Ebû Hâzim'in (ra), Sehl b. Sa'd'dan (ra) rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (sas) Hayber Savaşı sırasında (Hz. Ali'ye) şöyle demiştir:

“…Allah'a yemin ederim ki senin vasıtanla Allah'ın bir kişiye hidayet vermesi, kırmızı develerin olmasından daha hayırlıdır.”

عَنْ أَبِى حَازِمٍ قَالَ أَخْبَرَنِى سَهْلٌ – (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) يَعْنِى ابْنَ سَعْدٍ– قَالَ قَالَ النَّبِيُّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) يَوْمَ خَيْبَرَ “…فَوَاللَّهِ لأَنْ يَهْدِيَ اللَّهُ بِكَ رَجُلاً خَيْرٌ لَكَ مِنْ أَنْ يَكُونَ لَكَ حُمْرُ النَّعَمِ.”

(B3009 Buhârî, Cihâd, 143)

***

عَنْ بَهْزِ بْنِ حَكِيمٍ، عَنْ أَبِيهِ، عَنْ جَدِّهِ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “لاَ يَقْبَلُ اللَّهُ مِنْ مُشْرِكٍ أَشْرَكَ بَعْدَ مَا أَسْلَمَ، عَمَلاً حَتَّى يُفَارِقَ الْمُشْرِكِينَ إِلَى الْمُسْلِمِينَ.”

Behz b. Hakîm'in, babası aracılığıyla dedesinden naklettiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur: “Allah (cc), Müslüman olduktan sonra şirke düşen hiçbir müşrikin amelini, müşriklerden ayrılıp Müslümanlara dönmediği sürece kabul etmez.”

(İM2536 İbn Mâce, Hudûd, 2)

***

عَنْ تَمِيمٍ الدَّارِىِّ أَنَّ النَّبِيَّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “الدِّينُ النَّصِيحَةُ” قُلْنَا: لِمَنْ؟ قَالَ: “لِلَّهِ وَلِكِتَابِهِ وَلِرَسُولِهِ وَلأَئِمَّةِ الْمُسْلِمِينَ وَعَامَّتِهِمْ.”

Temîm ed-Dârî'den (ra) nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurdu:

“Din samimiyettir.” Biz “Kime karşı?” diye sorunca, “Allah'a, Kitabı'na, Peygamberi'ne, Müslümanların yöneticilerine ve bütün Müslümanlara.” buyurdu.

(M196 Müslim, Îmân, 95)

***

عَنْ أَنَسٍ عَنِ النَّبِيِّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “ثَلاَثٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ وَجَدَ حَلاَوَةَ الْإِيمَانِ: أَنْ يَكُونَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَحَبَّ إِلَيْهِ مِمَّا سِوَاهُمَا، وَأَنْ يُحِبَّ الْمَرْءَ لاَ يُحِبُّهُ إِلاَّ لِلَّهِ، وَأَنْ يَكْرَهَ أَنْ يَعُودَ فِى الْكُفْرِ كَمَا يَكْرَهُ أَنْ يُقْذَفَ فِى النَّار.ِ ”

Enes'ten (ra) nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:

“Şu üç özellik kimde bulunursa o kişi imanın tadına erer: Allah (cc) ve Resûlü'nü herkesten çok sevmek, sevdiği kişiyi sadece Allah (cc) için sevmek, imandan sonra küfre dönmekten, ateşe atılmaktan çekindiği gibi çekinmek.”

(B16 Buhârî, Îmân, 9)

