Ebû Hüreyre (ra) anlatıyor: … (Ensardan bir adamın bir Yahudi ile peygamberlerin hangisinin üstün olduğu konusunda tartıştıklarını öğrenen) Hz. Peygamber (sas) sinirlendi, öyle ki bu hâli yüzüne yansıdı. Ardından şöyle buyurdu: “Allah'ın peygamberlerini birbirlerine üstün tutmayın…”

عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ…فَغَضِبَ النَّبِيُّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) حَتَّى رُئِيَ فِى وَجْهِهِ، ثُمَّ قَالَ: “لاَ تُفَضِّلُوا بَيْنَ أَنْبِيَاءِ اللَّهِ…”

(B3414 Buhârî, Enbiyâ, 35; M6151 Müslim, Fedâil, 159)

***

عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “... وَالْأَنْبِيَاءُ إِخْوَةٌ لِعَلاَّتٍ، أُمَّهَاتُهُمْ شَتَّى، وَدِينُهُمْ وَاحِدٌ.”

Ebû Hüreyre'nin (ra) naklettiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur: “...Peygamberler, anneleri ayrı, babaları bir kardeşlerdir, dinleri de birdir.”

(B3443 Buhârî, Enbiyâ, 48)

***

أَخْبَرَنِى سَالِمُ بْنُ عَبْدِ اللَّهِ عَنْ اَبِيهِ أَنَّ النَّبِيَّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) لمَاَّ مَرَّ بِالْحِجْرِ قَالَ: “لاَتَدْخُلوُا مَسَاكِنَ الَّذِينَ ظَلَمُوا إِلاَّ اَنْ تَكُونُوا بَاكِينَ اَنْ يُصِيبَكُمْ مَا اَصَابَهُمْ.”

Sâlim b. Abdullah, babasından (Abdullah b. Ömer'den) şunları nakletmiştir: “Peygamber (sas), (Semûd kavminin arazisi olan) Hicr'e uğradığında şöyle buyurdu: "Onların başlarına gelen musibetin sizin de başınıza gelmemesi için, (kendilerine) zulmetmiş olan kimselerin yerleşim yerlerine ağlayarak (ibret alarak) girin." ”

(B3380 Buhârî, Enbiyâ, 17)

***

عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “يَرْحَمُ اللَّهُ لُوطًا، لَقَدْ كَانَ يَأْوِى إِلَى رُكْنٍ شَدِيدٍ...”

Ebû Hüreyre'nin (ra) naklettiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur: “Allah (cc), Lût'a rahmet etsin. O, sağlam bir kaleye sığınmıştı...”

(B4694 Buhârî, Tefsîr, (Yûsuf) 5)

***

عَنْ سَعْدٍ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “دَعْوَةُ ذِى النُّونِ إِذْ دَعَا وَهُوَ فِى بَطْنِ الْحُوتِ، لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ. فَإِنَّهُ لَمْ يَدْعُ بِهَا رَجُلٌ مُسْلِمٌ فِى شَيْءٍ قَطُّ إِلاَّ اسْتَجَابَ اللَّهُ لَهُ.”

Sa'd (b. Ebû Vakkâs) tarafından nakledildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur: “Zü'n-nûn'un (Yunus'un) balığın karnında iken yaptığı dua şöyleydi: "Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni bütün eksikliklerden uzak tutarım. Ben gerçekten (kendine) zulmedenlerden oldum." (Enbiyâ, 21/87) Müslüman bir kişi bir şey için bu duayı yaparsa, Allah (cc) onun duasını mutlaka kabul eder.”

(T3505 Tirmizî, Deavât, 81)

***

"Ey Ebû Kâsım! Ashâbından birisi yüzüme vurdu!" diyerek Peygamberimize (sas) geldi bir Yahudi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (sas), "Kim vurdu?" diye sordu. Yahudi, vuran kişinin kim olduğunu söyleyince Peygamberimiz (sas) onu yanına çağırttı. Ensardan olan bu zât gelince de, "Sen buna vurdun mu?" dedi. "Onun çarşıda, "Musa’yı (as) insanlar üzerine seçkin kılana andolsun ki!" diyerek yemin ettiğini işittim." diyerek söze başlayan sahâbî, bu söz üzerine öfkesine hâkim olamayarak Yahudi’ye tokat attığını itiraf etti. Zira aralarında Resûlullah (sas) dururken, "Musa’yı (as) insanlar üzerine seçkin kılan Allah’a (cc) yemin ederim." denilmesini hazmedememişti...

Yahudi ise aralarındaki anlaşmayı ve kendilerine verilen güvenceleri hatırlatarak kendisine yapılan bu davranışın hesabını soruyordu Allah Resûlü’nden. Bunun üzerine Resûlullah (sas) öfkelendi. Öyle ki yüz ifadesinden öfkesi anlaşılıyordu. Sonra şöyle buyurdu: "Allah’ın peygamberlerini birbirlerine üstün tutmayın! Nitekim sûra üfürülecek ve Allah’ın (cc) diledikleri müstesna, gökyüzünde ve yeryüzündeki her canlı ölecektir. Sonra bir daha sûra üfürülecek ve ilk olarak ben diriltileceğim. O anda bir de bakacağım ki Musa (as) orada arşa tutunmuş duruyor. Tur günündeki baygın düşmesi ile mi hesaba çekildi yoksa benden evvel mi diriltildi bilmiyorum. Ama ben hiçbir kimse için "Yunus b. Mettâ’dan (as) daha faziletlidir!" diyemem."

