Dr. Mustafa Derviş DERELİ
Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
İnsanoğlu günümüzde, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir şekilde iletişim teknolojilerinin kuşatması altında. Yaşadığımız evlerde, çalıştığımız yerlerde, girip çıktığımız mekânlarda, caddede, sokakta, kısaca nefes alıp verdiğimiz hemen her yerde kameralar var artık. Hangi tarafa baksak, ne yana dönsek, dijital bir göz bizi gözetlemekte. Hayatımız anbean yakından izlenip kaydedilmekte. Hemen her dakika bir kadrajın içerisindeyiz. Güven(siz)lik ve gözetimin zirveye çıktığı dönemde yaşayan bizler, artık neredeyse kamerasız bir hayatı düşünememekte, onları hayatımızın olmazsa olmaz bir parçası olarak kabul etmekteyiz. Geleneksel dönemlerde kabul gören sınırların aşınmaya uğradığı, mahremiyetin dönüşüm geçirdiği, teknoloji aracılığıyla insanoğlunun en dokunaklı taraflarının dahi zarar gördüğü bir çağda hemen hepimiz “akışkan gözetim”in bir parçasıyız. Bilerek, isteyerek. Gözetildiğimizin farkında olarak. Hatta daha fazla gözetle(n)meyi talep ederek.
Sosyalleşme ve kendini ifade etme ihtiyacını yeni teknolojik imkânlarla gidermeye çalışan modern bireyler; haber alma, arkadaşlarıyla anlık sohbet etme, eğlenme ve paylaşımlarda bulunma gibi amaçlarla sosyal medya dünyasına akın etmekte, bunun bir bedeli olarak da gelişmiş gözetimin kolları arasına ister istemez kendilerini bırakmaktadır. Dijital ağların, sosyal medya ortamlarının en büyük çelişkisi de burada yatmaktadır: Bir yandan fiziki dünyanın sınırlarını ortadan kaldırarak bireylere, görece daha geniş bir özgürlük alanı sunarken diğer taraftan teknolojinin en gelişmiş aygıtlarıyla onları sınırsız gözetiminin içerisine dâhil etmektedir. Bir kişi dijital dünyaya adımını atmayagörsün, geri dönüşü hemen hemen mümkün olmayan bir yola girmiş oluyor. Akıllı telefonlar da hesaba katıldığında, internete dâhil olunduğu andan itibaren yapılan tüm aramalar, gönderilen e-postalar, incelenen sayfalar, beğenilen fotoğraflar, yazılan iletiler, yapılan retweetler kayıt altına alınmakta ve istenildiğinde farklı amaçlarla kullanılabilmektedir.
Dijital ağların gözetim kültürüyle olan derin irtibatı, yalnızca bu mecraların teknik arka planındaki hususiyetlerinden kaynaklanmamaktadır. Kullanıcıların sosyal medya ortamlarındaki paylaşım tercihleri de dijital ağların görme, görünme, gösterme, gözetleme, gözetlenme, dikizleme ve dikizlenme pratiklerine doğrudan hizmet etmektedir. Hemen her şeyin seyirlik bir gösteriye dönüştüğü postmodern dönemde, “Ben de varım, buradayım!” anlayışıyla pek çok kişi sosyal medya mecrasında kendini yeniden var etmekte, yeni kimlik arayışlarına yönelebilmektedir. Durmadan çekilen ve anında paylaşılan fotoğraflar, bir süre sonra olmazsa olmaz bir boyut kazanarak adım adım hayatın hemen her anını kapsar hâle gelmeye başlamaktadır. Artık gidilen herhangi bir yerde çekilen görseli sosyal medyada paylaşmak ile sosyal medyada o görseli yayınlamak için bir yere gitmek iç içe geçmiştir. Kendi mahremini kamuya açma doğrultusundaki yoğun iştiyak, birtakım kullanıcılarda, kameraya girmeyen ve başkalarıyla paylaşılmayan şeylerin gerçekten yaşanmadığı şeklinde bir hissiyat oluşturmuştur.
İnternetin ve sosyal ağların teşhir dünyasını, Fransız teorisyen Guy Debord’un meşhur deyişiyle, “gösteri toplumu” şeklinde adlandırmak da mümkün. Debord’un ilk olarak 1960’lı yıllarda ileri sürdüğü bu kavram; görüntülerin, ürünlerin ve sahnelenmiş olayların üretim ve tüketimi etrafında örgütlenmiş bir medya toplumuna karşılık gelmektedir. Kanadalı sosyolog Hal Niedzviecki de benzer şekilde kameraların hâkimiyet kurduğu ve internet ağlarının toplumu kuşattığı bu çağa “dikizleme çağı” adını verir. Zira sosyal medya aracılığıyla bizler sürekli başkalarını dikizlerken birileri de bizi her an dikizlemektedir. Popüler kültür unsurları aracılığıyla dünyanın hemen her yerine hızlı biçimde yayılan gösteri ve dikizleme kültürü, bir nevi “kendini ifade etme”yi de “kendini ifşa etme”ye dönüştürmüştür. Bu yeni durum, biz farkına varsak da varmasak da korunaklı hüviyetini geçmişten bugüne kadar belli düzeyde devam ettiren anlayışlarımızı, bireysel ve toplumsal dünyamızı, aile hayatımızı ve bunların hepsine doğrudan etki eden mahremiyet algımızı ve mahremiyete olan bakış açımızı önemli düzeyde değiştirmektedir.