***

Hicretin altıncı senesiydi. Allah Resûlü (sas) bir süvari birliğini Arabistan’ın Necd bölgesi istikametine göndermişti. Birlik, o bölgede bulunan Benî Hanîfe kabilesinden, Yemâme halkının başkanı Sümâme b. Üsâl’i yakalayıp getirdi ve Mescid-i Nebevî’nin direklerinden birine bağladı. Resûlullah (sas) yanına gelerek, "İçinden ne geçiriyorsun ey Sümâme?" dedi. Sümâme, "Ey Muhammed! İçimdeki hayırdır. Eğer öldürürsen kan (intikamı) alınacak birini öldürmüş olursun. Şayet iyilikte bulunursan, (iyiliğe) şükreden birine iyilik yapmış olursun. Eğer mal istiyorsan, iste, dilediğin kadar verilsin." karşılığını verdi. Hz. Peygamber (sas), takip eden iki gün tekrar Sümâme’nin yanına gelerek aynı soruyu sordu ve aynı cevabı aldı. Bunun üzerine Allah Resûlü (sas), "Sümâme’yi serbest bırakın." buyurdu. Onu, mescidin yakınlarındaki bir hurmalığa bıraktılar. Sümâme orada yıkandı ve mescide girerek, "Şehâdet ederim ki Allah’tan (cc) başka ilâh yoktur ve yine şehâdet ederim ki Muhammed (sas) Allah’ın Elçisi’dir." dedi ve şöyle devam etti:

"Ey Muhammed! Vallahi, yeryüzünde bana, senin yüzünden daha sevimsiz bir yüz yoktu. Fakat şimdi senin yüzün bana bütün yüzlerden daha sevimli hâle geldi. Vallahi, bana senin dininden daha sevimsiz geleni yoktu ama şimdi senin dinin bana bütün dinlerden daha sevimli oldu. Vallahi, bana senin beldenden daha sevimsiz olanı yoktu, ama şimdi senin belden bana diğer beldelerden daha sevimli hâle geldi. Ben umreye gitmek üzereyken senin atlıların beni yakaladı. (Şimdi) bu konuda bana ne dersin?" Allah Resûlü (sas) onu (Müslüman olmasından dolayı) müjdeledi ve umre yapmasına izin verdi. Sümâme, Mekke’ye gelince, müşriklerden biri ona, "Sapıttın mı yoksa?" diye sordu. O da, "Hayır. Fakat Allah’ın Resûlü Muhammed’le (sas) beraber İslâm’a girdim." dedi ve ekledi: "Allah’a (cc) yemin olsun ki Resûlullah (sas) izin vermedikçe Yemâme’den size bir buğday tanesi bile gelmeyecek."

Bu olay, "Dinde zorlama yoktur." âyetinin Allah Resûlü’nün (sas) uygulamasıyla nasıl anlaşılması gerektiğini gösteren çarpıcı bir örnektir. Allah Elçisi (sas), keşif birliğinin yakalayıp getirdiği bir kabile reisini, üç gün mescidinde gözetim altında tutarken ona İslâm’ı ve Müslümanları tanıma fırsatı vermiş, Müslüman olmasını arzu etmesine rağmen, o şartlar altında İslâm’a davet etmeyerek sadece ne düşündüğünü öğrenmek istemiştir. Sümâme, öldürme ve serbest bırakma imkânı elinde olan Hz. Peygamber’den (sas) hayır beklediğini ifade edip üç gün boyunca aynı şeyleri söyleyince Allah Resûlü (sas) onu serbest bırakmıştır. Muhtemelen, Hz. Peygamber’in (sas) hoşgörülü tavrından ve üç gün içinde mescitte izlediği Müslümanlardan etkilenen Sümâme serbest kalır kalmaz kendi arzusuyla Müslüman olmuş ve o âna kadar işbirliği içinde olduğu Mekkeli müşriklere, sıkıntılı oldukları bir dönemde, Hz. Peygamber (sas) izin vermeden bir buğday tanesi bile göndermeyeceğini belirtmiştir. Mekkelilerin, "Sapıttın mı yoksa?" sorusuna da, "Hayır. Fakat Allah Resûlü’yle beraber İslâm’a girdim." diyerek selâmete ve kurtuluşa eriştiğini vurgulamak istemiştir.