Peygamber Efendimizin (sas) bu tavrı, aslında tam anlamıyla peygamberler arasında herhangi bir ayrım gözetilmemesi gerektiği yönündeki Kur’anî beyanın farklı bir ifadesidir: "Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah’a (cc), meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler ve şöyle dediler: "Onun peygamberlerinden hiçbirini (diğerinden) ayırt etmeyiz..."" Gönderiliş sebepleri, tebliğleri, görevleri açısından peygamberler arasında bir fark yoktur. Fakat Allah Teâlâ’nın (cc), "O peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah (cc) onlardan bir kısmı ile konuşmuş, bazılarını da derece derece yükseltmiştir..." buyurmuş olması ve "(Ey Muhammed!) O hâlde sen, "ulü’l-azm" peygamberlerin sabretmesi gibi sabret!" âyet-i kerimesinde peygamberlerden bazılarını ‘ulü’l-azm’ yani ‘azim sahibi’ olarak nitelendirmiş olması, Yüce Allah (cc) nezdinde peygamberler arasında da fazilet bakımından bazı farklılıkların olduğunu göstermektedir. İnananlar açısından meseleye bakıldığında ise hiçbir peygamber arasında ayrım yapılmaması önem kazanır. Nitekim Peygamber Efendimiz (sas) hadiste, âhirette diriltilecek ilk kişi kendisi olacağı hâlde, Hz. Musa’nın (as) kendisinden önce diriltilebileceğini söyleyerek fazilet bakımından kimin daha üstün olduğunu Allah’tan (cc) başka kimsenin bilemeyeceğini vurgulamıştır.

Hidayet yolunun rehberleri olan bütün peygamberler, silsile hâlinde —aynı inanç esasları üzerinde aynı kalarak— insanlığın kaydettiği gelişmeye denk düşecek bir tekâmül seyri oluşturmuşlardır. Bu tekâmül, Kur’an’da "Hâtemü’n-Nebiyyîn" (Peygamberlerin Sonuncusu) olarak bildirilen Hz. Muhammed’de (sas) kemalini bulmuştur. Nitekim Peygamber Efendimiz (sas), "...Peygamberler anneleri ayrı, babaları bir kardeşlerdir, dinleri de birdir." buyurarak bunu ifade etmiştir.

Geçmiş ümmet ve milletlere gönderilen peygamberlerin kıssaları, Kur’ân-ı Kerîm’in en önemli konularından biridir. Kur’an’ın muhtevasının neredeyse üçte birini, peygamber kıssaları teşkil eder. Kur’ân-ı Kerîm’deki peygamber kıssaları, geçmiş kavimlerin yaşadığı ibretli hadiseler vasıtasıyla, insanların kötü davranışlardan ve sapıklıktan kurtulup Cenâb-ı Hakk’a kulluğa teşvikini sağlama gibi bir hikmetin eseridir. Böylece Kur’an, hatalı davranışlar ile onların karşısındaki doğru tavırları somutlaştırır. Bu ise benzer hatalardan sakındırmak için ders ve ibret vermenin yanı sıra, doğru yola ulaştırıcı davranışları teşvik etmek başta olmak üzere, pek çok amaca hizmet etmektedir. Yine bu kıssalarda, tevhid akidesinin kalplerde güçlenmesi için peygamberlerin tebliğleri ve bu peygamberlere kendi ümmet ve kavimlerinin gösterdiği tavırlar da ele alınmıştır. Böylece peygamberlerin karşılaştıkları zorluk ve imtihanlardan vahye muhatap olanların ders almaları, sabırlı olmaları ve nimetlere şükretmeyi öğrenmeleri istenmektedir.

Resûl-i Ekrem’in (sas) hadislerinde, Hz. İbrâhim (as), Hz. Musa (as), Hz. İsa (as) gibi, kendilerine kitap verilmiş peygamberler dışında, Kur’an’daki diğer peygamberlerin kıssalarına ait pek fazla detay bulunmaz. Bununla birlikte bütün peygamberler olmasa da bazı peygamberlerle alâkalı bir kısım bilgi, hikâye ve kıssalar, Kutlu Nebî’nin (sas) sözlerinde yer alır. Hz. Muhammed (sas) zaman zaman geçmiş peygamberlerin kıssalarını anlatmıştır. Aslında câhiliye döneminde Araplar arasında kıssa/hikâye meclisleri kurulur, panayırlarda hikâyeciler itibar görürdü. Ne var ki eğlenmek amacıyla câhiliyede anlatılan hikâyeler, daha çok kahramanlık maceralarından ibaretti.

