Ebû Hüreyre'den (ra) nakledildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:

“…Her Müslümanın bir başka Müslümana kanı, malı ve ırzı (şeref ve namusu) haramdır.”

عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “… كُلُّ الْمُسْلِمِ عَلَى الْمُسْلِمِ حَرَامٌ دَمُهُ وَمَالُهُ وَعِرْضُهُ.”

(M6541 Müslim, Birr, 32)

***

عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) عَنِ النَّبِيِّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “اجْتَنِبُوا السَّبْعَ الْمُوبِقَاتِ.” قَالُوا: “يَا رَسُولَ اللَّهِ، وَمَا هُنَّ؟” قَالَ: “الشِّرْكُ بِاللَّهِ، وَالسِّحْرُ، وَقَتْلُ النَّفْسِ الَّتِى حَرَّمَ اللَّهُ إِلاَّ بِالْحَقِّ، وَأَكْلُ الرِّبَا، وَأَكْلُ مَالِ الْيَتِيمِ، وَالتَّوَلِّى يَوْمَ الزَّحْفِ، وَقَذْفُ الْمُحْصَنَاتِ الْمُؤْمِنَاتِ الْغَافِلاَتِ.”

Ebû Hüreyre'den (ra) nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sas), “Helâk edici yedi şeyden kaçınınız!” buyurdu. Sahâbîler, “Yâ Resûlallah! Bu yedi şey nedir?” diye sordular. Resûlullah (sas) da, “Allah'a şirk koşmak, sihir yapmak, hukukun gerektirdiği dışında Allah'ın (zarar vermeyi) yasakladığı bir cana kıymak, faiz yemek, yetim malı yemek, (düşmanla karşılaşınca) savaştan kaçmak, zinadan uzak duran ve hiçbir şeyden haberi olmayan mümin kadınlara zina iftirasında bulunmak.” cevabını verdi.

(B2766 Buhârî, Vesâyâ, 23)

***

عَنْ سَعِيدِ بْنِ زَيْدٍ قَالَ: سَمِعْتُ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) يَقُولُ: “مَنْ قُتِلَ دُونَ مَالِهِ فَهُوَ شَهِيدٌ وَمَنْ قُتِلَ دُونَ دِينِهِ فَهُوَ شَهِيدٌ وَمَنْ قُتِلَ دُونَ دَمِهِ فَهُوَ شَهِيدٌ وَمَنْ قُتِلَ دُونَ أَهْلِهِ فَهُوَ شَهِيدٌ.”

Saîd b. Zeyd'in (ra) işittiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:

“Malını savunurken öldürülen kişi şehittir. Dinini savunurken öldürülen kişi şehittir. Canını savunurken öldürülen kişi şehittir. Ailesini savunurken öldürülen kişi şehittir.”

(T1421 Tirmizî, Diyât, 21)

***

عَنْ سَعِيدِ بْنِ زَيْدٍ قَالَ: سَمِعْتُ النَّبِيَّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) يَقُولُ: “مَنْ أَخَذَ شِبْرًا مِنَ الْأَرْضِ ظُلْمًا فَإِنَّهُ يُطَوَّقُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ مِنْ سَبْعِ أَرَضِينَ.”

Saîd b. Zeyd'in (ra) işittiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:

“Her kim hakkı olmadığı hâlde bir karış yeri alırsa, o yer kıyamet gününde yedi kat olarak boynuna geçirilir.”

(M4135 Müslim, Müsâkât, 140)

***

عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “الْمُسْلِمُ مَنْ سَلِمَ الْمُسْلِمُونَ مِنْ لِسَانِهِ وَيَدِهِ وَالْمُؤْمِنُ مَنْ أَمِنَهُ النَّاسُ عَلَى دِمَائِهِمْ وَأَمْوَالِهِمْ.”

Ebû Hüreyre'den (ra) nakledildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:

“Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden selâmette olduğu (zarar görmediği) kimsedir. Mümin de halkın canları ve malları konusunda kendisinden emin oldukları kimsedir.”