İman, bir gönül işidir. Bir dini benimsemek de ondan ayrılmak da insanın hür iradesine bırakılmıştır. Çünkü bu bir imtihandır. Onun için Yüce Allah (cc), müşrik Arapların ve kitap ehlinin yanılgılarına işaret edip onları doğru yola davet etmekle beraber, insanların hür iradeleriyle benimsedikleri dinleri konusunda baskıcı ve zorlayıcı olmamıştır. Nitekim şu âyetler bu gerçeği açıkça gözler önüne sermektedir: "Dinde zorlama yoktur. Doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. Kim tâğûtu (insanları yoldan çıkaran şeyleri) tanımayıp Allah’a (cc) inanırsa asla kopmayacak sağlam bir kulpa sarılmış olur. Allah (cc) işitendir, bilendir." "De ki, hak (gerçek) Rabbinizdendir. Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin..." "Rabbin dileseydi yeryüzünde bulunanların hepsi iman ederdi. Hâl böyleyken sen iman etmeleri için insanlara baskı mı uygulayacaksın?" İlk âyetin iniş sebebi olarak şu olay anlatılır: İslâm’dan önce, çocuğu yaşamayan ensar kadınları, doğacak çocuklarının yaşaması hâlinde onları Yahudiler arasında yetiştirip Yahudi yapacaklarına dair adakta bulunurlardı. İşte bu kadınlar, bu amaçla Benî Nadîr Yahudilerinin yanlarına verdikleri çocuklarını, Medine’den sürülen bu kabileyle gitmelerini önlemek için Müslüman olmaya zorlamışlardı. Âyetin iniş sebebi olarak nakledilen diğer bir olay da Sâlim b. Avfoğulları’ndan bir kişinin, Şam’dan gelen bir tüccarın telkiniyle Hıristiyan olan iki oğlunu, o tüccarla Şam’a gitmelerini önlemek için tekrar İslâm’a girmeye zorlaması ve Hz. Peygamber’den (sas) onları İslâm’a döndürmesini rica etmesidir. İniş sebebi ne olursa olsun âyet inanç konusunda baskı ve zorlamanın yeri olmadığını açıkça ifade etmektedir.

Son âyetin de işaret ettiği gibi Allah (cc), Elçisi’ni sadece ilâhî mesajın tebliğiyle görevlendirmiş, bu görevi yaparken baskıcı ve zorlayıcı olmaması gerektiğini vurgulayarak şöyle buyurmuştur: "(Ey Muhammed!) Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz Rabbin kendi yolundan sapanları da doğru yolda olanları da en iyi bilendir." Ona inanan müminlerin de aynı yöntemi benimsemelerini istemiştir: "Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülüğe engel olan bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır." "İçlerinde zulmedenler (haksızlık yapanlar) hâriç kitap ehli ile ancak güzel bir şekilde mücadele edin (tartışın) ve şöyle deyin: "Biz, bize indirilene de, size indirilene de inandık. Bizim ilâhımız ve sizin ilâhınız birdir. Biz sadece O’na teslim olmuş kimseleriz."

Kur’ân-ı Kerîm, geçmiş toplumlarda inançları sebebiyle baskı ve işkence gören insanlara atıfta bulunarak bunu yapanları şiddetle kınamıştır. Örneğin farklı inançlarından dolayı insanları hendeklere atarak diri diri yakan Uhdûd topluluğundan şöyle bahseder: "... Kahrolsun o alev alev yanan ateş çukurlarını hazırlayanlar! Hani ateşin başında oturmuşlar, inananlara yaptıklarını seyrediyorlardı. Sırf aziz, övgüye lâyık, göklerin ve yerin mâliki olan Allah’a inandıkları için müminlerden öç aldılar. Allah (cc) her şeye şahittir..." Âyet, Yemen’de Yahudiliği kabul eden Himyer kralı Zû Nuvâs’ın, Milâdî 523’te işgal ettiği Necrân’daki Hıristiyan halkı Yahudiliğe girmeye zorlarken yaptığı baskılara işaret etmektedir. Bu baskılar sonucu yirmi bin Hıristiyan’ın öldürüldüğü belirtilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm, Son Peygamber’e ve mümin arkadaşlarına baskı ve zulüm yapan Mekkeli müşrikleri, muhtemelen bildikleri bu olayı hatırlatarak uyarmaktadır. Dinde zorlamanın olmayacağını ifade eden Kur’an emri mutlak ve evrenseldir. Bunun tek istisnası bir kimsenin dinî uygulamaları veya dine karşı tutumuyla başkalarını rahatsız eder noktaya gelmiş olmasıdır. Dini dayanak noktası yapıp başkalarının haklarına tecavüz etmek ya da din karşıtı tutumuyla başkalarını rahatsız ederek onların kutsal değerlerine saldırmak bir hukuk ihlâlidir. Dolayısıyla dinî yükümlülükleri yerine getirip getirmeme konusu, kişinin hesabını sadece Allah’a (cc) vereceği inanç ve ibadet özgürlüğü alanına girer.