Peygamberimiz (sas) ise kıssayı bir eğitim aracı olarak kullanmış, geçmiş peygamberlerin mesel olmuş hikâyelerini zaman zaman isim vererek bazen de genel fakat hakîmâne bir üslûpla, kendi yorumlarını da katarak özel sohbet halkalarında sahâbîlerine anlatmıştır. Böylece Peygamber Efendimiz (sas), câhiliye döneminde yaygın olan ve İslâm’ın özüne uymayan geçmiş peygamberlere ait asılsız hikâyelerin yayılmasının önüne geçmiştir.

Söz konusu kıssa ve haberleri Resûl-i Zîşân’ın (sas), nerelerde ve kimlere anlattığı konusunda detay bulunmamakla birlikte onun, bu tür bilgilere bilhassa önem verdiği görülmektedir. Nebîler Serveri, peygamberlere dair bazı kıssaları peygamber ismi vermeyerek ‘peygamberlerden biri’ gibi kıssa anlatım girişleriyle anlatmıştır:

"Bir peygamberi (ağacın altında konakladığı esnada) karınca ısırdı. Bu nedenle peygamber, karınca yuvasının yakılmasını emretti ve yuva yakıldı. Bunun üzerine Allah Teâlâ (cc), peygamberine şöyle vahyetti: "Seni bir karınca ısırdı diye sen de Allah’ı (cc) tesbih eden bir ümmeti mi yaktın!""

Peygamber Efendimiz (sas), bazı peygamberlerden ise bizzat isimlerini zikrederek bahsetmişti. Bunlar arasında Kur’an’da adı geçen Âdem (as), İdris (as), Nuh (as), Hud (as), Salih (as), Lût (as), İbrâhim (as), İsmâil (as), İshak (as), Yakub (as), Yusuf (as), Şuayb (as), Harun (as), Musa (as), Dâvûd (as), Süleyman (as), Eyyub (as), Zülkifl (as), Yunus (as), İlyas (as), Elyesa’ (as), Zekeriyyâ (as), Yahyâ (as), İsa (as) ve Kur’an’da adları geçtiği hâlde peygamber oldukları ihtilâflı olan Lokman (as), Üzeyir (as) ve Zülkarneyn (as) yer alıyordu.

Bunlardan İdris (as), Kur’an’da, "pek doğru bir insan ve bir peygamber" nitelemesi yapılarak taltif edilen ve "Biz onu yüce bir makama yükselttik." âyetinde zikredildiği üzere, üstün bir makama yüceltildiği belirtilen bir nebî idi. Onun yükseltildiği bu yüce mekân, Allah Teâlâ’ya (cc) yakın bir mertebeye, cennete veya dördüncü kat semaya kaldırılması olarak yorumlanmıştı. Nitekim Peygamber Efendimiz (as), İdris (as) hakkında, "Mi’raca çıkarıldığımda İdris (Peygamber)’i dördüncü kat semada gördüm." buyurmuştu. Buna göre mi’racda Hz. İdris (as) ile karşılaşması hadisesi Yüce Peygamber’in (sas) dilinde ifadesini şöyle bulmuştu: "Dördüncü kat semaya vardık... (Bir süre sonra) İdris’in (as) yanına gittim ve ona selâm verdim. O da bana, "Bir kardeş ve peygamberden sana merhaba!" dedi."

Peygamberimizin (sas) kendisinden bahsettiği peygamberlerden birisi de Hud (as) idi. Yüce Rabbimiz (cc), Hz. Hud’u (as) Âd kavmine göndermişti. Hud (as) kavmine, "Ey kavmim! Allah’a (cc) kulluk edin. Sizin için O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Allah’a (cc) karşı gelmekten sakınmaz mısınız?" diyerek hak dine davet etmişti. Bunun üzerine kavminin ileri gelenlerinden onu inkâr edenler "...Şüphesiz, biz seni akılsız (cahil) görüyor, senin mutlaka yalancılardan biri olduğuna inanıyoruz." dediler. O ise, "Ey kavmim! dedi, ben beyinsiz değilim. Fakat ben âlemlerin Rabbinin gönderdiği bir elçiyim. Size Rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm. Sizi uyarmak için içinizden bir adam vasıtasıyla Rabbinizden size bir zikir (kitap) gelmesine şaştınız mı? Düşünün ki O sizi, Nuh kavminden sonra onların yerine getirdi ve yaratılışta sizi onlardan üstün kıldı. O hâlde Allah’ın (cc) nimetlerini hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz." buyurdu.

Bunun üzerine, "...Sen bize tek Allah’a (cc) ibadet edelim, atalarımızın ibadet edegeldiklerini bırakalım diye mi geldin? Eğer doğru söyleyenlerden isen haydi bizi tehdit ettiğin azabı getir." diyerek karşı çıktılar.

Hud (as), "Artık size Rabbinizden bir azap ve öfke inmiştir. Allah’ın (cc), haklarında hiçbir delil indirmediği, yalnızca sizin ve babalarınızın uydurduğu birtakım isimler (düzmece tanrılar) hakkında mı benimle tartışıyorsunuz? Öyleyse (başınıza geleceği) bekleyin! Ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim!" şeklinde cevap verdi.

