yavuz Sultan Selim hilafetin alâmâtı [belirtileri] olan Hırka-i Şerîf, Sened-i Şerîf ve diğer Emânât-ı Mübareke’yi [kutlu emanetleri] Mısır’dan İstanbul‘a hatimler indirterek getirmiş; İstanbul’a vardığı gece, Saray’da yüksek bir mevkie yerleştirmiş; mimarbaşı ve ustalar, asıl tevdi olunacak makaamı harıl harıl inşa ederlerken sefer yorgunluğuna bakmaksızın sabaha kadar ayakta beklemiş. O gece geceli gündüzlü Kur’an okunması için bir vazife tertip ederek kırkıncısı bizzat kendi olmak üzere kırk hâfız tayin eylemiş. İşte o günden bu âna kadar bu dâirede bir saniye tevakkuf [ara vermeden] etmeksizin Kur’an okunuyor. Bu hâfızlar el’an [şu sırada] kırk kişidir. Dâima ikişer nöbetleşe vazifelerini ifâ ederler. Bugün de bu iki hâfızın nöbeti" dedi.

Bu gece, bu saat, ben burada bu satırları yazarken Hırka-i Saâdet Dairesi’nde Kur’an okunuyor! Siz bu saat benim bu satırlarımı okurken Hırka-i Saâdet Dâiresi’nde Kur’an okunuyor! Tam dört yüz seneden beri de böyle fasılasız okunmuş.

O günden beri bu düşünce bir saat rakkası gibi hâfızamda sallanıyor. O günden beri Hilâfetin Türk kalbinde ne kadar derin bir temeli olduğunu duydum. Hilâfet makarrı olan İstanbul’da böyle bir makaamın yanında dört asırdır durmamış bir Kur’an sesi olduğunu bilmezdim. Nice Türkler, hatta nice İstanbullular bilmezler. Bu sarayın içinde dört yüz seneden beri olmuş ihtilâller, hali’ler; kıtâller bu Kur’an sesini bir an susturamamış. Bu hâdiseyi idrâk ettikten sonra İstanbul’dan niçin çıkarılamıyoruz? Bu şüpheyi halleder gibi oldum.

Aziz İstanbul kitabından alıntılanmıştır.