"Din, akıl sahibi insanları, kendi hür iradelerini kullanarak doğrudan hayra ulaştırmak üzere Allah (cc) tarafından belirlenen ilâhî değerler manzumesi" olarak tanımlanmıştır. Dinin özünde iman, imanın temelinde de kalp ile tasdik vardır. İnsanın bir şeyi isteyerek tercih etmesi, onu ancak kalben benimsemesi ile mümkündür. Bu nedenle ilâhî iradenin benimsenmesi rızaya bağlıdır. Buradan hareket eden İslâm âlimleri de zorlama ve baskı sonucunda yapılan inanç ikrarının geçersiz olduğunu belirtmişlerdir. Örneğin, Hanbelî âlim İbn Kudâme şöyle demiştir: "Şayet, İslâm toplumunda yaşayan ve İslâm’a girmeye zorlanması caiz olmayan bir gayri müslim (zimmî) veya kendisine can güvenliği garantisi verilen (müste’men) bir kimse İslâm’ı kabul etmeye zorlanırsa kendi rızası ile Müslüman olduğu bilinmedikçe Müslüman sayılmaz...." İbn Kudâme’nin bu görüşü zoraki Müslüman olan bedevîlerin Kur’an’daki şu tasvirine uymaktadır: "Bedevîler, "İman ettik." dediler. De ki, "(Gerçekte) iman etmediniz. Ama, "Boyun eğdik (teslim olduk.)" deyin. Henüz iman kalplerinize girmedi..." Baskı ve zorlama, insanı, İslâm’ın reddettiği ikiyüzlülüğe sevk eder. Samimiyete ve bilinçli tercihe dayanmayan söz ve davranışlar görünüşte dine uygunluk taşısa da gerçekte nifak olarak adlandırılıp inkârla eşit tutulur ve değersiz sayılır. Nitekim Kur’an, inançlarında dürüst davranmayan münafıkları şiddetle kınamış ve onları apaçık inkârcılardan daha tehlikeli saymıştır.

Hz. Muhammed (sas) yirmi üç yıllık peygamberlik döneminde kimseye inanç dayatmadığı gibi dinî uygulamalar konusunda da zorlayıcı olmamıştır. O, hem Mekke hem de Medine döneminde insanları öğütle, delille ve ikna yoluyla dine davet etmiş, hiçbir zaman zor kullanma yoluna gitmemiştir. Mekke döneminde inen bir âyette Hz. Peygamber’e (sas), "insanları dine davet ederken hikmet ve güzel öğütle çağırması ve onlarla en güzel şekilde mücadele etmesi"  emredilmiş, buna uyan Allah Resûlü’nün (sas) nasıl başarılı olduğu Medine’de nâzil olan şu âyetle tescil edilmişti: "Allah’ın (cc) rahmeti sayesinde sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi..." O, düşmanlarıyla ve diğer din mensuplarıyla ilişkisinde hep barışçı yolu tercih etmiş, zayıf veya kuvvetli olduğu durumlara göre bu tutumunda bir değişiklik olmamıştır. Bu nedenle, Medine’ye gelen Necrân Hıristiyanlarına kendi mescidinde ayin yapmalarına izin vermiş, imkânı olduğu hâlde onları alıkoyma veya baskı uygulama yoluna gitmemiştir. Bu yüzden, çeşitli bölgelere gönderdiği valilerine, oradaki Hıristiyan ve Yahudilerin dinlerinden dönmeye zorlanmamaları talimatını vermiştir. Peygamber Efendimiz (sas) kendi döneminde ve sonraki dönemlerde Müslüman olmayanların İslâm’la tanışmaları için yapılacak fetihlerde insanların önce İslâm dinine davet edilmesini, bunu kabul etmedikleri takdirde kendilerinden cizye istenmesini, bunu da kabul etmemeleri hâlinde son çare olarak savaş seçeneğine başvurulmasını istemesi de diğer din mensuplarına karşı tutumu hakkında bilgi vermektedir. Hayber Savaşı sırasında sancağı teslim alan Hz. Ali (ra), "Yâ Resûlallah, ben bu insanlar Müslüman oluncaya kadar onlarla savaşacak mıyım?" sözüne karşılık Allah Resûlü’nün (sas) şu cevabı çok manidardır: "Selâmetle onların bulunduğu yere var. Onları İslâm’a davet et ve dinin gerekli olan prensiplerini onlara haber ver. Allah’a (cc) yemin ederim ki senin vasıtanla Allah’ın (cc) bir kişiye hidayet vermesi, kırmızı develere sahip olmandan daha hayırlıdır."