Hz. Hud’un (as) kavmi, bu inkârlarının bir neticesi olarak bir müddet sonra, kendilerine doğru yönelen bulutları görürler. Onlar bu bulutların yağmur bulutu olduğunu sanırlar fakat Hz. Hud (as) bunun Allah (cc) tarafından gönderilen, içinde acı bir azap olan rüzgâr olduğunu söyler. Daha sonra, Allah Teâlâ (cc), iman etmeyen bu kavmin üzerine yedi gün sekiz gece uğultulu ve dondurucu bir rüzgâr estirir. Öyle ki halk, kökünden çıkarılmış içi boş hurma kütükleri gibi yere serilir. Onlardan geriye hiçbir şey kalmaz. İman edenler ise Allah’ın (cc) rahmetiyle kurtulur.

Peygamberimiz (as) zaman zaman Hz. Hud’dan (as) bahsederdi. Nitekim Veda Haccı esnasında bir vadiden geçerken Hz. Ebû Bekir’e (ra), "Ey Ebû Bekir! Bu hangi vadidir?" diye sormuş, "Usfân vadisidir." karşılığını alınca da, "Hud (as) ve Salih (as), altlarında aba, üzerlerinde post olduğu hâlde, yuları hurma lifinden örülü kızıl renkli, genç develer üzerinde, telbiyeler getirerek buradan geçip Kâbe’de haccetmeye gidiyorlardı." diye Hz. Hud (as) ve Hz. Salih’in (as) başından geçenleri anlatmıştı.

Salih (as), Allah Teâlâ’nın (cc) Semûd kavmine (Hicr halkına) gönderdiği bir peygamberdi. Salih (as) kavmine gönderildiğinde onlara şöyle seslenmişti: "...Ey kavmim! Allah’a (cc) kulluk edin. Sizin O’ndan başka hiçbir ilâhınız yok. O, sizi topraktan yarattı ve sizi yeryüzünün imarında görevli (ve buna uygun) kıldı. Öyle ise O’ndan bağışlanma dileyin; sonra da O’na tevbe edin. Şüphesiz Rabbim yakındır ve dualara cevap verendir."

"...Ey Salih! Bundan önce sen, aramızda ümit beslenen bir kimseydin. Şimdi babalarımızın taptıklarına tapmamızı bize yasaklıyor musun? Şüphesiz, biz senin bizi çağırdığın şeyden derin bir şüphe içindeyiz. Sen de ancak bizim gibi bir beşersin. Eğer doğru söyleyenlerden isen haydi bize bir mucize getir." dediler.

"Ey kavmim! İşte size mucize olarak Allah’ın dişi bir devesi. Bırakın onu, Allah’ın arzında/yeryüzünde yayılıp otlasın. Ona kötülük dokundurmayın, yoksa sizi yakın bir azap yakalar." diyen Hz. Salih’in (as) bu uyarısına çok da aldırış etmeyen kavmi, deveyi içlerinden kuvvetli ve mevki sahibi birisine kestirirler. Ardından Hz. Salih’e (as), "...Ey Salih! Sen eğer (dediğin gibi) peygamberlerden isen haydi bizi tehdit ettiğin azabı getir." diye seslenirler. Bunun üzerine Salih (as), "Yurdunuzda üç gün daha yaşayın!" buyurur.

Derken sabaha çıkarlarken korkunç ve uğultulu bir ses onları yakalayıverir. Öyle bir yıldırım çarpar ki ayakta durmaya güç yetiremezler. Sonunda Allah Teâlâ (cc) onları kırıp geçirerek yerle bir eder.

Peygamber Efendimiz (as), geçmiş ümmetlerin bu azgınlık ve inatçılıkları karşısında ümmetinin onların akıbetlerinden haberdar olmaları ve onların durumlarına düşmemeleri için bu kıssaları anlatıyordu. Hatta onların yaşadıkları bölgelerden geçerken bazı tedbirler almalarını istiyordu. Tebük Seferi dönüşü Salih Peygamber’in (as) kavminin yaşadığı bilinen Hicr vadisinde konakladıklarında; ashâbına Semûd kavminin kullandığı kuyulardan su içmemeleri konusunda tembihte bulunmuştu. Peygamber Efendimiz (as), böylece ashâbının önceki ümmetlerin düştükleri bu durumdan ibret almalarını istemişti. Nitekim bu kavimlerin mekânlarının ibret almak, onların düştükleri bu hâl konusunda gözyaşı dökerek tefekkür etmek için ziyaret edilebileceğini ayrıca haber vermekteydi: "Onların başlarına gelen musibetin sizin de başınıza gelmemesi için, (kendilerine) zulmetmiş olan kimselerin yerleşim yerlerine ağlayarak (ibret alarak) girin." Bu ikazın, tarih bilincini diri tutma konusunda Müslümanlara son derece önemli bir uyarı niteliği taşıdığı da bir gerçektir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, "Sizden önceki nice (milletler hakkında) ilâhî kanunlar gelip geçmiştir. Onun için yeryüzünde gezin dolaşın da (Allah’ın âyetlerini) yalanlayanların akıbeti nasıl olmuş görün." âyetindeki gibipek çok âyette, yeryüzündeki geçmiş ümmet ve milletlerle ilgili mekânların ibret alınmak maksadıyla ziyareti konusunda yüce buyruklar vardır.