(T2627 Tirmizî, Îmân, 12)

***

Resûlullah (sas) ile beraber Veda Haccı’nda bulunan ashâbdan Amr b. Ahvas (ra) anlatıyor: "Resûlullah (Veda Hutbesi’nde) Allah’a (cc) hamd ve senâdan sonra vaaz ve nasihat etti ve şöyle buyurdu: "Hangi gün daha saygındır? Hangi gün daha saygındır? Hangi gün daha saygındır?" Oradaki insanlar, "Hacc-ı Ekber günü (Kurban Bayramı’nın birinci günü) ey Allah’ın Resûlü!" dediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (sas) buyurdular ki, "Bu (Zilhicce) ayınızda, bu (Mekke) şehrinizde, bu (arefe) gününüz nasıl mukaddes ise, kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız (şeref ve namusunuz) da aynı şekilde mukaddestir (dokunulmazdır). Bilin ki! Her suçlu cezasını kendisi çekecektir. Hiçbir baba çocuğunun suçundan dolayı sorumlu tutulamayacağı gibi, hiçbir çocuk da babasının yaptığından dolayı ceza çekemez. Bilin ki! Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Müslümana, gönül rızası olmadan kardeşinin malı helâl olmaz. Bilin ki! Câhiliye dönemindeki tüm faizler kaldırılmıştır. Anaparalarınız sizindir. Haksızlık etmeyecek ve haksızlık da görmeyeceksiniz. İlk kaldırılan faiz, Abbâs b. Abdülmuttalib’in faizi olup, onun faizinin hepsi kaldırılmıştır. Bilin ki! Câhiliye dönemindeki tüm kan davaları da kaldırılmıştır. Kaldırılan ilk kan davası İbn Rebîa b. Hâris’in güttüğü kan davasıdır."

Bu açıklamalarıyla Hz. Peygamber (sas), câhiliye döneminde sınırlı olarak bilinen ve sadece haram aylarda uygulanan ‘dokunulmazlık’ kavramını her zaman ve mekâna taşıyarak genelleştirmiştir. Can ve mal güvenliğini insanoğlunun vazgeçilmez haklarından sayan İslâm, herhangi bir hukukî gerekçeye dayanmaksızın bu hakların ihlâl edilmesini kesin bir dille yasaklamıştır.

İslâm’a göre can güvenliği ve dokunulmazlığı, insanın doğmadan önce daha anne karnında iken kazandığı fıtrî bir hakkıdır. Zarurî bir neden olmadığı sürece cenin hâlinde bile olsa bir insanın yaşama hakkı elinden alınamaz. Kur’ân-ı Kerîm’de, "Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüştür. Her kim de birini (hayatını kurtararak) yaşatırsa, sanki bütün insanları yaşatmıştır." buyrulur. Şu hâlde, toplum içinde can güvenliğinin temini için herkes başkalarının hayatını korumaya yardım etmek durumundadır. Zira bir başkasının canını haksız yere almakla, sadece bir kişiye zulmedilmiş olmaz. Aynı zamanda insan hayatının dokunulmazlığı gibi toplumda hâkim kılınması gereken bir prensip çiğnenmiş, merhamet gibi bir duygu zedelenmiş olur. Bir âyette, "Kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde ebedî kalmak üzere cehennemdir. Allah (cc) ona (kasten öldürene) gazap etmiştir, lânet etmiştir ve çok büyük bir azap hazırlamıştır." buyrulur. Resûl-i Ekrem’in (sas), "Allah Teâlâ’nın (cc) katında bir müminin öldürülmesi, dünyanın yok olmasından daha büyük (bir cürüm)dür." hadisi de yaşama hakkının ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır.

Kişilerin can güvenliğinin sağlanması konusunda azami hassasiyeti gösteren İslâm’ın mukaddes Kitabı’nda, hata ile bile olsa bir hayata son vermenin ‘diyet’ ve ‘köle azat etmek’ gibi maddî cezaları, oruç gibi bedenen ödenen cezaları yer alır. Kasten cana kıyanların cezasının ise ‘kısas’ yani katilin öldürülmesi olduğu da yine Kur’an âyetiyle bildirilir. Hatta herhangi bir kimse, "Ben kendi canıma kıyarım." diyerek intihar edemez. Zira Peygamberimiz (sas), bir kimsenin psikolojik rahatsızlığı olmaksızın, cinnet geçirmeksizin bilinçli bir şekilde canına kıymasının cezasının cehennem olduğunu haber vererek intiharı kesinlikle yasaklamıştır.