Hayber’de Hz. Ali’ye (ra) hitaben söylediği gibi Allah Resûlü (sas) Müslümanların öncelikli görevlerinin insanlara İslâm’ı ulaştırmak olduğunu beyan etmişti.

Peygamber Efendimiz (sas), kimseye inanç dayatmadığı gibi İslâm dinini terk ettiği gerekçesiyle de kimseyi öldürmemiş ve cezalandırmamıştır. Bu konuda Buhârî’nin Sahîh ’inde yer alan bir hadise göre Hz. Peygamber (sas), kendisine biat edip Müslüman olan, sonra da hastalığını öne sürerek bundan vazgeçip Medine’yi terk etmek isteyen bir bedevînin bu isteğini uygun bulmamış ancak gidişine de engel olmamıştır. Sadece, "Medine, kirini, pasını atan, temizini tutan bir körük gibidir." buyurarak ona karşı kırgınlığını ifade etmekle yetinmiştir. Hâris b. Süveyd’in ve İslâm’a girip irtidad eden, sonra yine İslâm’ı kabul eden Mekkeli bir grubun olayı da başka bir örnektir. İslâm tarihinde ilk irtidad eden kişi olduğu kabul edilen Mukayyis b. Subâbe için Hz. Peygamber (sas) tarafından verilen ölüm emri ise onun din değiştirmesinden dolayı değil yanlışlıkla kardeşini öldüren bir Müslüman’ı, diyetini aldığı hâlde kasten öldürmesinden dolayıdır.

"Dinini değiştireni öldürünüz." "Allah’tan başka ilâh olmadığına ve benim Allah’ın Resûlü (sas) olduğuma şehâdet eden Müslüman bir kimsenin kanı ancak üç şeyden biri ile helâl olur: Evli iken zina etme, adam öldürme ve dinini terk edip cemaatten ayrılma." şeklinde İslâm’dan dönenlerin ölümle cezalandırılması gerektiğine dair hadisler, bireysel bir din değiştirmeden dolayı diyaneten katledilmeyi değil, Müslümanlara karşı savaş içinde olma gibi siyaseten ve savaş hukuku gereği öldürülme müeyyidesini ifade etmektedir. Nitekim Peygamber Efendimizin (sas) fiilî uygulaması göz önünde bulundurulduğunda kendi döneminde İslâm dininden çıktığı için hiçbir kimseyi ölümle cezalandırmadığı görülecektir. Meselâ, Peygamber Efendimiz (sas) döneminde ölümle cezalandırılması gerektiği bildirilenlerden biri olan Abdullah b. Sa’d b. Ebû Serh, Resûlullah’ın (sas) vahiy kâtibi idi. Şeytan onu saptırdı ve İslâm’dan çıkıp kâfirlere iltihak etti. Bunun üzerine Resûlullah (sas) onun Mekke fethi günü öldürülmesini emretti. Ancak Osman b. Affân onun için eman (güvence) istedi ve Resûlullah (sas) da ona eman verdi. Hz. Osman bu şahsın artık Müslümanlara zararlı olmayacağına, düşman safında yer almayacağına dair güvence verince Allah Resûlü’nün (sas) onun güvencesini kabul ettiği anlaşılmaktadır. Risâletin verildiği ilk dönemde saf değiştirenler genellikte düşman tarafına geçtikleri için doğrudan hasım kabul edilirlerdi. Allah Resûlü’nün (sas) yakınında bulunup vahiy kâtipliği yapan bu kişinin Kureyş müşriklerine katılmasından sonra öldürülmesine karar verilmesi de onun İslâm’dan dönmesinden ziyade, Müslümanlara ihanet ve savaş hâlindeki insanlara katılıp aynı konumda yer almasıyla ilgili idi. Nitekim zarar vermeyeceği anlaşılınca da Allah Resûlü (sas) tarafından affedilmiş ve nihayet zaman içinde Abdullah b. Sa’d tekrar Müslüman olmuştu.