Resûlullah’ın (as) anlatılarında zikri geçen peygamberlerden biri de, Kur’an’da kendisine ‘hüküm’, ‘hâkimlik’, ‘peygamberlik’, ‘hükümdarlık’ ve ‘ilim’ verildiği bilhassa vurgulanan Hz. Lût’tur. Hz. Lût’un (as) halkı da diğer peygamberlerin kavimleri gibi onun peygamberliğine inanmamış, onu yalanlamışlardı. Lût (as) kavmine, "...Allah’a (cc) karşı gelmekten korkmaz mısınız? Şüphesiz ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim. Artık Allah’a (cc) karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin! Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir." "...Sizden önceki milletlerden hiçbirinin yapmadığı hayâsızlığı mı yapıyorsunuz? Hakikaten siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Siz haddi aşan bir toplumsunuz." demişti.

Bunun üzerine kavmi onu ve taraftarlarını bu hayâsızlıktan uzak durdukları için memleketinden çıkarmak istemişler, "...Ey Lût! Ey Lût! (İşimize karışmaktan) vazgeçmezsen mutlaka (şehirden) çıkarılanlardan olacaksın!" demişlerdi. Lût (as) onlara cevaben, "...(Bu ilâhî ikazdan sonra hâlâ) siz, ille de kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşacak mısınız? Doğrusu siz ne yaptığını bilmez bir toplumsunuz." demişti.

Bunun üzerine Allah Teâlâ (cc), onları helâk etmeleri için meleklerini gönderdi. Melekler insan şekline bürünüp Hz. Lût’un (as) evine konuk olarak geldiler. Lût (as) gelenlerin oraların yabancısı olduklarını görünce, kavminin onlara hayâsız bir şekilde zarar vermesinden korktu.

Misafirlerin geldiğini duyan şehir halkı sevine sevine Hz. Lût’un evine geldiler. Lût (as) onlara, "...Bunlar benim misafirimdir. Sakın beni utandırmayın; Allah’tan (cc) korkun, beni rezil etmeyin!" dedi. Bunun üzerine şiddetle Hz. Lût’a (as) karşı çıkan gözleri dönmüş şehir halkı, "...Biz seni, el âlemin işine karışmaktan men etmemiş miydik?" dediler. Lût (as) ise, "İşte kızlarım. Eğer (düşündüğünüzü) yapacaksanız (onlarla evlenebilirsiniz)." dedi. Ama ahlâksız topluluk "...İyi biliyorsun ki kızlarında bizim gözümüz yok. Sen bizim ne istediğimizi çok iyi biliyorsun." diye cevap verdi.

Halkının bu yaptıkları karşısında Lût (as), "Keşke size karşı (koyacak) bir gücüm olsaydı ya da sağlam bir desteğe dayanabilseydim!" "Ey Rabbim! Şu bozguncu kavme karşı bana yardım et!" "Ey Rabbim! Beni ve ailemi onların yaptıkları çirkin işten kurtar!.." diyerek Allah’a (cc) yalvardı. Durumu fark eden misafirleri ona şöyle dedi: "Ey Lût! Biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla ulaşamayacaklar." "...Bilakis biz sana (kavminin) şüphe etmekte olduğu azabı getirdik. Biz, sana gerçeği getirdik. Şüphesiz biz doğru söyleyenleriz. Gecenin bir bölümünde aile fertlerini yola çıkar, sen de arkalarından yürü. Sizden hiç kimse, sakın dönüp de ardına bakmasın, istenen yere gidin." "Ancak karın müstesna. (Onu bırak.) Çünkü onların (kavminin) başına gelecek olan azap onun başına da gelecektir. Onların azapla buluşma zamanı sabahtır. Sabah yakın değil midir?!"

Bunun üzerine Lût (as) karısını arkada bırakarak ailesini alarak oradan uzaklaştı. Derken güneşin doğuşu sırasında, onları uğultulu ve korkunç bir ses yakaladı. Onları yerle bir etti. Üzerlerine de balçıktan pişirilmiş taşlar yağdı. Böylece karısı hâriç Hz. Lût (as) ve ailesi kurtulmuş oldu.

Peygamber Efendimiz (as), "Allah (cc), Lût’a rahmet etsin. O, sağlam bir kaleye sığınmıştı..." buyurarak Hz. Lût’tan (as) bahsetmiş, onun Allah Teâlâ’ya (cc) nasıl sığındığını anmıştı. Böylece Hz. Lût’un (as), bütün bu zorluklara rağmen tevhid mücadelesini azimle yürütmesini ashâbına örnek göstermişti. Peygamber Efendimiz (as), bir taraftan Hz. Lût’un (as) mücadele azmine işaret ederken diğer taraftan da, "Ümmetim için korktuğum şeylerin arasında en korkunç olanı Lût kavminin işlediği cürümdür." buyurarak Lût kavminde yaygın olan eşcinsellik gibi çirkin bir fiile yaklaşmamaları hususunda ümmetini uyarıyordu. Günümüzde eşcinselliğin yaygınlaşmış olduğu ve doğal bir cinsel tercih gibi ele alınmaya çalışıldığı düşünüldüğünde Peygamber Efendimizin (as) bu endişesinin haklılığı açık bir şekilde görülmektedir. Bu çirkin fiilin, çeşitli kitaplarda ‘Lûtîlik’ veya ‘Livata’ diye Hz. Lût’un (as) ismi ile birlikte anılması da yanlış bir kullanımdır. Bu sebeple günümüzde kullanılan homoseksüellik ve eşcinsellik gibi isimlendirmelerle anılması daha uygun görülmektedir.