Mahremiyet, insan olmanın fıtri bir göstergesidir. “İnsan neden mahremini ifşa etme ihtiyacını hisseder?” sorusuna verilebilecek belki de ilk cevap, meraktır. Merak duygusu ve bunu güdüleyecek davranışlarda bulunma, mahremiyet ihlaline yol açar. Mahremiyet ihlali, kamusal alan ile özel alan arasındaki dengenin bozulmasından kaynaklanır. Kamusal ve özel alanların, zamanın ruhuna göre yeniden düzenlenmesi, mahremiyete olan yaklaşımda köklü değişimler meydana getirir. Mahremiyetin tarihine bakıldığında, moderniteyi hazırlayan süreçlerin ve özellikle de önce mimaride başlayıp sonra bütün düşünce sistemine hâkimiyet kuran Rönesans’ın, mahremiyet anlayışının farklılaşmasında önemli etkilerinin olduğu görülür.
Rönesans ve Reform hareketlerinden bu yana Batı coğrafyasında aşama aşama yeni bir hüviyet elde eden mahremiyet anlayışları, sonraki dönemlerde dünyanın diğer bölgelerine de sirayet etti. Kitle iletişim araçlarının sofistike hâle gelmesinin bir sonucu olarak akıllı telefon teknolojisiyle küreselleşen dijital kültür ise yüzyıllardır farklı görünümlerle de olsa dünyanın hemen her coğrafyasında var olan kamusal-özel alan sınır çizgisini belirsizleştirdi. Böylece özel ve kamusal alanlar arasındaki ayrım bulanıklaşarak sınır çizgisi, özel alanın aleyhine deveran etti. Bu durum, gündelik hayatta mahrem olarak algılanan pek çok durum ya da yaşam deneyiminin, sosyal medya söz konusu olduğunda normal karşılanabilmesini beraberinde getirdi. Başka bir deyişle, bir zamanlar “kutsal” olarak algılanan ve belki iması dahi yapıl(a)mayan birtakım mahrem mevzuların veya hayat pratiklerinin aleni olarak dile getirilmeye başlanması, toplumun mahremiyet algısında köklü bir farklılaşmayı ortaya çıkarttı.
İnsan, özü itibarıyla mahrem bir varlıktır. Fakat hem gündelik hayatta hem de dijital platformlarda ailesi veya arkadaşlarıyla görece daha samimi ilişkiler kurabilmesi için, kısmen de olsa mahremini açma ihtiyacını hissetmektedir. Bu paradoks kimi zaman kullanıcıları muazzam bir görsele ve teşhire sahne olan dijital ağlara bağımlı olmaya ve sosyal medyanın kullanım vasatına teslim olmaya götürebilmektedir. İçerisinde yaşadığı toplumun ahlak anlayışı, bu tarz görselleri paylaşan kişi sayısı çoğaldıkça ister istemez değişikliğe uğrama durumuyla karşı karşıya kalmaktadır. Sosyal medyanın ironisi de bize göre buradadır. Gündelik hayatta yapıl(a)mayan, başkası yaptığı zaman eleştirilen ve hatta sorulduğu zaman yanlış olduğu itiraf edilen pek çok görselin paylaşımı, fiziki sınırların ve bedenin görece ortadan kalkmasından olsa gerek, kimi zaman bireyler tarafından normal karşılanabilmektedir. Bu da bireylerin ve toplumun mahremiyet kodlarında önemli dönüşümlere sebebiyet vermektedir.
Teknolojinin hayata hız kazandırdığı günümüzde, toplumumuzda geleneksel anlamda kabul gören ve uzunca bir süredir pratiğe dökülen birtakım sınır çizgileri, ortadan kalkmakla karşı karşıyadır. Bu da son derece doğaldır; zira bireylerin ve toplumların aynı kalmaması, değişimler yaşaması kaçınılmazdır. Dolayısıyla kuşaktan kuşağa aktarılan amentü, özünü devam ettirse de dini ya da geleneği anlama ve yorumlama biçimleri geçmişten günümüze değişmiştir, değişmeye de devam edecektir. Fakat bu dönüşümün çağımızdaki en sancılı süreci, bize göre “mahremiyet” konusunda yaşanmaktadır. Bir taraftan dinin/geleneğin düsturlarını önemseme gayreti içerisindeyken diğer taraftan da içerisinde yaşadığı hayatın albenili yeniliklerine açık olan ya da olmak zorunda kalan bireylerin, özellikle de genç kuşakların zihniyet dünyası arafta kalmaktadır. Bahsini ettiğimiz bu güçlük; mesaj, fotoğraf, video ve bildirim bombardımanının neredeyse hiç susmadığı akışkan sosyal medya dünyasında daha belirgin hâl almakta ve nihayetinde mahremiyet de büyük yara almaktadır. Dijital platformların bugün için Müslümanın, belki de en büyük imtihan alanı olduğu düşünüldüğünde mahremiyet sınırlarını aşındıran içeriklerden ve paylaşım pratiklerinden mümkün olduğunca kaçınmayı, bu hususta en azami itinayı göstermeyi hem insani hem de dinî bir düstur hâline getirmenin önemi daha iyi anlaşılacaktır.