Peygamber Efendimizin (sas) Allah’ın (cc) birliğine ve kendisinin peygamberliğine şehâdet getirdikten sonra Müslüman bir kimsenin ancak dinini terk edip, cemaatten ayrılırsa öldürülebileceğini belirtmesi de bu bağlamda anlaşılabilir. Hadisin dinini değiştirip İslâm toplumundan ayrılan kişi bölümü, bulunduğu topluluğa ihanet eden, onlardan ayrılan, düşmanca tavır alan kişi şeklinde anlaşılmıştır. Nitekim hadisin farklı bir rivayetinde, "İslâm’dan çıkıp Allah (cc) ve Resûlü’ne harp ilân eden kişi’ olarak zikredilmesi de bunu teyit etmektedir. Hz. Ömer (ra) de bu yönde görüş beyan etmiştir. Nitekim Enes b. Mâlik (ra), Hz. Ömer (ra) ile yaşadığı bir olayı şöyle anlatmaktadır:

"Ebû Musa, Tüster’in fethinde beni Ömer’e (ra) gönderdi. Bekr b. Vâil kabilesine ait altı kişiden oluşan bir grup Müslüman olduktan sonra irtidad etmiş ve müşriklerin safına katılmıştı. Hz. Ömer (ra) bana onların akıbetini sordu. Ben de başka bir konudan bahsederek onlar hakkındaki gelişmeleri anlatmak istedim. Fakat Hz. Ömer (ra) ısrarla onların akıbetini sorunca, "Ey müminlerin emîri, İslâm’dan çıkarak mürted olmuş ve müşriklere katılmış insanlar ancak ölümü hak etmektedirler." dedim. Bunun üzerine Hz. Ömer (ra) şöyle söyledi: "Şayet ben onları sağlam olarak ele geçirseydim benim için güneşin üzerine doğduğu her türlü altın ve gümüşten daha hayırlı olurdu." Ben, "Ey müminlerin emîri, onları yakalasaydın ne yapardın?" diye sordum. Hz. Ömer (ra) de, "Onları çıktıkları kapıdan tekrar içeri girmelerini teklif ederdim. Eğer kabul etmezlerse onları hapse atardım." diye cevap verdi.

İrtidad edenlerin tevbe edip tekrar kazanılması için imkân ve fırsat sağlanması esastır. Tâbiînden İbrâhim en-Nehaî’nin, irtidad eden kimseye tevbe etmesinin önerileceğini belirtmesi ve Süfyân-ı Sevrî’nin de bu düşünceye katıldığını ifade etmesi, bu insanların tekrar İslâm’a dönüşlerinin sağlanması amacına yöneliktir.

Sahâbeden İbn Abbâs (ra), tâbiînden Hasan-ı Basrî, Atâ b. Ebû Rebâh ve Süfyân es-Sevrî’ye dinini değiştiren kadınların hükmü sorulunca, ölüm cezası verilemez cevabını vermişlerdir. Çünkü onların anlayışında irtidad edenlerin asıl öldürülme nedeni din değiştirme değil düşman safına katılıp harbi hâline gelmeleridir. Kadınlar da fiilen savaşa katılmadıkları için onlar için verilen hüküm de farklı olmuştur.