Allah Teâlâ (cc), Medyen halkına ise peygamber olarak Hz. Şuayb’ı (as) göndermişti. Şuayb (as), Hz. Musa’nın (as) kayınpederiydi. Musa (as) onun kızıyla evlenmiş, buna karşılık yanında sekiz veya on yıl işçi olarak çalışmıştı. Şuayb (as) da kavmini Allah’a iman etmeye davet etmişti. Onun halkı ticaret esnasında ölçü ve tartıda hile yapmakla meşhur olduğu için bu konuda onları özellikle uyararak onlara şöyle seslenmişti: "...Ey kavmim! Allah’a (cc) kulluk edin. Sizin ondan başka hiçbir ilâhınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın. Ben sizi bolluk içinde görüyorum. Ben sizin adınıza kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum. Ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı adaletle tam yapın. İnsanların eşyalarını (mallarını ve haklarını) eksiltmeyin. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. Eğer inanan kimselerseniz Allah’ın (cc) bıraktığı helâl kazanç sizin için daha hayırlıdır. Ben sizin başınızda bir bekçi değilim." 

Kavmi ise "...Ey Şuayb! Babalarımızın taptığını yahut mallarımız hakkında dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor? Oysa sen gerçekten yumuşak huylu ve aklı başında bir adamsın." diye cevap veriyorlardı.

Onlara şunları söylemişti Hz. Şuayb (as): "...Ey kavmim! Söyleyin bakayım, ya ben Rabbimden gelen açık bir delil üzere isem ve katından bana güzel bir rızık vermişse!.. Ben size yasakladığımı kendim yapmak istemiyorum. Ben sadece gücüm yettiğince düzeltmek istiyorum. Başarım ancak Allah’ın (cc) yardımı iledir. Ben sadece O’na tevekkül ettim ve sadece O’na yöneliyorum. Ey kavmim! Bana karşı olan düşmanlığınız, Nuh (as) kavminin veya Hud (as) kavminin yahut Salih (as) kavminin başına gelenin benzeri gibi bir felâketi sakın sizin de başınıza getirmesin. (Unutmayın ki) Lût (as) kavmi(nin yaşadığı bölge) sizden uzak değildir. Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O’na tevbe edin. Şüphesiz Rabbim çok merhametlidir, çok sevendir."

Ama halkının inadı sürmekteydi: "...Ey Şuayb! Dediklerinin çoğunu anlamıyoruz. Hem biz seni aramızda zayıf görüyoruz. Eğer kabilen olmasaydı seni taşa tutardık. Zaten sen bizce itibarlı biri değilsin."

Sonunda yeşillikler içinde bir vadide yaşayan ama çevrelerindeki nimetlerin farkında olmayan bu ahaliye azabın ne denli yakın olduğunu söylemekten başka çare kalmamıştı: "...Ey kavmim! Benim kabilem sizce Allah’tan (cc) daha itibarlı mı ki O’na sırt çevirdiniz. Şüphesiz Rabbim sizin yaptıklarınızı kuşatmıştır. Ey kavmim! Elinizden geleni yapın. Şüphesiz ben de (elimden geleni) yapacağım. Rezil edici azabın kime geleceğini ve kimin yalancı olduğunu yakında bileceksiniz. Gözleyin. Şüphesiz ben de sizinle beraber gözlüyorum."

Derken, onları bir sabah vakti korkunç bir sarsıntı yakaladı. Oldukları yere dizüstü çöktüler ve bir daha ayağa kalkamadılar. Öyle ki Hz. Şuayb’ın (as) halkı sanki orada hiç yaşamamış gibi oldu. Yalnız Şuayb (as) ve ona iman edenler kurtuldu. Böylece Semûd halkının Allah’ın rahmetinden uzaklaşıp helâk olduğu gibi Medyen halkı da helâk olmuş oldu. Eğer iman etseler ve Allah’a (cc) karşı gelmekten sakınsalardı elbette onların üstüne gökten ve yerden nice nimetler verilirdi. Fakat onlar yalanladılar, Allah (cc) da işledikleri günahlarından dolayı onları helâk etti.

Peygamber Efendimizin (as) ashâbına bahsettiği peygamberlerden biri de Eyyub (as) idi. Kur’an’da, "sabırlı bir kul" diye nitelenerek bu yönü öne çıkarılan Eyyub Peygamber’in, Allah Teâlâ (cc) tarafından kendisine gönderilen nimetler karşısındaki tavrı da vurgulanmıştı. Zira bir keresinde Hz. Eyyub (as) banyo yaptığı sırada üzerine üşüşen, o dönemde çok değerli olan, altın sarısı çekirgeleri elbisesini açarak toplamaya çalışmıştı. Onun bu davranışı karşısında Cenâb-ı Hak (cc), "Ey Eyyub! Ben sana şu gördüğün şeylerden daha fazlasını vermedim mi?" diye seslenmiş, O da, "Evet yâ Rabbi (verdin), ancak senin bereketinle verdiğin diğer nimetlerden müstağni kalamazdım." cevabını vermişti.