İslâm, barış zamanında can güvenliği ve dokunulmazlığını din, dil ve ırk ayrımı olmaksızın tüm insanlar için geçerli sayar ve herkesin güvenliğini sağlamaya çalışır. Nitekim Hz. Peygamber (sas), zimmîler yani İslâm toplumunda yaşayan gayri müslim vatandaşlar hakkında şu uyarıda bulunmuştur: "Bilin ki! Kim bir zimmîye haksızlık ederse, onun hakkını eksik verirse, ona gücünün üstünde şeyler yüklerse veya gönülsüz olarak ondan bir şey alırsa, ben kıyamet gününde o kişinin düşmanıyım." Bu sözlerle, İslâm ile şereflenmese dahi bütün insanların can ve mal dokunulmazlığının bulunduğunu vurgulayan Hz. Peygamber (sas), kendileri ile yapılan anlaşma süresince zimmîlerin canlarının emniyet altında olduğunu bildirmiştir. Savaş zamanında ise Müslümanın kendini müdafaası için düşmanının dokunulmazlığı kalkar ve öldürülmesine izin verilir. Ancak bu durumda bile Rahmet Peygamberi (sas), düşman askeri de olsa kimseye işkence yapılmamasını, organlarının kesilmemesini (müsle), çocukların ve kadınların öldürülmemesini emretmiştir.

Allah Resûlü’nün (sas), "...Her Müslümanın bir başka Müslümana kanı, malı ve ırzı (şeref ve namusu) haramdır." buyruğuna göre her birey, ‘insan olarak’ öncelikle hayat hakkına, ardından da mal ve onur dokunulmazlığına sahiptir. Hiç kimse, bu saygınlığı ve insanî değerleri şu veya bu şekilde ihlâl edemez. Dolayısıyla ister kan davası, ister töre cinayeti, ister intihar olsun, haksız yere bir hayata son vermek İslâm’a göre en büyük günahlardan sayılmıştır.

Nitekim bir gün Resûl-i Ekrem (sas), "Helâk edici yedi şeyden kaçınınız!" buyurmuştur. Sahâbîler, "Yâ Resûlallah! Bu yedi şey nedir?" diye sorunca, "Allah’a (cc) şirk koşmak, sihir yapmak, hukukun gerektirdiği dışında Allah’ın (cc) (zarar vermeyi) yasakladığı bir cana kıymak, faiz yemek, yetim malı yemek, (düşmanla karşılaşınca) savaştan kaçmak, zinadan uzak duran ve hiçbir şeyden haberi olmayan mümin kadınlara zina iftirasında bulunmak." cevabını vermiştir.

Canın yongası olan ve meşru yollarla elde edilen mal da hadislerde belirtildiği üzere dokunulmazdır ve İslâm’ın koruması altındadır. Bir gün Hz. Peygamber’e (sas) gelen bir adam, "Yâ Resûlallah! Malımı zorla almak isteyen birine karşı ne yapmalıyım?" diye sorar. Allah Resûlü (sas), "Ona Allah’ı (cc) hatırlat!" cevabını verir. Adam tekrar sorar: "Ya buna aldırmazsa!" "Yakınındaki Müslümanlardan yardım iste!" der Allah Resûlü (sas).

Adam soru sormaya devam ettikçe aralarında şöyle bir diyalog gelişir:

Adam: "Peki, çevremde kimse yoksa!"

Resûlullah (sas): "Ona karşı yetkililerden yardım iste!"

Adam: "Peki yetkililerin müdahale imkânı yoksa!"

Resûlullah (sas): "O zaman malını korumak için mücadele et; ya âhiret şehitlerinden olursun veya malını kurtarırsın."

Bir başka rivayette diyalog şöyle devam etmektedir:

Adam: "(Mücadele ederken) ya ölürsem?"

Resûlullah (sas): "Şehit olursun."

Adam: "Ya ben onu öldürürsem?"

Resûlullah (sas): "Onun yeri cehennemdir."