Peygamber Efendimizin (sas) çok özel durum(lar) için sarf ettiği bir hadisin çok genel bir anlamda değerlendirmeye çalışılması isabetsiz sonuçlar doğurur. Hadis kaynaklarında irtidad edenlere ölüm cezası verilmediğine dair örnekler vardır. İbn Abbâs’tan (ra) rivayet edildiğine göre ensardan bir adam Müslüman olduktan sonra dinini terk edip mürted oldu ve müşriklerin arasına katıldı. Sonra pişman oldu. Kabilesine haber göndererek, "Benim için Resûlullah’a (sas) sorun, tekrar İslâm’a gireceğim, benim tevbem kabul olunur mu?" dedi. Akrabaları Resûlullah’a (sas) gelerek, "Falan kimse İslâm’ı terk ettiğine pişman oldu ve tevbesinin kabul edilip edilmeyeceğini senden sormamızı istedi dediler. Bu sırada Âl-i İmrân sûresi 86-89. âyetleri nâzil oldu ve bu haber kendisine ulaştırıldı ve o kimse tekrar Müslüman oldu.

Hz. Ebû Bekir (ra), halifeliği döneminde ortaya çıkan ve devlete isyan şeklinde patlak veren irtidad hareketleri devlet idaresini ciddi bir şekilde tehdit etmeye başlayınca, onlara savaş ilân etmek zorunda kalmıştı. Bu savaş, Müslümanların birliğini parçalamak, İslâm yurdunda Hz. Peygamber’in (sas) koyduğu ve uyguladığı esasları boşa çıkarmak, onların uygulanır olmasını ortadan kaldırmak isteyenlerin engellenmesine yönelik idi. Yine Hz. Ebû Bekir (ra) dönemi ve daha sonraki dönemlerde Müseylimetü’l-Kezzâb, Secâh, Esvedü el-Ansî gibi yalancı peygamberlerin başını çektiği irtidad hareketlerine karşı yapılan savaşlar da aynı mahiyette savunma ve halkın güvenliğini koruma amaçlı idi.

Din değiştirme, temelde inanç hürriyetiyle ilgili bir konudur. Bir dini benimseyip kabul etme özgürlüğü olan kimsenin o dinden ayrılma özgürlüğü de vardır. Ancak tarihî bir olgu olarak hiçbir din, kendi açısından din değiştirmeye olumlu bakmamıştır. Bu konuyla ilgili olarak bazen ölüm cezasına kadar uzanan ceza uygulamaları dinsel öğretiden çok, siyasal ve sosyal şartların gerekçe gösterildiği idarî tasarruflardır. Kur’an, İslâm dinini terk eden kimseye uhrevî yaptırımın dışında hiçbir ceza öngörmemiştir. Bakara sûresinin 217. âyetinin ilgili kısmı şöyledir: "...Sizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse bunların bütün amelleri dünyada da âhirette de boşa gitmiştir. Bunlar cehennemliklerdir, orada sürekli kalacaklardır." Görüldüğü üzere âyet mürtede yani İslâm dininden dönene uhrevî cezanın dışında dünyevî bir ceza öngörmemiş, "kâfir olarak ölürse" ifadesiyle de buna işaret etmiştir. Âl-i İmrân sûresinin 86.-90. âyetlerinde imanlarından sonra küfre sapanların uhrevî cezalarına işaret edilmiş, 87. âyette bu ceza, "Allah’ın (cc), meleklerin ve bütün insanların lanetini hak etmeleri" olarak ayrıca tasrih edilmiştir. Nisâ sûresinin 137. âyetinde de şöyle buyrulmaktadır: "İman edip sonra inkâr eden, sonra inanıp tekrar inkâr eden, sonra da inkârlarında ileri gidenler var ya, Allah onları ne bağışlayacak ne de doğru yola iletecektir." Eğer mürtede ölüm cezası öngörülmüş olsaydı âyet, tekrar eden iman ve küfür ihtimalinden hiç bahsetmez, ilk irtidad olayından sonra ölüm hükmünü verirdi. Bu âyetlerden de anlaşılacağı üzere inancı bir irade ve imtihan konusu kabul eden Kur’an’ın buna aykırı bir beyanının bulunması ve inanç hürriyetini sağlamak üzere gelen bir dinin bu hürriyeti kısıtlayıcı yahut ortadan kaldırıcı bir yaklaşıma sahip olması düşünülemez. İlgili âyetler, dinden dönenlerin yaptıkları işin doğru olmadığını ve bunların âhirette cehennem azabıyla karşılaşacaklarını bildirmektedir. İnanca davet ederken cennet vaad eden bir dinin, o inancı terk edeni cehennem azabıyla uyarması doğaldır.