Şüphesiz burada Hz. Eyyub’un (as), her türlü nimetin Allah Teâlâ’dan (cc) geldiğini peşinen kabul etmesine ve reddetme yoluna gitmemesine işaret ediliyordu. Fakat Eyyub (as) denilince akla ilk gelen onun sabrı idi. Nitekim Hz. Eyyub (as) yakalandığı hastalıktan on sekiz yıl gibi uzun bir süre kurtulamamıştı. Sonunda bu hastalığa dayanamamış ve Allah Teâlâ’ya (cc), "...Şüphesiz ki ben bir derde müptelâ oldum, sen ise merhametlilerin en merhametlisisin." diyerek kendisini bu hastalıktan kurtarması için niyaz etmişti. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak (cc) da kullarına bir ibret olması için onun duasını kabul etmiş, hastalığını iyileştirmiş, kendisinde dert ve keder olarak ne varsa gidermişti.

Resûlullah’ın (sas) bahsettiği peygamberler arasında Kur’an’da iyi kimseler olarak tanıtılan İlyas (as), Elyesa’ (as) ve Zülkifl (as) de yer alıyordu. İlyas (as) kavmine, "...(Allah’a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? Yaratanların en iyisi olan, sizin de Rabbiniz, sizden önce gelen atalarınızın da Rabbi olan Allah’ı bırakıp da Ba’l ismindeki puta mı tapıyorsunuz?" demişti. Onlar ise Hz. İlyas’ı (as) yalanlamışlar, bu sebeple cehennemlik olmuşlardı.

Peygamber Efendimizin (sas) ayrıntılı bir şekilde hikâyesinden bahsettiği peygamberlerden birisi ise Hz. Yunus’tu. Peygamberimiz (sas), peygamberler arasında fazilet bakımından bir ayrım gözetilmemesi gerektiğini anlatırken Hz. Yunus’u (sas) örnek gösteriyordu: "Ben kimse için Yunus b. Mettâ’dan daha faziletlidir diyemem!" "Sizden hiçbiriniz benim, Yunus’tan (as) daha hayırlı olduğumu söylemesin!" buyurmak suretiyle bir yandan Yunus Peygamber’in (as) salih bir kul ve peygamber olduğunu ifade ediyor, diğer yandan da kendisi de dâhil olmak üzere peygamberler arasında üstünlük olmadığını ümmetine tembihliyordu. Zira Yunus Peygamber (as) ile alâkalı benzer ifadeler, farklı vesilelerle Resûl-i Ekrem’in (sas) başka hadislerinde de yer alıyordu. Bu ise aynı zamanda Hz. Peygamber’in (sas) hayatında ve zihninde Hz. Yunus’un (sas) önemli bir yer işgal ettiğini gösteriyordu.

Kur’an’da,  balık sahibi’ anlamına gelen’zü’n-nûn’  ve ’sâhibü’l-hût’ diye adlandırılan Yunus (as), peygamber olarak gönderilmiş olduğu kavminin ona inanmaması üzerine öfkelenerek halkından ayrılıp uzaklara gitmiş, yolculuğunda bir gemiye binmişti. Yunus (as) gemiye binince, gemi sağa sola yalpalanmış ve ilerlememişti. Hz. Yunus (as) geminin ilerleyememesinin sebebini anlamıştı: Kavmine öfkelendiği için Allah’ın ona vermiş olduğu tebliğ görevini bırakıp kaçmayı tercih etmişti. Hatasını anlayan Yunus (as) gemidekilere, geminin gitmeme sebebini açıklamış ve kendisini gemiden atmalarını istemişti. Fakat onlar bir peygamberi atmaya cesaret edememiş ve kura çekmeye karar vermişlerdi. Kurada Yunus (as) çıkmış ve gemiden atılmıştı. Gemiden atılan Yunus Peygamberi Allah’ın emriyle büyük bir balık yutmuştu. Yunus (as) balığın karnında iken kederli bir hâlde Rabbine yakarmıştı: "...Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni eksikliklerden uzak tutarım. Ben gerçekten (kendisine) zulmedenlerden oldum..."

Allah Teâlâ (cc) da onun bu duasını kabul etmiş ve içinde bulunduğu bu durumdan onu kurtarmıştı. Allah Teâlâ (cc) balığın karnından kurtulan Yunus Peygamber’i (as) hâlsiz bir vaziyette sahile ulaştırmış, gölge yapması için üzerine geniş yapraklı bir bitki bitirmişti. Daha sonra yüz binden daha fazla kişiden oluşan halkına dönmüş, onlar da Hz. Yunus’un (as) peygamberliğini kabul edip iman etmişlerdi.