Bu diyalogda, hukukun olmadığı, Müslümanların da yardımcı olamadığı bir ortamda mal varlığına saldırılması durumunda kişinin ne yapabileceği dile getirilmektedir. Aksine bu hadisten, normal şartlarda kişiye hırsızı ya da gaspçıyı öldürme izni verildiği gibi yanlış bir sonuç çıkartılmamalıdır.

Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur: "Malını savunurken öldürülen kişi şehittir. Dinini savunurken öldürülen kişi şehittir. Canını savunurken öldürülen kişi şehittir. Ailesini savunurken öldürülen kişi şehittir." Hz. Peygamber’in (sas) bu sözleri can ve dinin yanı sıra malın güvenliği ve korunması konusunun da İslâm’da ne derece önem arz ettiğini göstermektedir. Gasp, hırsızlık ve yağma gibi bir saldırıya uğrayan kimsenin, öldürülmek pahasına da olsa, bu saldırıyı önleme ve malını koruma hakkı vardır. Zira mala olan saldırı zulüm ve haksızlık olduğu kadar İslâm’ın koyduğu sınırların ihlâli anlamına da gelmektedir. Ancak, malı saldırıya karşı savunmaktan amaç saldırıyı önlemek olup, saldırganı cezalandırmak değildir. Haksızlığa uğrayanı malını müdafaaya mecbur eden, saldırganın kendisidir. Ama bu müdafaa sırasında hiç kimsenin canı tehlikeye atılmamalı, küçük meblağlar uğruna hayatî risk taşıyan davranışlara girilmemelidir. Doğru olan, saldırıya uğrayan kimsenin, en hafiften ağıra doğru bir yol izleyerek meşru müdafaa hakkını kullanmasıdır. Diğer yandan Müslümanın, "Nasıl olsa dokunulmazlığı var!" diye düşünerek malını tehlikeye açık bir şekilde bırakmaması, her türlü mal varlığının muhafazası için gerekli tedbirleri alması gerekir.

İslâm, insanların malını haksız yollarla yemeyi yasaklar. Kur’ân-ı Kerîm’de, "Ey iman edenler! Karşılıklı rızaya dayanan ticaret olması hâli müstesna, mallarınızı, bâtıl (haksız ve haram yollar) ile aranızda (alıp vererek) yemeyin..." buyrulur.

İslâm’da hırsızlık, gasp, hile, kumar, aşırı kâr ve ihtikâr (stokçuluk) gibi mal güvenliğine yönelik olumsuz davranışlar çeşitli tedbirlerle önlenmeye çalışıldığı gibi, mülkiyete saldırı niteliğindeki davranışlara karşı da müeyyideler getirilerek mülkiyet hakkı koruma altına alınmıştır. Malın korunması ya da dokunulmazlığı bazı durumlarda gerçek sahiplerine karşı da olabilmektedir. Malını yerli yersiz harcayıp, savurgan bir tutum benimseyen ahmak ya da akıl hastası kimselerin malları, onları yönetecek bir vasi veya vekil tayin edilerek korunmaktadır. Dolayısıyla malın dokunulmazlığı, hem mal sahibinin malını satarken, değiştirirken, vasiyet veya hibe ederken belirli kurallar dairesinde hür ve serbest olmayı hem de başkalarının saldırısına karşı koymayı kapsamaktadır.

Yüce dinimizin kişiye tanıdığı temel hak ve hürriyetlerden biri de mesken dokunulmazlığıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de meskenlere giriş çıkışın belli edep kuralları dâhilinde yapılması istenmiş ve "Ey iman edenler! Evlerinizden başka evlere, geldiğinizi hissettirip ev sahiplerine selâm vermeden girmeyin." buyrulmuştur. Huzur, güven ve mutluluk yuvası olan meskenin dokunulmazlığı, hiç kimsenin konutuna izinsiz girilememesi, arama yapılamaması, ev eşyalarına el konulamaması, sahibi istemediği hâlde satmaya zorlanamaması gibi hususları içerir. Ev sahibinin aksi yöndeki davranışları engelleme hakkı vardır. Nitekim Allah Resûlü (sas), özel hayatın mahremiyetini ihlâl ederek evlere izinsiz girenlere ve ev halkını gizlice gözetleyenlere sert tepki göstermiş, hatta bir seferinde böyle bir kişinin üzerine yürümüştür.