Sevgili Peygamberimiz (sas) de İslâm dinini terk edenlere sıcak bakmamış, aynen Kur’an’da olduğu gibi onları uhrevî yaptırımla uyarmıştır. Bir hadislerinde, "Allah (cc), Müslüman olduktan sonra şirke düşen hiçbir müşrikin amelini, müşriklerden ayrılıp Müslümanlara dönmediği sürece kabul etmez."  buyurmuştur. Dinin, başta Allah (cc) ve Resûlü (sas) olmak üzere herkese karşı bir samimiyet olduğunu bildiren Allah Elçisi (sas), dinde Allah’a (cc) en sevimli gelen şeyin, din mensubunun, dini üzerinde devamlı ve sebatlı olması olduğunu belirtmiştir. Ve nihayet, "Şu üç özellik kimde bulunursa o kişi imanın tadına erer: Allah (cc) ve Resûlü’nü (sas) herkesten çok sevmek, sevdiği kişiyi sadece Allah (cc) için sevmek, imandan sonra küfre dönmekten, ateşe atılmaktan çekindiği gibi çekinmek." buyurarak, iman ile küfür farkını cennet ve cehennem benzetmesiyle anlatmıştır.

O, insanları Allah’ın yoluna davet eden bir elçi olarak, bu davete icabet edenlere ne kadar sevindiyse bundan uzak duranlara veya verdiği sözden cayanlara da o nispette üzülmüştür. Ümmetini, ateşe düşme tehlikesine maruz kalmış pervanelere, kendisini de onlar ateşe koştukça eteklerinden çekip korumaya çalışan kurtarıcıya benzeten Allah Resûlü’nün (sas), İslâm’ı terk ederek âdeta kendisini ateşe atan bir bedevîye tepki göstermesi anlaşılabilir bir tutumdur. Onun için Cenâb-ı Hak (cc), Sevgili Elçisi’nin (sas) bu hassasiyetine, "Demek onlar bu söze (Kur’an’a) inanmazlarsa arkalarından üzülerek neredeyse kendini harap edeceksin." âyetiyle işaret etmiştir. Bu konudaki duyarlılığı onu, Yahudi iken Müslüman olduktan sonra geçim sıkıntısı nedeniyle yiyecek bulamayıp aç kaldıkları için dinlerini terk etme tehlikesi ile karşı karşıya kalan bir grup Müslüman için borç bulma çabasına sevk etmiştir.

Sonuç olarak, insanların akıllarına ve vicdanlarına hitap eden İslâm onların hür iradeleri ve özgür seçimlerine çok önem vermiştir. Tarih boyunca milletler, kitleler hâlinde özgür iradeleri ile Müslüman olmuştur. İslâm hakikati ile tanışan ve tevhid ile aydınlanan insanlar kolay kolay İslâm’ı terk etmemişlerdir. Nitekim kitleler hâlinde İslâm’dan çıkışlar olmadığı gibi, bireysel olarak basireti bağlanıp, İslâm’ın aydınlığından sonra inkâr, şirk yahut sapkınlığın karanlığına kapılanlar hep münferit vakalar olarak kalmıştır. İslâm dini, kendisini tercih etmeyenlerin yanlış bir seçim yaptıklarını ifade etmekle beraber, başka tercihlere müdahale etmemeyi ve kişileri kendi sorumluluklarıyla baş başa bırakmayı ilke olarak benimsemiştir.

Kaynak: Diyanet Hadislerle İslam