Peygamber Efendimiz (sas), balığın karnında iken Yunus Peygamber’in (sas) yapmış olduğu ve Cenâb-ı Hak tarafından kabul buyrulan duayı da ashâbına öğretmişti: "Zü’n-nûn’un (Yunus’un) balığın karnında iken yaptığı dua şöyleydi: "Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni bütün eksikliklerden uzak tutarım. Ben gerçekten (kendine) zulmedenlerden oldum." Müslüman bir kişi bir şey için bu duayı yaparsa, Allah (cc) onun duasını mutlaka kabul eder."

Hz. Yunus’u (as) ve hikâyesini ashâbına ders almaları için anlatan Resûl-i Ekrem (sas), bir defasında Mekke ve Medine arasındaki Herşâ yokuşundan ashâbı ile geçerken onlara bu tepenin hangi tepe olduğunu sordu. Onlar, "Herşâ tepesidir." diye cevap verince Kutlu Nebî şöyle buyurmuştu: "Yunus’u (as), yuları hurma lifinden olan kızıl bir dişi deve üstünde, yünden bir cübbe giymiş şekilde, telbiye getirerek (lebbeyk diyerek) bu vadiden geçerken görür gibiyim."

Peygamber Efendimiz (as), kıssalarını anlattığımız bu peygamberler dışında bir de Kur’an’da, peygamber olduğu açık bir şekilde belirtilmeyen Zülkarneyn (as), Üzeyir (as) ve Lokman’dan (as) bahsediyordu. Allah’ın (cc) kendisine güç ve kudret verdiği ve ihtiyaç duyacağı her şeyi elde etme yolunu gösterdiği Zülkarneyn, Kur’an’da doğu ve batıya seferler yapan bir kimse olarak anılıyordu. 

Üzeyir hakkında ise Kur’ân-ı Kerîm’de, "Yahudiler, "Üzeyir, Allah’ın oğludur." dediler. Hıristiyanlar ise, "İsa Mesih, Allah’ın oğludur." dediler. Bu, onların ağızlarıyla söyledikleri (gerçeği yansıtmayan) sözleridir. Onların bu sözleri daha önce inkâr etmiş kimselerin söylediklerine benziyor. Allah (cc), onları kahretsin. Nasıl da haktan çevriliyorlar!" buyrulmuştur. Peygamberimiz (sas) de Üzeyir’in (as) bir peygamber olup olmadığı konusunda bir bilgisinin olmadığını söylemiştir.

Lokman (as) ise Allah Teâlâ’nın (cc), şükretmesi için kendisine hikmet verdiği bir kimseydi. Hz. Lokman (as), daha çok oğluna verdiği hikmetli öğütler ile yâd edilmekteydi: "...Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür."

"Yavrucuğum! Yaptığın iş (iyilik veya kötülük), bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa yine de Allah onu (senin karşına) getirir. Doğrusu Allah (cc), en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.

Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir.

Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah (cc), kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez.

Yürüyüşünde tabiî ol, sesini alçalt. Unutma ki seslerin en çirkini merkeplerin sesidir."

Peygamber Efendimizin (sas) önceki peygamberler ile alâkalı bizlere anlattığı bu kıssa ve meseller, İslâm toplumunun süreklilik ve diriliğini sağlayan unsurlardandır. Tarih boyunca Allah Teâlâ’nın (cc) insanlığa göndermiş olduğu peygamberler bu anlatılanlardan ibaret de değildir. Yüce Rabbimizin, "Bir kısım peygamberleri sana daha önce anlattık, bir kısmını ise sana anlatmadık..." sözlerinden de bu anlaşılmaktadır. Bahsi geçen peygamberlerden başka daha nice peygamberler ve toplumlar gelip geçmiştir. Zikri geçen peygamber kıssalarının anlatılması hem bir tarih bilinci oluşturulması hem de toplumların yükseliş ve düşüşüne ilişkin Allah’ın değişmez yasalarının kıyamete kadar gelecek tüm Müslümanlar tarafından iyice kavranılması açısından önemlidir. Anlatılan bu kıssalar, başta Peygamberimiz (sas) olmak üzere tüm Müslümanların kuvve-i mâneviyelerini artırıcı bir etki yapması bakımından da önemlidir. Zira bir toplumun geçmişi onun belleğidir; belleği ise onun kimliğinin temelidir. Belleğini kaybeden bir toplum, kimliğini de kaybeder. Geçmişten bugüne yani ‘mâzî’den ‘hâl’e bu toplumun kimliğini inşa eden hiçbir şeyin unutulmaması gerekir.

Şu hâlde geçmiş peygamberlerin yaşadıklarını kendi hayatımızın dışında tutarak sadece anlatıp masal niyetine dinlemek değil, "Onlar yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin sonlarının nasıl olduğuna bakmadılar mı?" buyrulan Kur’ân-ı Kerîm’de de defalarca tembihlendiği üzere ibret dolu bir bakışla her seferinde yeniden düşünmek, içselleştirerek Allah’ın elçilerinin yaşantsını yaşama tarzı olarak benimsemek ve örnek edinmek gerekmekte değil midir?

Kaynak: Diyanet Hadislerle İslam