Mesken dokunulmazlığı kapsamında, bir kimsenin evi veya arsası haksızlıkla elinden alınamayacağı gibi, hiç kimse malını isteği dışında satmaya da zorlanamaz. Peygamberimiz (sas), sahibinin izni olmadan bir kimsenin arazisine bina yapılması hâlinde bunun yıktırılacağını bildirmiştir. Mal gasbının uhrevî sonuçlarına dikkat çekerek kötü niyetli kişilere gözdağı vermek isteyen Peygamberimiz (sas) şöyle buyurmaktadır: "Her kim hakkı olmadığı hâlde bir karış yeri alırsa, o yer kıyamet gününde yedi kat olarak boynuna geçirilir."

Hz. Ömer’in (ra) halifeliği zamanında Medine’de Müslümanların nüfusu artmış, Medine Mescidi artık ihtiyaca cevap veremez hâle gelmişti. Bunun üzerine Mescid-i Nebevî’nin genişletilmesine karar veren Hz. Ömer (ra), öncelikle mescidin çevresindeki evleri satın aldı. Peygamber Mescidi’nin bitişiğinde, Peygamberimizin (sas) amcası Abbâs b. Abdülmuttalib’in de bir evi bulunuyordu. Hz. Ömer (ra), ona evini satması teklifinde bulunduysa da Hz. Abbâs (ra) bunu kabul etmedi. Bunun üzerine Hz. Ömer (ra) ona ya evini satması, ya evinin karşılığı olarak kendisine Medine’nin istediği bir yerinde ev yapılması ya da evini mescide bağışlaması şeklinde alternatifler sundu. Ancak Hz. Abbâs (ra), bu tekliflerden hiçbirini kabul etmedi. Bu sorunun Übey b. Kâ’b’ın hakemliğinde çözülmesi kararlaştırıldı. Übey, her iki tarafı da dinledikten sonra Abbâs’ın lehine, Halife Ömer’in (ra) aleyhine hüküm verdi. Hz. Ömer (ra), bu kararın dayanağını öğrenmek isteyince Übey b. Kâ’b, Peygamberimizden (sas) işittiği tarihî bir olayı anlattı. Buna göre Hz. Dâvûd’a (as) Beytü’l-Makdis’i yapması emredildiğinde o, arsanın sahibini razı etmeden inşa faaliyetine başlamıştı. Allah Teâlâ (cc) da gasp edilmiş yere mescidin yapılmasını yasaklamış ve ona mülk sahibini razı etmedikçe, mescidi tamamlayamayacağını bildirmişti. Halifenin sorması üzerine sahâbeden Ebû Zer ve başkaları bu olayı Hz. Peygamber’den (sas) duyduklarına dair şahitlik yaptılar. İslâm devletinin yöneticisi konumundaki Hz. Ömer’in (ra), Abbâs’ı razı etmekten başka seçeneği kalmamıştı. Ancak Peygamber Efendimizin (sas) kıymetli amcası, Übey’e dönerek, "Madem böyle hükmettin, ben de evimi Allah (cc) yolunda, Müslümanlara bağışladım." dedi.

Sonuç olarak diyebiliriz ki yeryüzünün halifesi olan insan, can, mal ve mesken konularında dokunulmazlığa sahiptir. Yaratılmışların en şereflisinin yaşama hakkı hiç kimse tarafından elinden alınamayacağı gibi, kendisi de buna son veremez. Hatta meşru bir gerekçe olmadan devlet tarafından da bir cana kıyılamaz. Çünkü insanın her türlü hakkını koruyabilmesi ve bu haklarından faydalanabilmesi için varlığını sürdürmesi gereklidir. Keza insanın helâl yoldan kazandığı ve elde ettiği mal, servet ve mesken de İslâm’ın koruma güvencesi verdiği değerler arasındadır. Başkasının malına, servetine ve meskenine zarar verme veya ilişme hem hukuken hem de ahlâken söz konusu olamaz. Zira Hz. Peygamber’in (sas) ifadesiyle, "Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden selâmette olduğu (zarar görmediği) kimsedir. Mümin de halkın canları ve malları konusunda kendisinden emin oldukları kimsedir."

Kaynak: Diyanet Hadislerle İslam